19-06-2020 22:14

Ve diri olarak toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğu zaman...

Herkese hesap sorulacağı gün; Cenab-ı Hakk’ın yüz çevirdiği, muhatap olmadığı, “Niçin öldürdünüz?” sorusunu bile sormadığı insanlardır onlar. O masuma soracaktır Cenab-ı Hak. İşte o gün, o masum, ana babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüğünü bir bir anlatacaktır. Dünyada hiçbir hâmisi olmamış, herkesin gözü önünde zulme uğrarken kimse müdahale bile etmemiştir. Peki hangi günahı sebebiyle öldürülmüştür? Zalimlere sorarsanız -kendilerince- haklı birçok nedenleri vardır. Cahiliye toplumu, bu iğrenç fiili uygulayanları değil cezalandırmak, kınamamıştır bile. Bunu yapanlar da utanmamıştır yaptığından, bütün toplum ise “Allah’ın verdiği gözlerle” seyircidir sadece.

Ve diri olarak toprağa gömülen kız çocuğuna sorulduğu zaman...

Feride Turan/Dünya Bizim

 

“Kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.”

Ne zaman öğrenmiş olacaktır?

“Güneş katlanıp dürüldüğünde… Yıldızlar (kararıp) döküldüğünde… Dağlar (sallanıp) yürütüldüğünde… Yüklü develer salıverildiğinde… Vahşi hayvanlar toplanıp bir araya getirildiğinde… Denizler kaynatıldığında… Ruhlar (bedenlerle) birleştirildiğinde… Diri diri toprağa gömülen kıza, hangi günah sebebiyle öldürüldüğü sorulduğunda… (Amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında… Gökyüzü sıyrılıp alındığında… Cehennem tutuşturulduğunda ve cennet yaklaştırıldığında…” (Tekvir sûresi/1-14).

Herkese hesap sorulacağı gün; Cenab-ı Hakk’ın yüz çevirdiği, muhatap olmadığı, “Niçin öldürdünüz?” sorusunu bile sormadığı insanlardır onlar. O masuma soracaktır Cenab-ı Hak. İşte o gün, o masum, ana babasının onu nasıl diri diri toprağa gömdüğünü bir bir anlatacaktır. Dünyada hiçbir hâmisi olmamış, herkesin gözü önünde zulme uğrarken kimse müdahale bile etmemiştir. Peki hangi günahı sebebiyle öldürülmüştür? Zalimlere sorarsanız -kendilerince- haklı birçok nedenleri vardır. Cahiliye toplumu, bu iğrenç fiili uygulayanları değil cezalandırmak, kınamamıştır bile. Bunu yapanlar da utanmamıştır yaptığından, bütün toplum ise “Allah’ın verdiği gözlerle” seyircidir sadece.

Yüzlerce yıl önceydi ve Araplardı bunu yapan. Artık medeni dünyadayız değil mi! Bakın, kadın hakları diye bas bas bağırıyor Batı ve batsın onun hak savunuculuğu! Arakan’da, Myanmar’da, Doğu Guta’da onurları çiğnenerek katledilen kadınların ve çocukların hakkı hakkında Batı’dan çıt çıkmıyor çünkü. Ortadoğu’yu kan gölüne çeviren; Allah’tan korkmaz, kuldan utanmazların kadın ve çocuklara uyguladığı vahşete ne demeli! Ya Bosna’da iffetlerine kirli eller uzatıldığında niye suspustu çağdaş, medeni(!) dünya? Avrupa’nın göbeğinde, dünyanın gözü önünde en iğrenç yüzü ile insanlığın kara lekesidir Bosna’da yaşananlar! Şimdi ne farkı var, diri diri toprağa gömülmekten? Sivil halkı, onun dinî ve millî değerlerini hedef alan bir soykırımın ortasında, Srebnica’da “Çocukları küçük kurşunla öldürürler değil mi anne?” diyen o masum sabinin günahı neydi? Şimdi ne farkı var çağdaş muasır medeniyetlerin Cahiliye toplumundan?

