Pamak: Yaşanan Büyük Yozlaşmanın da, Aile İçi Şiddetin de Sebebi Laik Uygulamalardır -I-
AKP iktidarlarının programlarıyla gerçekleşen gönüllü sekülerleşme ve laikleşmenin sonucunda acı gerçek şudur ki, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan uzak düşmüş on milyonlarca “Müslüman”, vahyin ölçülerinde Müslüman olmanın gereklerinden habersiz ve uzak bir konumda oldukları halde, Müslüman olduğunu zannederek hüsrana doğru sürüklenmektedir.
AKP iktidarlarının programlarıyla gerçekleşen gönüllü sekülerleşme ve laikleşmenin sonucunda acı gerçek şudur ki, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan uzak düşmüş on milyonlarca “Müslüman”, vahyin ölçülerinde Müslüman olmanın gereklerinden habersiz ve uzak bir konumda oldukları halde, Müslüman olduğunu zannederek hüsrana doğru sürüklenmektedir.
Bütün bu yozlaştırıcı politikalar ile eğitim ve kültür alanındaki sekülerleştirme sonucunda, muhafazakâr ve geleneksel “Müslüman” kesimlerde Özal ile başlayan gönüllü sekülerleşme (Dünyevîleşme; Allah’ın ve dîninin karıştırılmadığı, hevâya göre yaşanan hayat alanları oluşturma), kapitalistleşme AKP ile zirveye ulaşmış bulunuyor. Ölçüsüz kazanma ve azgın bir tüketimi esas alan, lüks ve israf eksenli kapitalist kültür, “Müslüman”ları giderek daha fazla kuşatıyor. Hatta 15 Temmuz’dan sonra Kemalistleşme eğilimleri de, tepedekilerin öncülüğünde ve örnekliğinde AKP destekçisi tabanda çok yaygınlaşmış durumda. Öyle ki, 15 Temmuz sonrası AKP dönemi, “neo-kemalist dönem” denmeyi hak edecek bir görünüm arz etmektedir. Sonuçta “Müslüman” olduğunu iddia edenlerin çok büyük kısmının Kur’ân’da zikredilen “Müslim” olma nitelikleriyle alâkasının olmamasına dair yüzyıllardır süregelen acı gerçeklik, Türkiye’de AKP iktidarının oluşturduğu yozlaştırıcı zeminde daha da derinleşip yaygınlaşmış ve önceki geleneksel âidiyetin de gerisine düşülmüştür.
Laik eğitim ve kültür politikalarının oluşturduğu sekülerleşme zemininde Avrupa Birliği’nin yönlendirmesiyle uygulanan “toplumsal cinsiyet eşitliği” politikaları aileye ve yerli kültüre yönelik büyük bir tahrîbata ve yozlaşmaya yol açmıştır. Zaten söz konusu politikaların amacı da, bizâtihî bu sonuca ulaşmaktır. Bu politikalar doğrultusunda imzalanan “İstanbul Sözleşmesi” ve bu sözleşmeye dayanarak çıkarılan “6284 sayılı kanun” Türkiye’de âile kurumunu bitirme; çocukları haz piyasasının sermayesi haline getirme, kadınları kapitalist piyasa ilâhının kulu ve feminizm ideolojisinin militanları kılma, kadınları ve erkekleri birbirine düşman etme hedefini gütmektedir.
Türkiye, kısa adı İstanbul Sözleşmesi olan “Kadınlara Yönelik Şiddet ve Âile İçi Şiddetin Önlenmesi ve Bunlarla Mücadeleye İlişkin Avrupa Konseyi Sözleşmesi” başlıklı uluslararası sözleşmeye imza atan ilk ülke oldu ve sözleşme hiç bir maddesine çekince konulmadan ve tek bir ret oyu almadan 25 Kasım 2011’de Meclis’ten geçti; 29 Kasım 2011’de Resmi Gazete’de yayınlandı ve 1 Ağustos 2014 tarihinde yürürlüğe girdi. Bu anlaşmanın önemi LGBT’lerin (Lezbiyen, Gay, Biseksüel, Transseksüel) Sözleşmenin 4. maddesi gereği yasal güvence altına alınmış olmasıydı. Dahası, Sözleşmenin tanımlar bölümünde aynen şu ifade yer alıyordu: “Kadınlar kelimesi 18 yaşın altındaki kız çocuklarını da kapsar.”
Sözleşmenin bunlar kadar önemli olan bir başka maddesi ise, 48. maddeydi ve buna göre karı-koca arasındaki problemlerde, “arabuluculuk ve uzlaştırma da dâhil olmak üzere” alternatif “çatışma çözüm süreçleri” yasaklanıyordu. Hâlbuki Adâlet Bakanlığı’na bağlı Arabuluculuk Daire Başkanlığı bulunuyordu. Çek senet meselelerinden, başka pek çok konuya ilişkin “arabuluculuk” imkânı tanınan bu ülkede, karı-koca arasındaki “şiddet iddiası” içeren sorunların çözümünde arabuluculuğa izin verilmiyordu. Ardından, 2012 yılında 6284 sayılı Kanun çıkarıldı. Yeni kanunla yapılan düzenlemelerin en dramatik sonucu, kadına yönelik şiddetin önlenmesi gerekçesiyle kadının “beyanının esas” kabul edilecek olmasıydı. Buna göre, hukukun “masumiyet karinesi” rafa kaldırılıyor, kadının beyanıyla koca hakkında en hızlı şekilde “yasal tedbir” uygulanıyordu. 6284 sayılı kanunun uygulama yönetmeliği 18 Ocak 2013 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlandı. Yönetmeliğin 30. maddesinin 3. bendi şöyle demektedir: “Koruyucu tedbir kararı verilebilmesi için, şiddetin uygulandığı hususunda delil veya belge aranmaz. Önleyici tedbir kararı, geciktirilmeksizin verilir. Kararın verilmesi, Kanunun amacını gerçekleştirmeyi tehlikeye sokabilecek şekilde geciktirilemez.”[1]
Emperyalist sermayenin yerel işbirlikçisi Koç Holdingin taltif ettiği ve CHP’lilerin de desteklediği Fatma Şahin’in imzaladığı Sözleşmenin tarihi olan 2011 ve uygulamaya yönelik kanunun çıkarıldığı 2012 tarihinden itibaren âile ve genel ahlâkla ilgili trajik tablonun ivmesi iyice artmıştır. Bugün Türkiye’de âile ve kadın politikaları bir grup feministin eline bırakılmış durumdadır. Kendini ‘muhafazakâr-dindar’, hatta haddini aşarak tuğyânını “Hak” olarak tanımlayan bir parti, âileyi yok edecek cinsiyetçi, feminist politikalar yürütmektedir. Bu dönemde, eşcinsellik, Anayasanın da üstünde yer alan uluslararası sözleşmelerle legal güvence altına alınmıştır. 2011 yılında imzalanan İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi bu güvenceyi vermektedir. 2015 yılında üniversitelerde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği dersi zorunlu hale getirildi. Milli Eğitim Bakanlığı Toplumsal Cinsiyet Eşitliği’ne uyumlu bir şekilde yeniden yapılandırılmaya başlandı. Ders kitapları elden geçirildi. Milli Eğitim Bakanlığı, 2016 yılında, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliğine Duyarlı Okul Standartları El Kitabı”nı yayınladı. 2009 yılında Adâlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 326 Âile Mahkemesi Hâkimi ve Cumhuriyet Savcısına toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiştir. Diyanet’ten Sorumlu Devlet Bakanlığı ile imzalanan protokolle 17 bin din görevlisine toplumsal cinsiyet eşitliği eğitimi verilmiş, 100 bin diyanet personeline de bu eğitimin verilmesi planlanmıştır. AB tarafından fonlanan dernekler tarafından Türkiye’nin dört bir yanında yüz binlerce kişiye toplumsal cinsiyet eşitliği, cinsel yönelim vb. eğitimler verilmiş ve verilmeye devam etmektedir.[2]
İşte âileyi dağıtan, eş cinselliği yaygınlaştıran, toplumu sekülerleştirip yozlaştıran bu politikaları ve uygulamaları; AKP hükümeti, Bakanlıkları, Kurumları ve yandaş STK’ları gerçekleştirmektedir. R. Tayyip Erdoğan’ın kızı Sümeyye Erdoğan’ın da içinde yer aldığı AKP’li kadınların öncüsü olduğu KADEM de, âileyi ifsâd edip aileyi teşkil eden eşleri birbirinin rakibi ve sözde “kadını koruma” adı altında gerçekleştirilen adaletsiz uygulamalarla neredeyse birbirinin düşmanı haline getiren yasa ve sözleşmelerin en tavizsiz savunucuları arasında yer almaktadır. Açılımı “Kadın ve Demokrasi Vakfı” olan bir kuruluştan bundan başkası da beklenemez. Çünkü demokrasi hevanın ilahlaştırılması ve insanlık için tek huzur ve adalet kaynağı vahyin belirleyiciliğine başkaldırıdır.