Masumlar öldürülürken seyirci kalmak mıdır medeniyet? Ne güzel söylemiş millî şairimiz “Medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar” diye. Millî yemin olan İstiklal Marşı’mızdaki bu dizeyi iyi idrak etmeliyiz. Bize “medeniyet” adı altında dayatılanları doğru analiz etmeliyiz. Mesela ve özellikle “toplumsal cinsiyet eşitliği” kavramı… Elbette bizi tek bir nefisten yarattığını buyuran Rabbimize ve bütün insanların; bir tarağın dişleri gibi eşit olduğunu söyleyen Peygamber Efendimize itaat ediyorsa kişi; insan eşitliğinin savunucusu olmalıdır. Ancak durum, göründüğü kadar masumane değildir. “Kadın hakları” ve “toplumsal cinsiyet” adı altında her fırsatta dinimize, değerlerimize saldırılmakta; hastalıklı beyinlerindeki her türlü sapkınlık dinimizde aranmaktadır, bazen de aranmasına zemin oluşturacak polemiklere -bilerek yahut bilmeyerek- fırsat verilmektedir. Daha birkaç yüzyıl evvel İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ndeki haklara kadınların da sahip olması gerektiğini savunan Olympe’yi idam etmiş Batı; 1400 sene evvel hutbesine itiraz eden kadını hoşgörüyle dinleyip ona hak veren Hz. Ömer’i nasıl anlar! Yine onlar “kadın insan mı değil mi” diye tartıştıkları çağlarda Tomris Hatunların ordulara komuta ettiğini nasıl anlar! Batı’nın masallarında genç kızlar beyaz atlı prenslerin, kendilerini kurtarmasını beklerken, bizim hakikatimizde ata binip kılıç kuşanan, eşini düşmanlardan kurtaran, hakkını kimseye yedirmeyen, çelik bilekli Selcen Hatunlar vardı.

Mesele her şeyden önce insan olabilmektir

Şimdilerde ise bir “hak” kavgasıdır gidiyor.  Kadın hakkı, erkek hakkı… Kadın aklı, erkek aklı… İyi ama onca bilgi kirliliğinde kim haklı?  Cevap vicdanlarda saklı… Mesele kadın ya da erkek olmak değildir aslında. Orhan Veli’nin de meşhur şiirinde söylediği gibi “Mesele falan değildi öyle, ‘To be or not to be’ kendisi için”… Yani mesele falan değildir öyle “olmak ya da olmamak”… Mesele her şeyden önce insan olabilmektir. İslam; insan olmaktır her şeyden evvel. Ve İslam nezaket dinidir. Emrindeki çalışanı günde yetmiş kez hata yapsa da onu azarlamaktan imtina edenlerin, işçiye alnının teri kurumadan hakkını verenlerin, komşusu aç iken tok yatmaktan utananların, kalp kırmaktan kaçınanların, “Fâtıma’yı üzen beni de üzer” diyen Resulullah gibi kız babalarının dinidir. Tebessümün sadaka yerine geçtiği, hak deyince akan suların durduğu, güzel sözün meyve veren bir ağaca benzetildiği dindir İslam. Müslüman olmak hassasiyet ve incelik ister. Hani şarkıda da dendiği gibi “fikrimin ince gülü”… İnce bir güldür fikirler İslam’da… Kabalığa, kaba sözlere yer yoktur asla. Yüksek ses sadece haksızlığın karşısında “bir hoş seda”dır. Zalimlerin karşısındaki çatık kaş ve sert duruşa ise canlar fedadır. Kötü lakap takmak, küfür, hakaret, iftira, gıybet, şiddet yoktur Müslüman’ın kitabında. Değil sözle aşağılamak, “kaş-göz işaretiyle alay edenlerin” bile “vay hâline!” Merhum Aliya İzzetbegoviç’in dediği gibi İslam benim için güzel ve asil olan her şeyin diğer adı”dır. Asil ve nezihtir.

Şimdi böyle bir değerler dünyası –samimiyetle, sahiden- hayata geçirildiğinde haksızlık yüz bulur mu ki “hak hak” diye bağırılsın. “Kadınlarla iyi geçinin” diye emir buyuran bir Rabbimiz; erkeğin hayırlı mümin ve iyi insan olmasının ölçüsünü, eşine davranışı ile belirleyen bir Peygamberimiz var bizim. Kadına, erkeğe aynı sorumluluğu yükleyip aynı müjdeyi vermiştir Kur’an-ı Kerim’de Yaratıcımız. Bugün -nedense- sadece kadına atfedilen, âdeta endekslenen namusun korunmasını Rabbimiz erkeğe, sonra da kadına yüklemiştir: Nur sûresi 30. ayette “Mü’min erkeklere söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. Bu davranış onlar için daha nezihtir. Şüphe yok ki Allah onların yaptıklarından hakkıyla haberdardır.” şeklinde buyurduktan hemen sonra, 31. ayette, kadınlara emretmiştir Cenab-ı Allah: “Mü’min kadınlara da söyle, gözlerini haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar. (Yüz ve el gibi) görünen kısımlar müstesna, zînet (yer)lerini göstermesinler. Başörtülerini ta yakalarının üzerine kadar salsınlar.” İşte bu yüzdendir ki başörtüsüne el uzatmak; kadın bedenine müdahale ve kadın hakları ihlalidir. “Kadın-erkek eşitliği”nden dem vuranlar; 28 Şubat sürecinde ve İkna Odası uygulamasıyla kadınlar arasında dahi eşitliği sağlayamadılar maalesef.