Kadınların hakkını hevanın ilahlığında arayan bu kişi ve kuruluşlar, heva ve hevesin egemenliğindeki seküler Batı kültürünün ürettiği ifsâda yol açan ölçüleri egemen kılmaya çalışan bir çaba içindedirler. Kur’an ve Sünnet çerçevesinde ortaya konmuş olan âile hukukunu, kadın ve erkeğin haklarını karşılıklı olarak güvence altına alan, âileyi ve toplumu huzura kavuşturacak, eşleri birbirine ezdirmeyecek muhteşem hukuk ve adalet ölçülerini ise görmezden gelmektedirler.
İslâm’dan önceki dönemde kadın nasıl aşağılanmış ve meta durumuna düşürülmüşse, modern cahiliyenin hevanın ilahlığına dayalı seküler hayat tarzında da, kapitalist üretim ve tüketim kültürünün kölesi haline getirilerek yine metalaştırılmaktan kurtulamamıştır. Kadına onurunu kazandıran tek din ve hayat nizamı, kadının da erkeğin de yaratıcısı, rızıklandırıcısı, her ikisinin de kulluk yükümlüğünü ve hayat tarzını, haklarını ve sorumluluklarını adaletle belirleyen ve sonuçta da öldürüp kendisine döndürerek hesaba çekecek olan Allah’tır. Ancak laik yönetim de kadın haklarını korumak istediğini iddia eden bütün resmi ve sivil kişi ve kuruluşlar da bu gerçeğe gözlerini kapatıp kadının ve âilenin başına bütün bu belaları açan seküler kültürün dayatmalarını egemen kılmaya çalışarak sorunu daha fazla büyütmekten başka bir şey yapmıyorlar.
İşte bu seküler feminist mantığın ürettiği ve ısrarla savunduğu “Âileyi Koruma ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair 6284 Sayılı Kanun”, âile kurumunu yıpratarak toplumsal sorunların büyümesine yol açmış, âile müessesesine büyük zararlar vermiş bulunmaktadır. Avrupa birliğine uyum mantığı çerçevesinde Türkiye’de uygulanan ve özellikle toplumun manevî değerlerini, âile yapısını, ahlâkını, inanca dâir temel dinamiklerini hedef alan ve cinsel sapkınlıkları normalleştirmeye, yaygınlaştırmaya çalışan birçok projenin Avrupa’dan devasa bütçelerle fonlandığı görülmektedir.
Milli Eğitim Bakanlığı bünyesinde ETCEP adıyla bir süre uygulanan projenin de aynı amaca mâtuf olduğu görülmektedir. 2011 yılında ‘Farklı Âile formları’ ibâresi İstanbul Sözleşmesi ile kabul edildi. Karı-koca tanımlarının yanına partnerler ifadesi eklendi. TV kanallarından, sosyal medya alanına, eğitime kadar her alanda bir değişim yaşanmaya başlandı. Bu Proje, cinsel yönelim, farklı âile modelleri, farklı partnerler ve şiddet gibi kavramlarla toplumları dönüştürmeyi hedeflemektedir. Toplumsal cinsiyet fikri, ilâhî yahut toplumsal tüm ölçütleri reddederek insanın sınırsız hevâ ve hevesinin belirlediği normlarla bireyi kutsar. Sonsuz özgürlük, sonsuz bencillik, sonsuz haz ve kısıtlı sorumluluk vaat ederek toplumu çözer. Bu proje, kültür ve nesil aktarımında üretici birim olarak gördüğü geleneksel âileyi değiştirmeyi hedeflemektedir. Kadın ve Âile Bakanlığı ve MEB başta olmak üzere bazı bakanlıklar, YÖK gibi kuruluşlar, bazı bankaların kültür yayınları, bazı STK’lar kadın, âile ve çocuk mefhumuna dâir uygulama ve yayınlarını söz konusu sözleşmelere göre düzenlemeye başlamışlardır.
AKP destekçisi olup AKP’nin Yeşilay Genel Başkanlığına da getirdiği bir kişi olan hukukçu Muharrem Balcı bile bu konuda şu tespitleri yaparak iktidarı eleştirmiştir: “İktidar partisi ve muhalefet, kimi muhafazakâr, kimi anlamaz, kimi kasdî olarak İstanbul Sözleşmesini imzaladı. İmzalamakla kalmadı devlet politikası haline getirdi. Devlet politikası haline getirilince tüm devlet kurumlarında anlatılması, eğitimlerinin verilmesi kaçınılmazdı ve bu yapıldı. İlk ve Orta Öğretimde ETCEP (Eğitimde Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi) eğitimleri pilot okullarda yapılmaya başlandı ve M. E. Bakanının ‘uygulama bitti’ demesine rağmen tam hızla devam ediyor. YÖK’ün genelgesi gereği de yükseköğretimde zorunlu veya seçmeli ders olarak okutuluyor. Öğrenci kulüpleri eliyle de yaygınlaştırılıyor. Ayrıca feminist ve eşcinsel STK’lar bu eğitimde partner ve düzenleyici olarak yer alıyor. İstanbul Sözleşmesi feminizmi ve eşcinselliği tanıtmak, benimsetmek ve yaygınlaştırmak üzere kotarılmış küresel bir projedir. İnsanlığın efendiliğine soyunmuş, Kur’ân’ı Kerîm’in ‘Ateşe çağıran önderler’ dediği ‘bir avuç karar vericiler’in dünyaya dayattığı bir projedir. Okul öncesinden başlayan toplumsal cinsiyet eğitimi, üniversiteye kadar devam edecek. Yaklaşık 20 yıl süren eğitim sonunda, feminist kalıplara göre şekillenmiş bireyler ortaya çıkacak; yeni bir erkeklik ve kadınlık biçimi ortaya çıkacak. Erkekler kadınsılaşırken, kadınlar erkeksileşecek.”[3]
“Ayrıca TCE (Toplumsal Cinsiyet Eşitliği), üniversitelerde, kurum ve kuruluşlarda, yayın organlarında tartışma-araştırma-deneme-pilot çalışma konusu olmayı sürdürmektedir. MEB’e bağlı birimlerin internet sayfalarında “TCE” eğitim haberleri hâlâ gözükmeye devam etmektedir. Toplumsal Cinsiyet Eşitliği projesi din, toplum, âile, kültür, gelenek, fıtrat gibi kavram ve kurumlara savaş açan bir ifsâd hareketidir. Asla sadece kadın-erkek arasındaki ayrımcılık, şiddet ve adaletsizliğin giderilmesini hedeflememektedir. Kadın-erkek eşitliği öne çıkarılarak içgüdülerin saptırılmasına geçiş verilmekte, LGBT felsefesi, uluslararası kuruluşlarca desteklenerek dört koldan piyasaya sürülmekte, siyaseti, sanatı, ekonomiyi Lût kavmi azgınlığıyla kuşatmaya çalışmaktadır.”[4]
Toplumsal cinsiyet eşitliğinde, yaradılıştan gelen değil, toplumun biçtiği, kurguladığı cinsler, roller esas alınıyor. Yani toplum 3. veya başka cinsleri kabullendiğinde (kabul ettirildiğinde) bu kabulün esas alınmasıdır, kastedilen. Nitekim İstanbul Sözleşmesi’nde “Toplumsal Cinsiyet”, “Belirli bir toplumun (Dikkat! Yaradılışın değil) kadınlar ve erkekler için uygun gördüğü sosyal olarak inşâ edilen (kurgulanan) roller, davranışlar, etkinlikler ve yaklaşımlar anlamına gelir.” (M.3/c.) Sözleşmenin 12/1. maddesinde de; “Taraflar, kadın erkek için kalıp rollere dayanan ön yargıları, örf ve âdetleri, gelenekleri (Tabii ki dini emirleri-MP) ve tüm diğer uygulamaları ortadan kaldırmak amacıyla kadın ve erkeklere ilişkin toplumsal ve kültürel (dinî-MP) davranış modellerinde değişim sağlamak için gerekli tedbirleri alır.” hükmüyle, Müslüman toplumun inanç, örf, âdet ve geleneklerinden gelen her tür kalıp (kadın-erkek cinsiyeti) rollerde değişimin temînâtı devlet olacaktır. Bir başka ifade ile 3 ve + cinslerin temînâtı olacaktır devlet. İşte AKP iktidarı, söz verdiği bu tedbirler için MEB, Âile Bakanlığı, Meclis, YÖK vb. bütün kurumları seferber etmiş bulunmaktadır. Burada kadınlar ve erkekler için uygun rollerin, fıtratından kaynaklanan roller değil de sonradan kazanılan cinsiyet rolleri olduğu vurgulanıyor. Sonradan kazanılan cinsiyete “toplumsal cinsiyet” denilmektedir.
İstanbul Sözleşmesi’nin 4. maddesi, “Devletler cinsel yönelimi yasal güvence altına alır”. M.4/1 Cinsel Yönelim: Bir kişinin, cinsel arzusunun, hemcinsine, karşı cinse ya da her ikisine birden yönelebileceğini anlatmak için kullanılan kavram. “Gay, lezbiyen ve biseksüel” kavramlarını içerir. Burada, küresel aktörlerin, küreselleşme aktörlerinin beslemesiyle büyük bir şeytânî proje ile karşı karşıyayız. Teknolojinin tüm imkânları kullanılarak, hatta insanlık dışı yöntemler de kullanılarak yaradılış tasarımına karşı, (fâsid bir) akıl tasarımıyla karşı karşıyayız. Dolayısıyla “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği”, öyle bizim saf politikacılarımızın veya yeşil feministlerimizin anladığı gibi bir samîmî insancıl proje değil, Sünnetullah’a karşı çıkış ve yeniden insanlığı dizayn projesidir. Bir başka deyişle, kadın haklarını öne çıkararak, sinsi bir ifsâd hareketi ile karşı karşıyayız.[5]
Âileye yönelik bu ifsad projesine karşı mücadele veren bir yazar olan Sema Maraşlı ise son durum hakkında şunları söylemektedir: “Âile kurumuna en büyük zararı veren LGBT’yi ‘kırılgan grup’ diye koruma altına alıp eşcinselliğin yaygınlaşmasına sebep olan bu sözleşmenin olumsuz etkileri yaygınlaştıkça tepki gösterilmeye başlandı. Bütün tepkilere rağmen AK Parti sözleşmenin uygulanmasında ısrar ediyor hatta daha etkin uygulanması için mecliste gruplar oluşturmuş çalışmalar yapılıyor. KADEM gibi hükümet yanlısı bir dernekle, Mor Çatı gibi hükümet karşıtı, din düşmanı, LGBT destekçisi kadın dernekleri bir araya gelip aynı konuda uzlaşıyorlar. Hak ve bâtıl bir konuda uzlaşmışsa büyük ihtimal hakikatten vazgeçilmiştir. Tabii burada bu kadın dernekleri bu sözleşmenin sadece savunucularıdır. Sözleşmeyi imzalayan ve ısrarla daha etkin uygulanmasını isteyen AK Parti’dir. Burada AK Parti’yi görmezden gelip vebâli sadece bu kadın derneklerine yüklemek de haksızlık olur. AK Parti bu sözleşmenin şiddeti artırdığını görmesine rağmen, sözleşmenin iptali için gösterilen tepkileri umursamayıp ısrarla sözleşmeyi daha etkin uygulamaya çalışıyorsa şu soruyu AK Parti’ye sormak lazım: ‘Âile kurumuna zarar vererek ne yapmaya çalışıyorsunuz?’”[6]
Abdurrahman Dilipak da kamuoyunda “fesâd sözleşmesi” olarak bilinen İstanbul Sözleşmesi’nin daha etkin uygulanması ve izlenmesine yönelik yapılan toplantılara tepki göstererek şunları söylüyor: “Türk Kadınlar Birliği, Mor Çatı Kadın Sığınağı Vakfı, Kadın Dayanışma Vakfı ve KADEM’in de TBMM’deki komisyon toplantısında yer aldığını görüyoruz. Görünen o ki, bugünlerde Şeytan, tüm dünyada işbirlikçileri ile birlikte fazla mesai yapıyor. Seçim sonuçlarının (31 Mart ve 23 Haziran 2019 Belediye seçimlerinde AKP’nin hezimetini kast ediyor) bu şekilde sonuçlanmasında Kadın politikalarının âile üzerindeki tahrîbatının ve bu tahrîbata sebep olan süreçte, sözleşmeye dayalı eylem ve söylemlerin rolü büyüktür.”[7]
AKP yandaşlığında en önde giden Yeni Şafak’ın yazarı Yusuf Kaplan bile şunları yazdı: “Belki de Tanzimat’tan bu yana karşı karşıya kaldığımız en büyük tehdit kapımıza dayandı: Âile çöküyor… Putin, eşcinsellerin Moskova’da gövde gösterisi yapmalarını hukûkî yollarla 100 yıl yasaklarken, Peygamberimiz’in bize emaneti İstanbul, âileyi dinamitleyen, varoluşsal değerlerimizi ayaklar altına alan böylesi bir gövde gösterisine izin verdi. İnanılır gibi değil! Boşanma oranları tavan yaptı bu ülkede son on yılda. Erkek arkadaşı olmayan kız kalmadı gibi sanki! Muhafazakâr âileler, çocuklarını kaybediyor… İslâm’la ilişkisi sıfırlanmış bir kuşak geliyor… Genç kuşaklar, İslâm’ı terkediyor; âileler, toplum seyrediyor! Oysa İslâm, bu toplumun varlık nedeni, yaratıcı ruhu, tarih yapmasını mümkün kılan yegâne kaynağı. Eğer biz İslâm’ı terkedecek idiysek, bu ülke ne diye savaştı Çanakkale’de, İstiklal Harbi’nde emperyalistlere karşı? Emperyalistlerin işgal ettiklerinde yapacaklarını biz kendi ellerimizle yaptık, yapıyoruz hâlâ bu ülkede: Toplumu İslâm’dan uzaklaştıracak bütün saldırıları gözünü kırpmadan gerçekleştiriyor laik eğitim sistemi, mankurtlaştırıcı kültür ve medya rejimi! Diziler, bütün değerlerimizi bombardımana tabi tutuyor, âileyi kurşuna diziyor! Savaş meydanlarında diz çöktüremedikleri, yok edemedikleri bu toplumu, eğitimle, kültür ve medya rejimiyle biz kendimiz yok ediyoruz: Toplu intihara sürükleniyoruz hep birlikte güle oynaya! Bu toplumun en güçlü kurumu âile oysa: Âilenin çökmesi, toplumun çökmesiyle sonuçlanacaktır.”[8]
Türkiye’nin 11 Mayıs 2011 yılında imzaladığı 24 Kasım 2011’de TBMM’nin müzakeresiz, ilk defa (AKP, CHP, MHP, HDP’den oluşan) muhalefet ve iktidar partilerinin tam bir uyumla şartsız kabul ettiği[9] ve 1 Ağustos 2014 yılından beri yürürlükte olan başta ‘İstanbul Sözleşmesi’ olmak üzere CEDAW gibi sözleşmelerin güdümünde topluma dayatılan Toplumsal Cinsiyet Eşitliği Projesi ve uygulaması, insanlığa ve toplumun geleceğine ihâneti temsil etmektedir. İlginçtir Türkiye hiçbir şerh düşmeden ilk imzalayan ülke olmuştur. Hâlbuki bu proje Batının seküler yoz kültürünün ürünü olduğu halde AB’nin iki kurucu ülkesinden biri olan Almanya bile ancak 2018 Şubat’ında imzalayabilmiş, üstelik de âileye vereceği zararı beyan edip başta “59. maddeyi uygulamama hakkını saklı tutmak” olmak üzere birçok da şerh düşmüştür. Birleşik Krallık’ın da içerisinde yer aldığı 11 ülke sözleşmeyi imzalamış fakat onaylamamıştır. Yine Azerbaycan ve Rusya Federasyonu sözleşmeyi ne imzalamış ne de onaylamıştır. Rusya, ‘partnerler arası şiddet’ ifadesinde partnerler aynı cinsten olabilir diyerek sözleşmeye karşı çıkarken, Vatikan ‘toplumsal cinsiyetin’ uluslararası hukukta karşılığı olmayan bir tanım olduğu gerekçesi ile itiraz etmiştir. İsveç ve İngiltere’nin ise, kadına uygulanan her şiddeti insan hakları ihlali olarak görmenin sakıncalı olduğuna dair şerhleri söz konusudur. Bulgaristan, Hırvatistan, Çek Cumhuriyeti, Macaristan, Letonya, Litvanya, Polonya, Romanya ve Slovak Cumhuriyeti İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkan ülkelerdir. Hırvatistan, sözleşmenin eşcinsel evliliklerini legalize etmeye imkân tanıyacağı, ‘cinsiyet ideolojisi’ üretmek istediği ve Hıristiyan değerlerine aykırı olduğu gerekçesiyle güçlü bir direniş göstermiştir.
Türkiye bu anlamda İslâm ülkeleri içerisinde rol model olarak gösterilmek suretiyle, yapılan operasyon, Türkiye üzerinden tüm Müslüman halkları da dönüştürmeyi hedeflemekte olup tüm İslâm dünyasına yönelik bir tehdittir. Bu tehdit bu anlamda İslâm toplumlarına ve mazlum halklara karşı topyekûn bir saldırıdır. Bu saldırı aynı zamanda kadın haklarını savunur gibi görünmesine rağmen kadına da bir saldırıdır. İffete, ahlâka, kutsala karşı saldırıdır. Bu dünyayı büyük ölçüde insansızlaştırma operasyonudur. İnsan nesline karşı şeytânî bir saldırıdır.[10] Cinsiyetsizleştirmeden eşcinselliğe kadar her türlü sapkınlığı, “kadına karşı şiddeti önleme” parantezine alarak normalleştirmek ve bu örtü altında meşrulaştırmak söz konusudur ki, bu politika ve uygulama ülkemiz halklarına yapılabilecek en büyük kötülüklerden birisidir.
Bu ihanete toplum büyük tepki gösterince Cumhurbaşkanı Erdoğan 1 Haziran 2019’daki Millî İrade Platformu’nda havayı yumuşatmak için, “İstanbul Sözleşmesi nas değil. Bizim için ölçü değildir.” dedi. Kamu Başdenetçisi Şeref Malkoç da “Eşler tartıştığında kadın, karakola telefon açıp şikâyette bulunduğunda koca evden uzaklaştırma alıyor. Bu da öfkeyi ve kadına şiddeti körüklüyor. Biz eşleri barıştırmak yerine ayrılsın diye kanun çıkarmışız.”demişti. Daha önce de AKP iktidarı, “İstanbul’a ihânet ettik” dedi ama bir adım atmadı. “AB’nin isteği üzerine ‘zinayı serbest bırakan yasa’ ile hata ettik.” dediler ama yasayı düzeltmediler. Bu sebeple sapıklık projesi iptal edilmedikçe, “İstanbul Sözleşmesi nas değil.” sözünün de bir hükmü kalmadı. Çünkü “İstanbul Sözleşmesi” kamuoyunda iptal edilmeyi beklerken, TBMM alt komisyonu konuyla ilgili çalışmalarına hâlâ büyük bir hızla devam ediyor. Geçen süreçte bu sözleşmenin kadına şiddeti bitirmediği gibi artırdığı da çok açık bir şekilde görülmektedir. Feminist dernekler, kadın cinâyetlerinin, 6284 nolu yasanın çıkmasından sonra, (2011 yılında 121 olan kadın cinâyet sayısı 2017 yılında 409’a yükseldiğini, yani 6 yılda 4 kat) arttığını gördükleri halde ısrarla sözleşmeyi ve kanunu desteklemeye devam ediyorlar. Bugüne kadar toplumsal yapıda meydana getirdiği büyük tahrîbat ve âilede sebep olduğu çözülme, dağılma ve derin yozlaşma bile AKP yöneticileri ve bütün TBMM üyeleri için büyük bir vebâli üstlenmiş ve insanlık suçu işlemiş olmak bakımından yeterlidir. Yaşanan bu büyük yozlaşmanın tedavisi ve telâfisi giderek de imkânsızlaşmaktadır.
Abdurrahman Dilipak’ın yazısından ilgili bölüm şu şekilde: “Birçok meselede siyasiler böyle kanlı bıçaklı olurken, nasıl oluyor da, bir yanda Emine Erdoğan, aile bakanlığı, KADEM öte yanda Kılıçdaroğlu, İmamoğlu, İnce, Kaftancıoğlu, LGBT, AB’nin ortaya attığı bir “İstanbul sözleşmesi” ve CEDAW gibi, aileyi ve nefsi ifsad eden bir fitne konusunda bu kadar kolay uzlaşıveriyorlar. Bu millet, sağı ile solu ile bu gafleti affetmez!”[11]
Türkiye’de, başta medya olmak üzere, kamu ve sivil kuruluşlar eliyle Toplumsal Cinsiyet Eşitliği adı altında küresel bir proje planlı, programlı bir şekilde uygulanmaktadır. Kadına karşı şiddeti önleme bahanesiyle cinsel yönelim kavramıyla gay, lezbiyen, biseksüel ve eşcinselliğin yaygınlaşması, eşcinsellerin toplum nezdinde meşrulaştırılması ve devlet tarafından hukuklarının oluşturulması amacının güdüldüğü görülecektir. Cinsiyet eşitliğini savunmak kadın-erkek eşitliğini savunmak değildir, bilakis cinsiyet eşitliğini savunmak eşcinselleri, gay’leri, homoseksüelleri, lezbiyenleri savunmaktır. Cinsiyet eşitliği insanın yaratılış fıtratını bozma girişimidir. İstanbul Sözleşmesi ve özellikle 6284 sayılı Kanun, devletin eliyle aileyi yok etme, ortadan kaldırma girişimidir.“Kadının beyanı esastır” sözü adaletten yoksunluktur, hukuk tanımazlıktır, ayrımcılıktır, erkek düşmanlığıdır.
Gay ve lezbiyenlerin birlikte yaşaması bireysel ve çağdaş bir tercih olarak hoşgörüyle karşılanırken, ergenlerin flört ve cinsel ilişkisi yani zina yapmaları alabildiğine serbest iken erken evlilik konusunda devletin müdahaleci, yasakçı ve cezalandırıcı tavrı zulümdür. Türkiye’nin birçok yerinde genç yaşta evlendikleri için haklarında açılan kamu davaları sonucunda binlerce kişi “tecavüzcü” yaftasıyla cezaevinde yatıyor. Bu kapsamda 8 bin aile 16 bin çocuğun mağdur olduğu belirtiliyor. Evlendikten yıllar sonra açılan kamu davalarıyla mağdur edildiğini belirten kadınlar, severek ve isteyerek evlendikleri resmi nikâhlı eşlerinin bir an önce serbest bırakılmasını istiyorlar.
İslâm’da Âile Yapısı ve Eşlerin Konumu
İslam öncesi cahiliye döneminde kadın insan bile sayılmıyordu. İslam dini, kadını olması gereken konuma yükseltmiş, ona Allah’ın lutfettiği insanlık onurunu kazandırmıştır. Câhiliyede kız çocuğu ve kadın hor görülür ve kızı olan öfkeye kapılırdı: “Onlardan biri, kız ile müjdelendiği zaman içi öfke ile dolarak yüzü simsiyah kesilir!”[12] Bu âyette Allah (c) cahiliye insanının kadına bakışını anlatır ve bu anlayışı çirkin bulur. Rabbimiz yaratmanın kendisine ait olduğunu, kızı da erkeği de kendisinin yarattığını ve bu sebeple her ikisinin de aynı değerde olduğunu ve dilediğine kız dilediğine erkek çocuğu veren iradenin kendisi olduğunu hatırlatmış ve cahiliye kültürüyle hareket edenleri uyarmıştır: “O, dilediğini yaratır. Dilediğine kız çocukları, dilediğine erkek çocukları verir.”[13]
Kur’an nikâh/evlenme tâbirini, erkek ve dişi olarak yaratılan insan türünün aralarındaki âhenk ve uygunluğu açıklamak için kullanmaktadır. Zira evlilikte huzur havası, karşılıklı sevgi ve merhametin gelişme ortamı mevcuttur. Kur’an, aile hayatının huzur ve sükûnet ortamı için gerekli olduğunu, kadınla erkek arasında Allah’ın sevgi bağları oluşturmasında büyük hikmetler olduğunu vurgular: “Kaynaşmanız (sükûnete ve tatmine ermeniz) için size kendi (cinsi)nizden eşler yaratıp da aranızda sevgi ve merhamet kılması da O’nun âyetlerinden, (varlığı ve birliğinin) delillerindendir. Doğrusu bunda, iyi düşünen bir kavim için âyetler/ibretler vardır.”[14]
“Kadınlarınız konusunda Allah’tan korkun. Çünkü siz onları Allah’tan emanet olarak aldınız.”[15]
“Mü’minlerin iman bakımından en kâmil/olgun olanı; ahlâkı güzel olan ve âilesine nâzik davranandır.”[16]
Erkek olsun, kadın olsun her insanın dünyaya gönderiliş hikmeti, Kur’ân-ı Kerim’de “ibâdet” olarak açıklanıyor. İbâdet, yani kulluk yapmak, Allah’ın emirlerine uygun bir hayat geçirmek. İşte bu gayenin gerçekleşmesinde karı-koca birbirine yardımcı olacak, sevgilerini ispatlayacaklardır. Kur’ân-ı Kerim’de gerek yaratılış, gerekse hak ve sorumluluklar yönünden erkeklerle eşit konumda olan bir kadın portresi çizilmektedir. Kadın, Allah’ın kulu olması bakımından erkekle eşit seviyededir; dinî hak ve sorumlulukları da aynı düzeydedir.[17]
İslâm inanç ve hukukunda, koca hanımını tahkir edemez, onun hayat arkadaşı olduğunu unutmamak zorundadır, ona zorbalıkla değil merhametle ve şefkatle davranmak sorumluluğunu unutmamalıdır. Rasûlullah (s) “Erkeğin en hayırlısı, kadına en iyi davranandır.” buyurmuştur.[18]
İslâm, kadın ve erkeğin insan olmak bakımından yaratılış itibariyle eşit olarak yaratıldığını ve insanlığın bu iki eşdeğer anne ve babadan ürediğini bildirir: “Ey insanlar; doğrusu biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık…”[19] “Ey insanlar sizi tek bir nefisten yaratan, ondan eşini yaratan ve her ikisinden birçok erkek ve kadın türetip yayan Rabbinizden korkup sakının…”[20] Yine İslâm dini kadın ve erkek arasında bir ayrımın söz konusu olmadığını, doğum, ölüm ve daha sonraki hayatlarında bu iki cinsin birbirinden üstün bir tarafı olmadığını beyan eder. Çünkü insan Allah huzuruna yardımcısız, tek başına çıkarak, hesabını kendisi verecektir: “Göklerde ve yerde olan (herkesin ve her şeyin) tümü Rahman (olan Allah)a, yalnızca kul olarak gelecektir.”[21]Allah’ın kulu olmak bakımından da erkek ve kadın eşittir ve eşit sorumlulukları vardır. Aralarındaki üstünlük ancak ve sadece Allah’ın nezdindeki takvaları bakımından olabilir. Hangisi daha takvalı ise, Allah katında o üstündür.[22]İman sahibi, sâlih amel işleyerek Allah yolundan ayrılmayan mü’min kadın ve erkekler, dünya ve âhirette aynı şekilde ödüllendirilirler: “Erkek olsun, kadın olsun, bir mü’min olarak kim sâlih bir amelde bulunursa, hiç şüphesiz biz onu güzel bir hayatla yaşatırız ve onların karşılığını, yaptıklarının en güzeliyle muhakkak veririz.”[23].
Kadınla erkek arasındaki farklılık, hayat içinde birbirini tamamlamalarını sağlayan farklı özelliklerle yaratılmış olmalarından ileri gelmekte ve kadınların daha naif, hassas ve daha duygusal varlıklar olduğu belirtilmektedir. Bunun için fert ve toplum hayatında bu iki cinsin fonksiyonlarında ve yüklenen sorumluluklarda farklılıklar görülmekte, sorumluluklar ve taşıyacağı yük bakımından kadının özellikleri dikkate alarak korunduğu dikkat çekmektedir. İslâm, öyle bir aile modeli çizmiştir ki, bu ailede bütün aile fertlerinin ayrı ayrı görevleri bulunmakta ve bu görevlerinde kesinlikle eşlere karşı bir haksızlık yapılmamaktadır. Çünkü kadını ve erkeği yaratan, yaşatan, rızık veren, görev, sorumluluk ve karşılıklı haklarını belirleyen ve sonunda da ikisini de vefat ettirip kendisine döndürerek hesaba çekecek olan Allah’tır.
Nice konuları kısaca izah eden, bazı farz ve haramları bir-iki âyetle belirten Kur’an, aile hayatını, geçimi, eşlerin birbirine ve çocuklarına karşı haklarını, görevlerini, birbirleriyle ilişkilerini uzun uzun ele almış ve yuvanın huzuru için gerekli prensipleri tafsilâtlı şekilde açıklamıştır.
Eşleri, âileyi ve toplumu kurtaracak, izzet ve şeref kazandıracak, zulüm ve haksızlıktan koruyup adalete ulaştıracak olan, sadece ve sadece, hepsinin sahibi ve mâliki olan Allah ve O’nun dini İslâm’dır. O hâlde huzurlu bir âile ve toplum, saygıdeğer mutlu eşler, zulmün önlendiği bir adâlet isteniyorsa yapılacak tek şey yaratıcının kulları için seçtiği hayat tarzı olan İslâm’a uyulmalıdır. Cahiliyenin zulüm bataklığından ve kadını aşağılayan uygulamalarından sonra, insanlık ufkunu aydınlatan İslâmî hayat nizamı; aile hayatına getirdiği yenilikle adalette çığır açacak nitelikte bir modeli benimseyerek erkeğe ve kadına âile içerisinde baskı unsuru olabilecek ve âilenin zararına olacak tüm davranışları ortadan kaldırmıştır.
İslâm, aile reisi olarak erkeğe görev vermiştir. “Allah’ın bir kısmını bir kısmına üstün kılması ve erkeklerin mallarından geçimi sağlamaları dolayısıyla, erkekler kadınlar üzerine yöneticidirler/kavvamdırlar (Erkekler, kadınların koruyup kollayıcılarıdırlar). Saliha kadınlar, gönülden (Allah’a), itaat edenler, Allah nasıl koruduysa görünmeyeni (gizli olanı) koruyanlardır. …”[24] “…Kadınların, yükümlülükleri kadar meşru hakları vardır. Yalnız erkeklerin kadınlar üzerinde bir derece farkı vardır…”[25]
Âyet-i kerimede geçen “kavvam” kelimesi; bir şeye bakan, muhafazasına görevli, işlerini çekip çeviren anlamına gelen “Kaaim” kelimesinin mübalağa sigasıdır. Dolayısıyla bir şeyin üzerinde sorumlu olmak, onu ayağa kaldırmak anlamlarına geliyor. Bu anlamda erkek de ailenin işlerini görmekle, ailenin korunmasını ve geçimini sağlamakla sorumlu kılınmıştır.
Rabbimiz bu âyetlerde zikrettiği üzere, aile reisliği görevini erkeğe vermiştir. Erkeğin aile reisliğinde, ailenin ihtiyaçlarını karşılamak ve aileyi her türlü dış tesirlerden koruma görevi de söz konusu olduğu için ona büyük sorumluluk düşer. Buna karşılık erkek aile içerisinde kadının şahsi malına karışamadığı gibi, ona bazı yükümlülükler de yükleyemez. Hatta kadın çocuğa bakmak istemezse kocasından bir bakıcı bile isteyebilir ve ev işlerini yapmayabilir. Ama buna rağmen bu tür ev ile ilgili iş ve sorumluluklar kadının takvasının göstergesi olduğundan Peygamberimiz (s) tarafından teşvik edilmiştir. İslâm aile hayatının devamı karşılıklı hakların korunmasıyla mümkündür. “Sizin kadınlar üzerinde haklarınız, kadınlarınızın da sizin üzerinizde hakları vardır.”[26]
Merhum Seyyid Kutub’un bu âyetle ilgili tefsiri şöyledir: Erkek ve kadın her ikisi de Allah’ın yarattığı varlıklardır ve Allah, yarattıklarından hiç birine zulmetmeyi murat etmez. Hem kadın, hem erkek her ikisi de, toplumun en önemli kurumu olan ailenin üyeleridir. Aile içinde her üyenin belirli sorumlulukları vardır. Bilinen biyolojik özellikleri nedeniyle kadının birinci sorumluluğu çocuk doğurmaktır. İdeal olarak, kadının bu aslî sorumluluğunu rahatça yerine getirebilmesi için gerekli olan her şey toplumda erkek tarafından karşılanmalıdır: Bu hem fiziksel koruma, hem de maddi geçimi sağlama anlamına gelir. Aksi takdirde bu kadına çok ciddi bir zulüm olur. Bununla birlikte böyle bir tutum sadece maddi kıvâme ile sınırlı tutulmamalıdır. Geniş manada bu tavsiye ruhî, ahlâkî, aklî ve psikolojik boyutlarda da uygulanmalıdır. Böyle bir tutum, besleyici olmak yerine tahrip edici olan rekabetçi ve hiyerarşik düşünceyi de ortadan kaldıracaktır.[27]
Merhum Elmalılı Hamdi Yazır, Nisâ 34. âyetin tefsirinde şu açıklamayı getirmiştir: Erkekler kadınlar üzerine hâkimdir. Aile içerisinde hâkimiyet, yâni aile fertlerini koruyup gözetme vazifesi, erkeğe verilmiştir. Âyetten, erkeğin bu vazifeyi yapmak üzere bu konuda kadından daha üstün kılındığı anlaşılmakla beraber, açıkça ‘Erkekleri kadınlardan üstün kılmıştır.’ yerine ‘Bazısını bazısından üstün kılmıştır.’ buyurulmasının da, daha başka mânâları vardır. Şöyle ki, bu tarz ifadeden anlaşıldığına göre, gerek kadının gerek erkeğin birbirinden üstün tarafları vardır. Yani kadının da bazı bakımlardan erkekten üstün tarafları vardır. Aile çatısı altında, her iki tarafın üstün meziyetleri birleştirilir ve ailenin ihtiyaçları yanında, saadeti de temin edilmiş olur.[28]“Faddale” kelimesiyle ilgili bir başka tanımlamaya göre ise, bu kelimeden anlaşılması gereken, bazısının bazısına üstün yaratıldığı değil, bazısının bazısına göre üstleneceği sorumluluk bakımından farklı kılındığı hususudur. Bu da erkeklerin, aileyi koruma ve işlerini görme bakımından biyolojik olarak bu sorumluluğu yerine getirmeye müsait özelliklerde yaratıldığını ifade etmektedir. Yine bu tarz ifadeden şu mânâ anlaşılmaktadır: “Her erkek her kadından üstündür.”, diye bir hüküm vermek doğru olmaz. Bazı kadınların müstesna bir yaratılışa sahip oldukları, yine bazı erkeklerin de erkeğe ait hususiyetleri taşımada, bazı kadınlardan daha yetersiz oldukları ayrı bir gerçektir. Bununla beraber, aile en küçük bir cemaat olması itibariyle, onun da her halükârda bir yöneticisi olacaktır. Bu yönetici, her zaman ve her şart altında, yine erkektir. Bunu da âyetin devamından anlıyoruz. Erkekler için “…ve mallarından infak etmektedirler.” yâni çoluk çocuğun ve hanımın nafakalarını temin etmektedirler, buyruluyor.
Erkek ailenin geçimini sağlamakla görevli olduğu için kadının maddi ihtiyaçlarını karşılamak ve bunu da İslâm dairesi içerisinde gerçekleştirmek zorundadır.[29] Kadın, almış olduğu mirastan erkeğe sadece gönül rızası ile olanın dışında hiç bir şey harcamamakta serbesttir. Buna karşılık erkek, her durumda harcamak görevi ile yükümlüdür. Allah Teâlâ kadını evin sahibesi olarak yaratmıştır. Erkek ailenin geçimini sağlamak, mal kazanmakla görevli olduğu gibi, kadın da bu malları evin işlerini gereken şekilde yürütmek üzere harcamakla yükümlüdür. Çünkü kadın, kocasının evinin çobanıdır. Bunun dışında İslâm, evin dışında kalan görevlerin hiçbirinde kadını yükümlü tutmaz. Erkek kadınla iyi geçinmek ve onun haklarını korumakla yükümlüdür: “… Onlarla güzellikle geçinin. Şayet onlardan hoşlanmadınızsa, belki, bir şey hoşunuza gitmez, ama Allah onda çok hayır kılar.”[30]
“… Erkek, ailede yöneticidir ve yönetiminden sorumludur. Kadın da kocasının evinde yöneticidir ve elinin altındakilerden sorumludur.”[31]
Kur’an, Nüşûz Hâlinde Sorumluluklarını Yerine Getirmeyen İsyankâr Kadına Karşı Takip Edilecek Yolu Gösterir
Peygamberimizin (s) kadınlar konusunda Müslümanları sürekli uyardığını ve onlarla iyi geçinmeyi tavsiye ettiğini birçok hadisten öğreniyoruz. Kadın dövülmez, nasihat edilir. Yalnız Nisa sûresi 34. âyette zikredildiği gibi, kadın âsî olur erkeğini İslâmî ölçülerde dinlemezse, mahrem olmayan kimselerle oturup kalkar ve erkeğin malını savurganlıkla harcar, aile sırlarını dışarı çıkarırsa önce uyarıda bulunulur, bunun şiddeti biraz arttırılır ancak yine fayda sağlamıyorsa duruma göre (yaralamak ve şiddet amaçlı olmadan) edebe dâvet, korkutma ve utandırma maksadıyla hafifçe dövülebilir. “…(Evlilik yükümlülüklerini reddederek) başkaldırdıklarını gördüğünüz kadınlara öğüt verin, onları yataklarında yalnız bırakın. (Bunlar fayda vermez de mecbur kalırsanız) onları (hafifçe) dövün. Eğer itaat ederlerse, artık onların aleyhine başka bir yol aramayın. Şüphesiz Allah, çok yücedir, çok büyüktür.”
Olayın anlaşılması için iki kelimenin doğru şekilde anlaşılması gerekiyor. 1- Nüşûz 2- Darb. Nüşûzun ne olduğu; Darbın da usulü ve miktarı.
1- Nüşûz: Nüşûz itaatsizlik demek; ama kocanın herhangi bir emrine itaatsizlik veya temel görevlerinden biri olmayan bir konuda verilen görevi yapmamak değil; Kadının temel görevi olan bir hususta isyanı veya iffetsizlik gibi davranışı anlamında kullanılır. Râgıb el-İsfahanî şöyle der: “Nüşûz; kadının kocasına kin tutması ve ona saygıdan uzaklaşıp başkasına göz koymasıdır.” Âsım Efendi, el-Kamusu’l-Muhît tercümesinde şu açıklamayı verir: “Nüşûz; hâtun, zevcine buğz ve adâvet idüp isyan ile muâmele eylemek mânâsınadır.” Yani “nüşûz; hanımın, kocasına düşmanlık ve kinle isyan etmesidir.” Kısacası, bir iffetsizlik ve sadâkatsizlik söz konusudur. Yani, kocasına karşı olan temel vecibelerini yerine getirmemesi, namus konusunda gerekli şekilde davranmaması, kocasına isyan etmesi diye özetleyebiliriz. Vecibe olmayan işlerdeki itaatsizlikten dolayı dövmeye hakkı yoktur. Yani, İslâm’a göre kadının mutlaka yerine getirmesi gerekli temel görevlerinden biri konusunda isyankâr davranması ancak bu psikolojik ıslah edici davranışa yol açabilir. Ev işlerini yapmaması gibi durumlarda böyle bir ceza uygulanamaz.
2- Darb: Darb kelimesinin Kur’an’da farklı anlamlarda kullanılmasına rağmen, burada bir ceza çeşidi olarak darbetmekten bahsedilir. Evet, bu âyette geçen darb dövmek demektir, ama nasıl bir dövme? Bu, bizim anladığımız ve örneklerini bolca gördüğümüz fiziksel bir ceza değil, psikolojik bir cezadır.[32]
Nitekim, Peygamberimiz hayatı boyunca hiçbir zaman kadına el kaldırmamış, “(kadınlarınızı) dövenleriniz hayırlılarınız değildir.”[33]; “Sizden biri, hangi düşünceyle hanımını köle döver gibi dövmeye tevessül eder? Akşam olunca aynı yatakta beraber yatmayacaklar mı?”[34] “Akşam belki de birleşeceği karısını insan nasıl döver?”[35] buyurmuştur. Ve yine; “Sizin hayırlınız kadınlarına hayırlı olan (iyi davranan)dır.”[36] demiştir. Yüze, tehlikeli yerlere vurmayı ve iz bırakacak kadar vurmayı men etmiştir. Şu halde, buna ancak mecâzen ve psikolojik tesiri bakımından “dövme” denebilir. Âile bağını koparmamak için son çare olarak gösterilmiş yine de acı bir ilaçtır. Bu tedbirler de problemi çözmezse hakemlere başvurulur: “Karı-kocanın aralarının açılmasından korkarsanız, erkeğin âilesinden bir hakem ve kadının âilesinden bir hakem gönderin; bunlar düzeltmek isterlerse, Allah onların aralarını buldurur…”[37]Kusur erkekte olduğu takdirde kadının da hakeme ve hâkime başvurma hakkı vardır. Hakemlerin doğrudan veya hâkim vâsıtasıyla ayırma salâhiyetleri de vardır. Ayrıca kadın bir bedel üzerinde anlaşarak ayrılmayı talep edebilir.[38]
Kur’ân, nüşûzu hem erkekler, hem de kadınlar için kullandığından, kelime ‘kocaya itaatsizlik’ anlamına gelemez. Seyyid Kutub bu kelimeyi, evli çift arasındaki bir tür anlaşmazlık durumu olarak açıklamaktadır. Konuyla ilgili âyetler birlikte ele alındığında ise, “Allah’ın kendilerini korumasına karşılık gizliyi (kimse görmese de namuslarını) koruyucudurlar” hükmünden sonra nüşûzdan bahsedilmesi, bunun namus ve iffetle ilgili olabileceğini düşündürmektedir. İşte bu tür bir nüşûz ve anlaşmazlık durumunda Kur’ân muhtemel çözüm yolları olarak neler önermektedir? Birincisi sözlü çözüm: ya (Nisa Suresi 34. âyette olduğu gibi) sadece karı ile koca arasındadır ya da (Nisâ 35 ve 128. âyetlerde olduğu gibi) hakemlerin yardımıyla karı ile koca arasındadır. Eğer açık konuşma ve tartışma metodu başarısızlıkla sonuçlanırsa, o zaman daha zor bir çözüm tarzı uygulanır ki, bu ikinci çözüm olan ayrılmadır. Ancak çok aşırı durumlarda en son çözüm uygulanır ki o da üçüncü çözüm olan hafifçe döverek cezalandırmaktır. Sünnet, bu dövmenin psikolojik bir ceza olduğunu göstermiştir. Sünnet burada da yenilik getirerek dayağın derecesini göstermiş “eziyet edici olmaması”nı emretmiştir. Şu halde, İslâm, her devirde varlığını fiilen dünyanın her köşesinde korumuş beşerî bir realiteyi ciddî kayıt ve şartlara bağlayarak kadınlar lehine ıslah etmiş, asgarî seviyeye, en az zararlı bir hâle getirmiştir.
İlk önce, Kur’ân aile düzeninin devamına öncelik verir ve onun tekrar kazanılmasının önemini vurgular. Başka bir deyişle, şiddetle cezalandırmak, eşler arasındaki anlaşmazlıklar için kullanılacak bir disiplin tedbiri değildir.İkincisi, eğer bu tedbirler Kur’ân’ın önerdiği sıra içinde uygulanırsa, son tedbir uygulanmaksızın düzenin tekrar sağlaması mümkün olur. Üçüncüsü, eğer üçüncü çözüm önerisine ulaşılmışsa bile bu ‘cezalandırma’nın niteliği eşler arasında şiddet yaratacak tarzda veya eşler arasında bir kavga şeklinde olamaz çünkü bu ‘gayrı İslâmî’dir. Rabbimiz, ‘…eğer ikisi (karı koca) aralarında sulh (barış) yaparlarsa bunda onlar üzerine bir günah yoktur. Sulh (dâima) daha hayırlıdır.’ buyurmuştur.[39] Asıl amaç olan, şiddet ve zoraki itaat değil, “sulh ve antlaşma yapmak”tır. O dönemle ilgili bilgiler göz önünde bulundurulduğunda, bu âyetin kadınlara karşı o günkü toplumda var olan sınırsız ve kontrolsüz şiddet uygulanmasını yasakladığı anlaşılmaktadır. O halde bu âyet dayak için bir izin değil, var olan aşırı uygulamalar için bir sınırlama getirmektedir. Koca te’dib hakkını sırayla öğüt, küsme ve hafifçe dövme şeklinde kullanacaktır. Dövme, son çaredir ve bazı kadınlar için başka çare bulunmadığı göz önüne alınarak izin verilmiş, fakat sınırlama yapılmıştır.
Kişiliğini oluşturamamış, şirret, laftan anlamayan, huzursuzluk çıkarıp âilenin işleyişini tek taraflı bozan kadınlar için boşanma öncesi önerilen bu metodu, âilenin saâdeti için çalışan, sorunlara yaklaşımda ölçülü, vakarlı kadınlar için de, onların belki haklı olarak karşı gelmelerine şâmil kılıp genelleştirmek Kur’an’a aykırıdır. İslâm’ın temel esaslarından habersiz ve cahil olan kocaların büyük çoğunluğu, kadınlarını dövme yetkisini Kur’an’dan değil; nefis ve hevâlarından, câhilî örf ve âdetten, geleneksel cahiliyenin “kazak erkeklik” kültüründen almakta, Rasûlullah’ın ifâdesiyle “leîm/kötü koca” sıfatını hak etmektedir.
Gerçek anlamda Allah’a imanı, teslimiyeti, âhiret ve hesap bilinci olan bir mü’minin, eşini öldürmesi ya da öldüresiye dövmesi ise asla mümkün değildir. Çünkü mü’minin bu bilinci, imanını yok edecek bir haram işlemekten onu koruyacaktır. O bilmekte ve iman etmektedir ki Rabbi şöyle buyurmuştur: “…Kim bir kimseyi, bir kimseye veya yeryüzünde (yaptığı) bozgunculuğa karşılık olmadan (haksız yere) öldürürse, bütün insanları öldürmüş gibi olur. Kim de ona hayatını bağışlarsa; bütün insanları diriltmiş gibi olur…” Anlaşılacağı üzere, erkeğin hanımını öldürmesi imanıyla bağdaşmaz. Bu sebeple, bir kişi eşini öldürmüşse bilinmelidir ki o, Allah’a, âhiret ve hesaba imanını kaybedip hevâsını ilahlaştırarak sekülerleşmiş bir kişidir.
Konuya 2. Bölümde devam edeceğiz…
Mehmet Pamak
Dipnotlar:
[1] http://âileakademisi.org/yazi/turkiye%E2%80%99de-âileyi-kamunun-denetimine-acmak-kadina-siddet-cinsel-istismar-ve-hukukun-manipulasyon
[2] Türkiye Âile Meclisi, ülke genelinde “Âileyi yıkan yasalar kalksın”, “İstanbul Sözleşmesi iptal olsun”, “6284 sayılı yasa kalksın”, “Toplumsal Cinsiyet Eşitliği insanlığa savaştır” temalı kitlesel basın açıklamasında yer alan tespit ve talepler. https://dogruhaber.com.tr/haber/585059-turkiye-toplumun-temel-yapi-tasi-olan-âileyi-kaybetmekle-karsi-karsiya/
[3] Genç Öncüler Dergisinin, Av. Muharrem Balcı ile yaptığı röportajdan.
[4]Günay Bulut, Batı’nın Sosyolojik Silahı: Toplumsal Cinsiyet Çeşitliliği, Haksözhaber, 22 Nisan 2019. https://www.haksozhaber.net/batinin-sosyolojik-silâhî-toplumsal-cinsiyet-cesitliligi-33104yy.htm
[5] Muharrem Balcı, http://www.mucerret.com/dosya/istanbul-sozlesmesi-ile-neyi-imzaladik/
[6] Sema Maraşlı’dan tepki: “AK Parti neden İstanbul Sözleşmesi’nde ısrarlı?”, Murathan Seyitoğlu Yeniakit.com.tr, 05. 07. 2019.
[7] https://www.yeniakit.com.tr/haber/dilipaktan-istanbul-sozlesmesine-tepki-seytan-isbirlikcileri-ile-birlikte-fazla-mesai-yapiyor-829757.html
[8] Yusuf Kaplan, Yeni Şafak, 08 Temmuz 2019.
[9] Mücahit Gültekin, Milli Gazete, “İstanbul Sözleşmesi TBMM’den nasıl geçti?” başlıklı yazısında şunları yazdı: Sözleşme’nin 4. maddesi LGBT haklarını güvence altına alıyor; 12. maddesi, “kadına ve erkeğe ilişkin alışılagelmiş rollerin bulunduğu düşüncesine dayanan” örf, adet, gelenek ve her türlü uygulamayı “kökünden kazımayı” amaçladığını söylüyordu (Metnin orjinalinde “eradicating” geçmektedir. “Ortadan kaldırma” olarak çevrilen bu kelime kökünü kurutmak, kökünden söküp atmak, kökünü kazımak gibi anlamlara gelmektedir). Hemen hiç bir konuda anlaşamayan bu dört parti İstanbul Sözleşmesi oylamasında aynı çizgide hizalanmış, aynı safta durmuşlardı. Oylamadan 246 kabul, “sıfır” ret oyu çıkmıştı. Çekimser oyu veren tek vekil ise ertesi gün Meclis’e dilekçe verdi. Yanlışlıkla “çekimser” tuşuna basmıştı, oyunu “kabul” oyuyla değiştirmek istiyordu.
Sözleşme’nin onaylanmasının uygun bulunduğuna dair kanun tasarısı 24 Kasım 2011’de Meclis’te oylanmış ve 8 Mart 2012 tarihinde Resmi Gazete’de yayınlanmıştı. Fakat geçenlerde fark ettim ki, Meclis’in oyladığı Sözleşme ile, Resmi Gazete’de yayınlanan aynı değildi. Sözleşme’nin belki de en kritik maddesi olan 4. maddenin 3. bendindeki “cinsel tercih” kelimesi, Resmi Gazete’de “cinsel yönelim” olarak değiştirilmişti. Bunun hukuki karşılığının ne olduğunu bilemiyorum. Ama öyle görünüyor ki, Kanun, Meclis’ten çıkıp Resmi Gazete’ye gidene kadar, bir el araya girmiş ve o ifadeyi değiştirmiş. Kısacası, bugün yürürlükte olan Sözleşme, Meclis’in onayladığı Sözleşme ile aynı değil.
[10] Türkiye Âile Meclisi’nin basın açıklaması, 10. 07. 2019.
[11] Abdurrahman Dilipak, “Kim Kazandı”, Yeni Akit.
[12] Nahl, 16/58.
[13] Şûrâ, 42/49.
[14] 30/Rûm, 21
[15] Ebû Dâvud, Menâsik 56; İbn Mâce, Menâsik 84
[16] Nesâî, Işretu’n-Nisâ, 229; Tirmizî, İman hadis no: 2612
[17] 3/Âl-i İmrân, 195; 9/Tevbe, 71
[18] Buhâri, nikâh 43; Müslim, fedâil 68.
[19] Hucurat, 49/13.
[20] Nisâ, 4/1.
[21] Meryem, 19/93.
[22] Hucurât, 49/13: “…Allah katında sizin en üstün (kerim) olanınız, (ırk ya da cinsiyet bakımından değil) takvaca en ileride olanınızdır…”
[23] Nahl, 16/97
[24] Nisâ, 4/34.
[25] Bakara, 2/228.
[26] Tirmizi, Radâ’, 11.
[27] Seyyid Kutup, Fî Zilâli’l-Kur’an Tefsiri.
[28] Emalılı Hamdi Yazır Tefsiri.
[29] Nisa, 4/34.
[30] Nisâ, 4/19.
[31] Buhârî, Cum’a 11; Müslim, İmâret 20
[32] Ahmed Kalkan, Hangi Kadınlar Ne Yapınca Ne Kadar Dövülebilir? www.islamvehayat.com.
[33] İbn Mâce, Nikâh 51; Ebû Dâvud; Nesâî; Ahmed bin Hanbel.
[34] Buhârî, nikâh 93, Edeb 43; Müslim, Cennet 49.
[35] Ahmed bin Hanbel, 4/17; Buhârî, Nikâh 93.
[36] Müslim, Birr 149.
[37] Nisâ, 4/35.
[38] Ahmed Kalkan, Müslümanın Evliliği ve Aile Hayatı, Beka Yayınları, İstanbul, 2008.
[39] Nisâ, 4/128.