Allah’ın indinde kadın mı yoksa erkek mi üstündür? İlahi Kelam bu soruya şöyle cevap veriyor: “Ey insanlar! Şüphe yok ki, biz sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık ve birbirinizi tanımanız için sizi boylara ve kabilelere ayırdık. Allah katında en değerli olanınız, O’na karşı gelmekten en çok sakınanınızdır. Şüphesiz Allah hakkıyla bilendir, hakkıyla haberdar olandır.” (Hucurat Sûresi/13). Allah’ın indinde ne kadın ne de erkek üstündür. Allah’ın indinde üstünlük takvadadır. Yine kadın ve erkeğin birbirinden üstün olduğu yönlerini vurgular Kur’an-ı Kerim ve uyarır bizi: “Allah'ın sizi birbirinizden üstün kıldığı şeylere göz dikmeyin. Erkeklere de kazandıklarından bir pay var, kadınlara da kazandıklarından bir pay var. Allah'tan, O'nun lütfunu isteyin. Kuşkusuz Allah, her şeyi bilendir.” (Nisa sûresi/32) İşte bundandır ki Batı referanslı haklara ihtiyacımız yok bizim. Dinimiz erkeğin hakkını erkeğe, kadının hakkını kadına “bir tamam” vermiştir. Bize sadece O’nun lütfunu istemek düşer. İyi güzel de! Neden bu söylenenlerin uygulamasını pek göremiyoruz, diye sorulabilir. Satırlar “sadır”lara geçmediğinden…

Kadına “gönlümün sultanı” diyen gönül sultanlarımız vardı. Satırlarında da “sadır”larında da aşk, merhamet ve şefkat ile helaline hepsi yârdı, yârândı. Sevgiliye, kadına hitabın bile bir zarafeti, âdâbı vardı. Oysa şimdilerde bir tarafta kadına dayak müstahak diyenler, diğer tarafta “Kimse kadınlara (yasal olarak) dokunamıyor.” diyerek “erkeklerin aşağılandığını, kadına tapınıldığı”nı iddia edenler var. Asıl üzücü olan bu söylemlerin din adına, dindarlık adına ortaya atılması… Resulullah hayattayken hakkımızda âyet iner korkusuyla kadınlarımıza elimizi dilimizi uzatmaktan sakınırdık diye anılan Kur’an âyetleri şimdilerde ne acıdır ki kasten yahut bilinçsizce -şiddet yanlısı- gibi gösterilerek çarpıtılıyor. Hâlbuki Kur’an’ın uygulaması olan Resulullah’ın hayatında zerre şiddet yoktur. Onun elinden, dilinden herkes ama herkes “emin ve güvende” idi. Zira din güzel ahlâktır her şeyden önce.

İslam’da nafaka var mıdır?

Bugün anayasa değişikliklerinden yasal düzenlemelere; sağlık, eğitim ve istihdama kadar kadın sorunlarına çözümler üreten dünya; bu çözümlerin hayata geçebilmesinin toplumsal dönüşümle mümkün olabileceğinin de farkındadır.  Bizim için ise “dönüşüm”, aslımıza, özümüze dönmekle muhteşem olacaktır. Değerlerimize sadık yaşarsak, satırlardaki “sadır”lara geçecektir elbette. Gerek destan devrinden bu yana kadını erkeğiyle bir gören Türk töresinden ve gerekse “Bütün insanlar bir tarağın dişleri gibi eşittir” şeklindeki bir bakış açısından sonra nasıl oluyor da bu âhengin tam tersi bir noktaya, ayrımcılığa gelinebiliyor, asıl sorgulanması ve düşünülmesi gereken budur işte!

Anaların ayakları altına cennetin serilmesi, kadına “Hak nuru” denilmesi gibi bütün mecazlardaki hakikat şudur ki kadının ulvi bir makamı vardır değerler dünyamızda. Oysa bir Kanun maddesinden “Tanrıça’ya yan bakma cezası” diye bahseden ve bu cezayı eleştiren bir yazı okudum geçenlerde. Hukuki yönüne hukukçular bakar ama “yan bakma” ifadesi dikkatimi çekti. O zaman Nasreddin Hoca’nın torunu olarak şöyle derim ben de: Yan bakanın hiç mi suçu yok? Yazıda bir yandan “Onu bırakıp ancak dişilere tapıyorlar.” âyetiyle Kuran’ı referans göstererek kadının Türkiye’de tanrıçalaştırıldığı iddia edilirken diğer yandan, içinde Batı’nın da bulunduğu dünya örnek gösterilerek kadına ömür boyu nafaka verilmemesi fikri savunulmuştur.

Peki ya kadın evlenirken “mehir” olarak isterse bunu, o zaman ne olacak? Sahi, “mehir”in sınırı, süresi ve ölçüsü -gerçekte- neydi? (Bu arada evlenirken mehir yahut maddi hiçbir şey talep bile etmediğimi, almadığımı, hayatım boyunca hatta öğrenciyken bile çalıştığımı belirtmek istiyorum.) Yalnız bugün geçiştirilen, bir formalite olan mehir; İslam’da kadınlara tanınan önemli mali haklardan biridir. “İslam’da nafaka yoktur, nafaka kesilsin” dedikleri kadınlar acaba mehirlerini gerçekten, tam anlamıyla almışlar mıdır? Yoksa “din adına” nafaka kesilmesini savunanlar aynı anda “mehir” hususunda yasal bir yaptırım da talep ediyorlar mı? Eğer mesele, “İslam’a göre” hak ve mağduriyetlerse mehir ve nafaka birlikte konuşulmalıdır. Ve birlikte çözüm aranmalıdır. Aksi hâlde İslam’ın konuya bakışı bütünüyle yansıtılmış olmaz, yarım kalır.

Beni en çok şaşırtan şey nafakanın tartışılması değil, evliyken kadının çalışmasını “caiz” görmeyen -bazılarının- boşanma söz konusu olduğunda Batı’nın kanunlarına, dünya görüşüne sığınmasıydı. (Evlenirken de ayrılırken de aynı hassasiyeti gözetenleri tenzih ediyorum elbette). Bugün kaç üniversiteden, kaç bölümden mezun gençlerin bile iş bulmakta güçlük çektiği göz önünde bulundurulacak olursa yıllarını evde eşine, çocuklarına adayan; yeterli bir eğitimi ve hiçbir iş deneyimi olmayan kadının iş bulmasını ve iş hayatına entegre olmasını beklemek gerçekçi değil. Vicdani hiç değil. O zaman da demek ki kız çocuklarının eğitimine özel önem vermeli. Selcen Hatunlar, Tomris Hatunlar, Şeyh Edebali’nin mirası Bacıyân-ı Rûm gibi elinde kılıç olmayabilir belki ama kolunda altın bileziği, yani mesleği muhakkak olmalıdır. Kadın da dünyanın asıl savaşı olan “ekmek kavgası” içinde varlık göstermelidir. Yalnız kadının tek sorunu nafaka yahut mehir değildir ki… Bir cinayet haberi olmak, ölüm mesela… Ölümden beter zulümlerle şiddete, o da yetmezmiş gibi iftiraya uğramak mesela…

Mesele falan değildir aslında “To be or not to be”… Mesele değildir ne kadın ne erkek olmak... Aslolan insaf ehli, vicdan ehli olabilmektir. Mesele; Allah’tan korkmayan, kuldan utanmayanlardır. Mesele; hem suçlu hem güçlü olanlardır. Mesele; masumu bazen gerçek anlamıyla diri diri toprağa gömenlerdir; bazen de ötekileştirerek, itibarsızlaştırarak mecazi anlamda diri diri gömenlerdir. Bugün her şiddette, her istismarda ve her iftirada; masumiyete ve insanlığa derin çukurlar açılıyor. Ve susanlar; Cahiliye döneminde kız çocukları gömülürken seyredenlere ne kadar da benziyor?

İnanırız ki (amellerin yazılı olduğu) defterler açıldığında “Kişi neler getirdiğini öğrenmiş olacaktır.” Aslolan o gün; muhatap alınmayanlardan değil “selam” ile karşılananlardan olmaktır. Asıl o gün “selam” ile karşılanmak ümidiyle…

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !