11-09-2017 23:54

Halkı Müslüman olan ülkeleri kan gölüne çevirmek için bir sebep lazımdı

Ortadoğu’daki kaos ve düzensizlik. 11 Eylül ABD’nin “yeni düşman” ve “yeni dünya düzeni” senaryosunun önemli bir yapı taşı oldu. Aktörler değişti fakat senaryo hala aynı. Son düşman: İslam… Mekan: Ortadoğu… Senaryo: Kaos…

Halkı Müslüman olan ülkeleri kan gölüne çevirmek için bir sebep lazımdı

 

Haber10
Ergün Munduz/Furkan Düzenli

Devletlerin terör örgütlerinden müttefikimiz diye bahsettiği bir dönemi yaşıyoruz. Küresel güçlerin kendi terör ve müttefik tanımlarını dünyaya dayattığı kanlı bir dönem… Kadim coğrafyaların “yeni” düzeni incelikli kavramsallaştırmalar, özenle seçilmiş söylevlerle karşımıza çıkıyor. Yaşadıklarımızın Aryan kabileciliğinden, Moğol saldırılarından tek farkı altın kravat iğneleri ve şık toplantı salonları.

20. Yüzyılın hayal kırıklığını belki de en iyi Bilge Kral Aliya İzzetbegoviç ifade etmişti: 20. Yüzyılda, Avrupa kıtasında yaşıyorduk. “Medeni dünya”nın Bosna’da yaşanan soykırıma sessiz kalmayacağını düşünüyorduk. Oysaki gözlerini ve kulaklarını kapatmıştı.

“Medeni dünya” gözlerini sadece Bosna’da kapatmadı. Çeçenistan, Afganistan, Irak, Mısır ve bugün Suriye… Sömürgecilikle kazanılmış zenginliklerini hegemonya duvarıyla korumaya çalışanlar demokrasi, özgürlük, insan hakları gibi kavramları kullandılar. Bugün korunaklı duvarların ardından mülteci akınlarını izleyenlerin en büyük bahanesi 11 Eylül’ün yıl dönümü.

ABD, 11 Eylül 2001 tarihinde büyük bir şok yaşadı. El-Kaide'ye bağlı kişiler tarafından kaçırılan uçakların 11 Eylül 2001 tarihinde iki farklı hedefe intihar saldırısı düzenlemesiyle gerçekleşen bir dizi terör saldırısı sonucu 19 hava korsanı dâhil 2.996 kişi hayatını kaybetti. ABD Dışişleri Bakanlığı saldırıyı El Kaide Terör Örgütünün düzenlediğini duyurdu. Dünya, 11 Eylül saldırılarıyla şiddet ve savaş sarmalına girdi.

11 Eylül saldırıları ABD’nin SSCB’yle girdiği güç yarışında “rızaya dayalı” diplomatik hegemonyadan “zora dayalı” askeri hegemonyaya geçişi için düğmeye bastığı tarihtir.

I. Paylaşım Savaşı (1914-1918) sömürgelerin paylaşımı ve yollarının emniyetini sağlamak üzere yapılmıştı. II. Paylaşım Savaşı (1943-1945) avını paylaşamayan güçlerin hesaplaşması olarak yaşandı. Savaşın sonunda ABD Atlantik merkezli hegemonyanın bayrağını İngiltere’den alırken yeni bir vesayet ağı oluştu. SSCB, Arap milliyetçisi Ortadoğu ülkelerini özgürlük ve serbest piyasa karşıtlığı sloganıyla yanına çekerken ABD insan hakları, demokrasi ve liberalizasyon sloganlarıyla ikinci bir kutup olarak Avrupa ülkelerini yanına aldı.

1989 yılında Berlin duvarının yıkılması, Varşova Paktının ve SSCB’nin dağılması gibi gelişmeler II. Paylaşım Savaşı sonrasında boşluklar meydana getirdi. 1991’de Slovenya ve Hırvatistan’ın bağımsızlığını ilan etmesiyle Yugoslavya dağıldı. İki kutuplu dünyada bir yandan Bağımsız Devletler Topluluğu’nun (BDT) doğuşu öte yandan Çin ve Rusya’nın çok kutuplu dünya söylemi ABD’yi kuşkulandırdı. 1993 yılında Samuel Huntington Medeniyetler Çatışması teziyle ABD‘yi küresel çapta bir dizayn projesine davet ediyordu.

AĞZINDAN BAL AKAN KURT

ABD II. Paylaşım savaşının ardından dünyanın polisliğine soyundu. Amerikan dış politikasının güvenlik ayağı Truman Doktriniyle belirlendi. İngiltere’den boşalan Ortadoğu’nun doldurulmasıyla SSCB’yi çevreleme politikası güdüldü. Ortadoğu ülkelerinde radikal örgütlerin beslenmesi yoluyla kontrollü şiddet politikası güttü. Amerika 1946’da öngörülen açık ekonomi anlayışı İngiltere ve Avrupa aracılığıyla ekonomik bir ideoloji olarak dünyaya dayatılırken Marshall planı doların konvertibilitesi yoluyla Truman doktrinini tamamladı.

II. Paylaşım savaşı sonrası kurulan uluslararası örgütler ABD’nin küresel polislik yolunda kullandığı birer karakol işlevi görmektedir.

Truman’ın dünyada demokrasileri korumak esaslı askeri doktrini demokrasileri koruma bahanesiyle hareket ederken Marshall Planı BM, IMF ve Dünya Bankası gibi örgütler yoluyla ekonomik bir postkolonyal ağ oluşturdu. Uluslararası örgütlere mali katkısı yoluyla kararları etkiledi.

Gelişmekte olan ülke elitlerini yönetime getirerek ileri karakollar kurdu.

Bill Clinton döneminde Pax Americana politikası güden ABD soğuk savaşın bitmesiyle düşmansız kaldı. George W. Bush dönemi 11 Eylül saldırıları Amerika’nın ihtiyaç duyduğu düşmanı yarattı.

Usame Bin Ladin, savaşmayı Sovyetlere karşı mücahit yetiştiren kamplarda öğrendi. Bin Ladin, Suudi Arabistan’da işletme ve mühendislik okudu. 1979 Aralık ayında, aynı zamanda arkadaşı olan, Suudi Gizli Servisi Şefi Prens Turki bin Faysal tarafından Pakistan’ın Peşaver kentine gönderildi. Pakistan Gizli Servisi ISI tarafından yönetilen kamp Amerika, Suudi Arabistan ve Pakistan’ın ortak projesiydi. Dünyanın dört bir yanından gelen Müslüman gençlerin silah eğitimi alındığı kampta Ladin de eğitim aldı.

Bin Ladin, 1986’da kendi kamplarını kurmaya başladı. 1988’de ülkesine kahraman olarak döndü. ABD bugün Suriye ve Irak’ta PYD/PKK’yı taşeron olarak kullandığı gibi dün de El Kaide’yi kullandı. Ancak terör örgütlerinin istediğini alamayınca sahibini de ısıracağını ya unutuyor ya da görmezden geliyor. Haziran 1990'da Irak lideri Saddam Hüseyin Kuveyt’e girince Usame bin Ladin, Suudi sınırlarının korunması görevinin kendisine verilmesini istedi. Kral Fahd bu çağrıya kulak asmayıp Amerikan askerlerini çağırınca, Bin Ladin küplere bindi. Önce Pakistan'a, ardından Afganistan'a gitti. Bin Ladin gibi binlercesi, 1979'dan itibaren Afgan Savaşı sırasında, SSCB'ye karşı savaşmaları için silahlandırılmış ve Batılı istihbarat örgütlerince eğitilmişti. Bin Ladin, o zaman ABD istihbaratınca, "Afganistan'daki en iyi savaşçılardan biri" olarak niteleniyordu.

ABD’nin bugün Ortadoğu’da oynadığı oyun dün Müslüman gençleri terörize ederek oynadığı oyunun kötü bir kopyası. 11 Eylül’de kendi eliyle beslediği şiddet makinasını küresel emelleri için kendi halkına karşı kullandı. Soğuk savaşın iyi Müslümanları 11 Eylül sonrası kötü Müslümanlar oldu. Sahada oyuncu değişikliği yapan ABD radikal Müslüman savaşçıları seküler, milliyetçi ve Marksist Kürt gençleriyle değiştirdi. 

George W. Bush’un 2002’de açıkladığı Güvenlik stratejisi, asıl amacını ele veriyordu. Huntinton’un soğuk savaş sonrası düşmansız kalan ABD’si küresel hegemonyasını sürdürebilmek için yeni bir düşman bulması ve bu düşmanlarına karşı bir eksen oluşturması gerekiyordu. “Önleyici müdahale” ve “şer ekseni” söylemiyle kendi ürettiği “öteki”lere saldırmaya başladı.

Bush yönetimi Afganistan’ın ardından Irak’ı şer eksenine dâhil ederek dünya kamuoyunda zora dayalı egemenliğini pekiştirdi. Akdeniz’de Kıbrıs üzerindeki çıkarlarından dolayı İngiltere denkleme dâhil olmakta gecikmedi. Irak’ın nükleer silahlara sahip olduğu yalanını ispat edememesine rağmen CIA’nın uydurduğu sahte delillerle Irak’a saldırdı.

Savaşın bilançosu yüz binlerce ölüm, işkenceyle anılan Ebu Gureyb hapishanesi, kadınların göklere ulaşan feryadı ve istikrarsız bir Ortadoğu… Dünyanın bağrında biriken öfke, Magripli gençlerin bedenine bağladığı bombalarla patlıyor.

ÜZERİNDEN 15 YIL GEÇEN TRAVMA: 11 EYLÜL

Yerel saatler 08:46’yı gösterdiğinde Amerikan Hava Yolları'na ait bir yolcu uçağı kaçırılarak, Dünya Ticaret Merkezi Kuzey Kulesi 94 ile 98. katları arasına kulenin kuzey tarafından çarpar. Bina çarpmadan tam 102 dakika sonra yıkılır.

Yerel saatle 09:02’de ikinci bir uçak bu sefer Ticaret Merkezi’nin Güney Kulesi 77 ile 85. katları arasına kulenin güney tarafından çarpar. Güney Kulesi ise çarpmadan 56 dakika sonra yıkılır.

ABD hükümetinin açıklamalarına göre olaylar şöyle gelişti:

11 Eylül 2001 Salı günü ABD’de dört yolcu uçağının ikisi New York'taki Dünya Ticaret Merkezi gökdelenlerine, bir diğeri Washington D.C.'de Pentagon’a çarptı. Sonuncu uçak ise yolcular ve uçağı kaçıranlar arasındaki mücadeleden sonra 150 mil uzakta, Pensilvanya kırsalında düştü.

 

DÜNYANIN ARTIK ESKİSİ GİBİ OLAMAYACAĞI GÜN

Dünya Ticaret Merkezi kulelerine çarpan uçaktaki teröristlerden birinin pasaportu uçağın kuleye çarpmasından sonra aşağıya fırlar(!) ve bölgedeki bir polis tarafından bulunur. Teröristlerin havaalanına gelirken kullandıkları ve havaalanının otoparkına bıraktıkları araçta uçak kullanım kılavuzu bulunur. Amerikan hükümetinin araştırmasına ve 11 Eylül Komisyon Raporu'na göre yolcu uçakları Usame bin Ladin'in lideri olduğu El-Kaide örgütünün 19 üyesi tarafından kaçırılmış ve eylem gerçekleştirilmiştir.

Olaylarda 19 hava korsanı ile uçaklarda ve yerde bulunan 2,974 kişi hayatını kaybettiği açıklandı. Kayıp durumda olan 24 kişinin ise öldüğü varsayılıyor.

Uluslararası ilişkilerde 11 Eylül olayları hiç şüphesiz yeni bir dönemin işareti olarak görülür. Pek çok uzmana göre 11 Eylül olayları bütün bir sistemi dönüştürmüştür. Bu dönüşüme göre tek kutuplu -yani ABD'nin tartışmasız tek süper güç olduğu dönem artık sona ermiştir.

HALA ÇÜRÜTÜLEMEYEN KOMPLOLAR

  • Dünyanın gidişatını değiştiren 11 Eylül saldırıları hakkında sayısız komplo teorisi ortaya atıldı. İşte öne çıkanlar: 
  • Uçaklar neden durdurulmadı? ABD ordusu, kaçırılan 4 uçaktan hiçbirini düşüremedi. Dönemin Başkan Yardımcı Dick Cheney'nin "Uçakları düşürmeyin" talimatı verdiği iddia ediliyor. 
  • Çöküş normal mi? Kulelerin daha uzun sürede ve yana doğru yıkılmaları gerektiğini öne süren bazı uzmanlar, yıkımın önceden planlanmış kontrollü patlamalar nedeniyle gerçekleştiğini savunuyor. 
  • 7 numaralı bina neden yıkıldı? Çelik kafesli bir binanın yangından yıkılmasının normal olmadığını savunan komplo teorisyenleri, ABD istihbaratının bulunduğu 7 numaralı binanın da patlayıcılarla kontrollü olarak yıkıldığını belirtiyor. 
  • Gerçekten yolcu uçağı mıydı? Görüntülerde güney kuleye çarpan uçağın camları gözükmüyordu. Komplo teorisyenlerine göre uçak, orduda kullanılan Boeing 767 tipi yakıt ikmal uçağıydı ve içinde yolcu yoktu. 
  • Pentagon'u füze mi vurdu? Pentagon'a saldıran Boeing 757 değildi. Profesyonellerin idare ettiği bir füze, küçük bir uçak ya da insansız uçak çarptı. 
  • Saldırıların arkasında İsrail mi var? Bazı komplo teorisyenlerine göre İsrail, ABD'nin Arap ülkelerine müdahale etmesi için böyle bir plan hazırladı. Bu nedenle İkiz Kuleler'de çalışan yaklaşık 4 bin İsrail vatandaşının büyük bölümü saldırı günü binada değildi. 
  • Kimlikleri neden belirlenemedi? Uçakları kaçıran militanlar hakkında çelişkili bilgiler ortaya atıldı. Bu isimlerden bazılarının yaşadıkları ve ABD'ye rahatça girip çıktıkları öne sürüldü. 
  • United Airlines ve American Airlines hisselerine ne oldu? Borsadaki hisseleri düştü. Bu durum büyük hisse sahiplerinin saldırıyı önceden bildiklerine işaret ediyor. 
  • İki çarpıcı belgesel Saldırıların arkasında ABD hükümetinin olduğunu Fahrenheit 9/11 ve Loose Change belgeselleri büyük ses getirdi. 

11 EYLÜL YENİ BİR ŞİDDET DOĞURDU 
Buraya kadar olanlar, travmanın yalnızca içte yaşanan boyutuydu. Saldırıların ardından "saldırganla özdeşleşme" psikolojisine bürünen ABD, "şiddet şiddeti doğurur" sözünü doğrularcasına yaşadığı travmayı uzak topraklara da taşıyacaktı. Başkan Bush'un "terörle savaş" sloganıyla başlattığı mücadele bu nedenle hep tartışma konusu oldu.

Terör şüphelisi yüzlerce kişi sorgulandı, tutuklandı ve hapishanelere konuldu. Irak'ın başkenti Bağdat'ın batısında bulunan Ebu Gureyb Hapishanesi'nde ve Küba'nın doğusundaki Guantanamo üssünde tutuklulara ABD askerleri tarafından insanlık dışı işkenceler uygulandı. Usame bin Ladin'in 2 Mayıs'ta öldürülmesinden sonra ise ABD'de bu kez El Kaide'nin intikam alacağı korkusu başladı.

ABD basınında, örgütün biyolojik silahlarla alışveriş merkezlerine, havalimanlarına yönelik saldırılar düzenleyeceği yazıldı. 

Peki bu olaylar, etkileri bakımından ne anlama gelmektedir? 11 Eylül saldırıları sonrasında nasıl bir değişimle yüz yüze kaldık?

11 Eylül günü, bir devlet dışı aktörün dünyadaki en büyük materyal güce sahip olan devletin sınırları içinde yaptığı terörist saldırılarla anılıyor. New York’taki kulelere iki, Virginia’daki Pentagon kompleksine bir ve yolcular ve uçuş ekibinin müdahalesiyle Washington DC. Yerine Pennsylvania’da kırsal bir araziye düşen bir uçak, El-Kaide militanları tarafından kaçırılmıştı. Geleneksel olarak uluslararası ilişkileri ve savaşı devletlerarası oynanan bir oyun olarak gören ve diğer aktörlerin etkilerini bir değişken olarak hesaba katmayı reddeden uluslararası ilişkiler kuramcıları için bu, beklenmedik bir olaydı.

Birçok ülkeden topladığı üyeleriyle El-Kaide, hem ulus aşırı bir örgüttü hem de her hangi bir devletin denetimi ya da yetkisi altında çalışmıyordu. Bu olgu, devletlerin yerine yeni kurumların uluslararası ilişkileri etkileyip etkileyemeyeceği sorusunu da beraberinde getirdi.

Özetle şu iddia edilebilir ki, 11 Eylül’e yönelik hem realist hem de liberal açıklamalar ve kavramsallaştırmalar, ABD yönetiminin Ortadoğu politikasında ya da kurgusunda bir davranış modeli oluşturmasına yardım etti. Her iki bakış açısı da 11 Eylül saldırılarını yapan devlet dışı terörist örgütlenmelerin ortaya çıkışından devletleri sorumlu tutmaktadır.

Ne var ki, realistler devletlerin bilinçli olarak terörist faaliyetleri desteklediklerini ve bu sayede ABD’yi caydırmayı amaçladığını iddia ederken, liberaller yönetme kapasitesi zayıf devletlerin ekonomik ve siyasi kalkınma konularında başarısız olduğunu ve bu başarısızlığın da terörist örgütlenmelerin önünü açtığını iddia etmektedir. Fakat en nihayetinde, her iki açıklama da, ABD yönetimine 11 Eylül’ü yapanların birer hayalet olmadığını ve hesaplaşması gereken devletlerin varlığını gösterdi.

Hangi açıklamanın izinden gidersek gidelim, ABD’nin, Ortadoğu’da fiili bir işgal yürütmüş olması ve terörizmle özdeşleştirdiği devletleri tehdit etmekten geri kalmaması bir gerçeklik olarak önümüzdedir. 11 Eylül, ABD’nin bölgeye odaklanmasını sağlamış ve bu odaklanma sonucunda Ortadoğu’da yeni güvenlik sorunları ortaya çıkmıştır.

Ne var ki, ABD’nin, 11 Eylül’ün şekillendirdiği hırslı bir gündemle, Ortadoğu’da var olması, sadece işgale uğrayan Irak’ı ve tehdit edilen İran ve Suriye’yi etkilememiştir. ABD’nin stratejisi aynı zamanda, bölge devletlerinin yeni problemlerle tanıştıkları ve uzun zamandır hasıraltı etmeye çalıştıkları sorunları yeniden ele almak zorunda kaldıkları bir dönemin müjdecisi olmuştur.

11 EYLÜL SONRASI ORTADOĞU

11 Eylül ve sonrasında Ortadoğu’da gerçekleşen değişimler sadece siyasetin konusu olmamalıdır. Irak’ta yaşanan kanlı iç savaş ve yarattığı kitlesel göç dalgalarından, yükselen petrol fiyatlarının etkilediği ekonomik gelişmelere, televizyon izleme alışkanlıklarından milliyetçilik anlayışına kadar birçok konu daha kapsamlı bir şekilde incelenmeyi hak etmektedir.

Ancak bütün bu konuların yanında, Ortadoğu, uluslararası ilişkiler disiplininin dikkatini çektiği birçok gelişmeye de sahne olmuştur. Hinnebusch’un deyimiyle Ortadoğu dış müdahaleler için istisnai bir mıknatıstır.

Bu süreç ise kimilerine göre 1774 yılında Osmanlı İmparatorluğu ile Rusya arasında imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, kimilerine göre ise 1798 yılında Napolyon’un Mısır’ı işgal etmesiyle başlar.

Bu olaylar, Ortadoğu’nun bir “oyun sahnesi” olarak görülme sürecini başlattı. Dolayısıyla, Ortadoğu siyasetini anlamak için bölgenin kendisinden kaynaklanan faktörlerden daha çok bölgeye yönelik politikalar geliştiren batılı devletlerin bakış açıları önem kazanmaktadır. I. Paylaşım Savaşı biterken bu oyun sahnesini yöneten rejisörler İngiltere ve Fransa’ydı. Ortadoğu’nun siyasal sınırlarını ve toplumsal hareketlerini şekillendiren bu reji deneyimleri II. Paylaşım Savaşı sonrası Soğuk Savaş atmosferinin etkisiyle yeni bir şekil aldı.

Ne var ki, Soğuk Savaş’ın ve çift kutupluluğun bitmesi Ortadoğu’nun uluslararası sistem içerisindeki yerini yeniden değiştirmiştir. Ancak Ortadoğu’daki devletlerin bu değişimi hemen kavrayabilmesi mümkün olmamıştır. Mesela Saddam Hüseyin’in Kuveyt’i işgal etmesi Soğuk Savaş’ın yarattığı manevra alanının artık var olmadığı gerçekliğiyle yüzleşmesiyle son bulmuştur.

Bu dönemde, Ortadoğu’da yeni sorunların ortaya çıktığını görüyoruz. Sistemin en güçlü aktörü olan ABD’nin ise bölgeye yönelik politikalarının yoğunlaştığını ve üç ayak üzerinde formüle edildiğini söylemek mümkündür.

Bu ayaklardan ilki İsrail-Filistin sorununu çözmeyi, ikincisi Irak ve İran’ı ayrı ayrı çevrelemeyi ve son olarak da bölgeyi liberal değerlerle dönüştürmeyi amaçlıyordu. Ne var ki, ABD, Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da çözmeyi planladığı problemleri çözememiş ve 11 Eylül terörist saldırılarından sonra kapsamlı bir politika değişikliğine gitmiştir. Daha önce de değinildiği gibi Ortadoğu bölgesi 11 Eylül’den en çok etkilenen bölge olmuştur.

90’lı yıllardaki çevreleme politikası yerini önleyici savaş doktrinine bırakmış, özellikle George W. Bush’un “şer ekseni” olarak tanımladığı ülkeler ve rejimleri ABD’nin doğrudan tehdidiyle yüz yüze kalmışlardır.

İran ve Suriye bu tehdidin tedirginliğiyle yaşarken, Irak’taki Saddam Hüseyin rejimi bu gerçekliği bizzat tecrübe etmiştir. Bu politika değişikliği, aynı zamanda, ABD’nin Ortadoğu politikasındaki amaçlarını de yeniden tanımladığını göstermektedir. Temel olarak, yükselen radikal İslam olgusuna karşı ABD’nin kararlı bir karşı koyma tavrı içinde olduğu ve bunu yaparken Ortadoğu’da yeni bir rejim tasarımı sürecine girdiği iddia edilebilir.

Bu girişim, terörist faaliyetler ile devletlerin niyetleri veya yönetme kapasiteleri arasında kurulan ilişkinin sonucunda uygulanmaya koyulmuştur. Ortadoğu politikasındaki bu değişim, George W. Bush’un 2002 yılında yaptığı ve ABD’nin Ulusal Güvenlik Stratejisi’ni anlattığı konuşmada rahatlıkla görülebilir.

Bush, West Point Askeri Akademisi’ndeki diploma töreninde, ABD’nin caydırıcılık ve çevreleme gibi Soğuk Savaş dönemine özgü savunmaya dayalı yöntemlerinin küresel terörizm gibi yeni tehditlere karşı mücadele etmede yeterli olmayacağını ve ABD’nin güvenliğinin kitle imha silahlarına sahip diktatörlerin eline bırakmamak için önleyici stratejilere geçiş yapması gerektiğini söylüyordu.

Hem Bush doktrini hem de bu doktrinin sonucu olarak gerçekleşen Afganistan ve Irak işgalleri ve haydut devletleri yöneten hükümetleri tehdit eden söylemlerin havada uçuşması, 11 Eylül sonrası Ortadoğu’da dramatik siyasi tepkimeler yaratmıştır. Bölgede ulus aşırı Kürt milliyetçiliğinin yükselişinin gözlemlenmesi, Şiiliğin yaşam alanının genişlemesi, İran rejiminin tehdit algısının hassaslaşması, Suriye’nin iç ve dış politikasında yaşadığı dalgalanmalar, Filistin sorununun geldiği karamsar nokta ve anti-Amerikancı radikalizmin zemin kazanması, bahsi geçen siyasi tepkimelerin somut sonuçları olarak öne çıkmaktadır. Bu sonuçların her biri ayrıca incelenmeyi hak etmektedir.

Radikalizmin Başarısı Soğuk Savaş’ın bitimiyle beraber, dünyada tek süper güç olarak kalan ABD’nin Ortadoğu ajandasında yükselen İslami radikalizm önemli bir yer tutuyordu. Giderek etkilerini arttıran radikal İslami grupların varlıklarını meşrulaştıran üç sebepten bahsedilebilir.

Bunlardan birincisi 1948 yılında Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail devletinin ürettiği ve günümüze kadar süre gelen problemlerdir. 1948 yılından bu yana yaşanan Arap-İsrail savaşları, Filistinli mültecilerin yaşadığı insanlık dramları, intifadalar ve İsrail devletinin sınırlarının dışına çıkan ve diğer Arap devletlerinin egemenliklerini ihlal eden müdahaleleri, radikal İslami hareketleri güçlendirmiştir.

İkinci olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Suudi Arabistan’da konuşlanan ABD güçleri içinde Usame bin Ladin’in de bulunduğu radikal İslami grupların eleştirilerine hedef olmuştur. Bu eleştiriler Müslümanların kutsal şehirlerinin bulunduğu Suudi Arabistan’daki Amerikan varlığını tarihi bir ihanet olarak görmekte ve bu durumun ABD’nin Suudi Arabistan üzerindeki egemen durumu sembolize ettiğini göstermektedir.

Son olarak, Birinci Körfez Savaşı sonrası Saddam Hüseyin rejimini zayıflatmak için uygulanan Birleşmiş Milletler ambargosu batı karşıtı radikalizmin beslendiği unsurlar arasındadır. Zira, 687 sayılı ambargo kararı Irak elitinden ziyade sıradan halk kitlelerini etkilemiş, genel sağlık durumu kötüleşmiş, ekonomi çökme noktasına gelmiş ve ölüm oranı dramatik rakamlara ulaşmıştır. Yaşanan olumsuzlukların faturası ise yaptırımları destekleyen ABD’ye kesilmiştir.

Ortadoğu’da radikalizmi besleyen bu unsurların yanına 11 Eylül saldırılarıyla beraber ABD’nin Irak işgali de eklenmiştir. Bu durum Ortadoğu’daki radikalizmin güçlenmesine üç farklı şekilde sebep olmuştur. İlk olarak, Hıristiyan batı dünyasının Müslümanların yaşadığı ve yönettiği toprakları işgal etmesi, radikal grupların dinler arası karşıtlık üzerine kurdukları argümanlarına yeni söylemler kazandırmıştır. Bu söylemler, ABD işgalinin karşı konulması gereken bir haçlı seferinden farklı olmadığının altını çizmektedir.

İkinci olarak, Saddam Hüseyin rejiminin yıkılmasıyla kurulan Irak hükümeti, Sünni Arap nüfusun uzun yıllardır sahip oldukları iktidarlarına ve ayrıcalıklarına son vermiştir. Üstelik Sünni Arapların siyasi süreçleri 2008 yılına kadar boykot etmeleri ve Şii Sünni iç savaşı, radikal İslami gruplar için Irak’ı güvenli bir liman haline getirmiştir.

Bu dönemde El Kaide militanları Sünni Arapların yanında saf tutarken, İran’la yakın ilişkileri olan Sadr Grubu’nun desteklediği Mehdi Ordusu da Iraklı Şiilerin koruyuculuğunu üstlenmiştir. Üçüncü olarak da, ABD’nin saldırgan tavrından tehdit algılayan Suriye ve İran gibi devletler Irak’ın içindeki radikal grupları destekledikleri gibi, Lübnan’da Hizbullah, Gazze’de ise Hamas ile güçlü ilişkiler kurmuş, bu gruplara hem maddi destek vermiş hem de bu grupların siyasi etkinliklerini arttırmasına yardımcı olmuşlardır.

Özetle, 11 Eylül saldırıları sadece belirli bir toprak parçasını yöneten hükümetleri değiştirmemiş aynı zamanda bölge devletlerinin ve topluluklarının siyasi pozisyonlarını da etkilemiştir. Bununla beraber radikal akımların güçlenmesine sebep olan kronik sorunlar daha da çözümsüz bir döneme girmiştir. Bu çözümsüzlüğün en önemli noktası tartışma götürmez bir şekilde Arap-İsrail çatışmasıdır. Ne var ki, bu sorun, 11 Eylül ile beraber ortaya çıkmamış ancak 11 Eylül sonrası gelişen siyasi atmosferin etkisinden kurtulamamıştır.

11 EYLÜL SONRASI ORTAYA ÇIKAN İŞKENCEHANE: EBU GUREYB

Ebu Gureyb, Bağdat şehrinin 30 kilometre batısına düşer. Ortadoğu’nun trajik tarihini tasvir eden esaslı bir örnektir bu hapishane. Şöhreti sekiz yıl önce medyada çıkan işkence haberlerine uzanır.

Haberin merkezinde Lynndie England adında Amerikalı kadın bir asker vardı. Iraklıların boynuna halat takıp it gibi gezdiren, mahkumları üryan halde istifleyip üstünde zafer işareti çeken bu kadındı. Ebu Gureyb de Saddam günlerini arar olmuştu o zaman.

Tarih tekerrür eder derler; fakat Ortadoğu’da tarih, peşi sıra yaşanan trajedi demek herhalde. Bir avuç subay asker onurunu unutup işkenceyi mensup oldukları Amerikan Ordusu adına yaptılar.

Bir belgesel ve New Yorker dergisindeki bir yazı, vaziyeti bütün “çıplaklığıyla” ortaya koydu. Amerika Savunma Bakanlığı bünyesindeki subaylar akıllara ziyan işkence yöntemleri denediler Ebu Gureyb’de.

Amerika neticede itibar kaybetti ama yoluna devam etti, olan Iraklıya ve onun şahsında Müslüman Ortadoğuluya oldu. Ebu Gureyb birinci sınıf bir hapishane olarak tasarlandı. Saddam muhalifi siyasi yükümlüler ve ağır suçlular burada yatıyordu. 2003 yılında Amerika yönetime el koyunca Saddam, mahkumlarını salıverdi ve Ebu Gureyb’e kilit vurdu.

Hemen ertesi yıl Bağdat Islah Tesisi olarak yeniden hizmete açıldı. Ebu Gureyb lafta insanî bir tesisti: yatak, nevresim, tuvalet kağıdı, diş macunu; seccade bile vardı koğuşlarda. Ama Amerikalı komutanların da başka planları vardı.

Dışişleri Bakanı Donald Rumsfeld’in, Savunma Bakanına, acaba Guantanamo gibi mi işletsek bu Ebu Gureyb’i diye danışıyor. Rumsfeld’in fikri emir telakki ediliyor ve komutanlar işe koyuluyorlar.

Hapishanede zulmeden subaylar (özellikle paralı askerler) maceracı, faşist ve İslam düşmanı tiplerdir. Komutanlar, bu adamları seçerek göndermedi, lakin dolaylı yoldan onların keyfi icraatlarına çanak tuttular.

Mesela, sonuna kadar ve bütün eleştirilere rağmen, mahkumların “güvenlik suçluları” olduğunu savundular. Bu durumda Genova kriterleri kolayca bertaraf edilebilirdi, çünkü güvenlik suçluları için insanî tesis ve insanca muamele olamazdı.

İkinci bir siyasi dalavere, 1992 Uluslararası Siyasî ve Hukukî Haklar Beyanı’nda yapıldı. Bu anlaşma işkenceyi yasaklıyordu ama Amerikan yönetimi bu yasağı, kendileri için Amerika haricinde geçersizdir diye yorumladı. Amerikan Genelkurmay Başkanlığı, hazırladığı Taguba Raporu’nda açıkça ifade ediyor. Askerimiz mahkumları tokatladı, yumrukladı, tekmeledi; onlara cinsel işkence uyguladı ve bunları utanmadan fotoğrafladı.

11 EYLÜL SONRASI YENİ DÜŞMAN: İSLAM

11 Eylül, dikkatlerin din ve şiddet arasındaki sözde ilişkiye çevrilmesine neden oldu. İslam dini ile terörü bağdaştıran bu anlayış, bir yandan terörle mücadele kapsamında Müslümanları mağdur ederken öte yandan ırkçılığın yeni biçimi olarak İslamofobiyi körükledi.

Usame Bin Ladin üzerinden oluşturulan terörist tipolojisi ve bu tipolojinin Amerikan filmlerine kadar uzanan işleniş seyri, İslam’ı tehdit, Müslümanları ise ‘içerideki düşman’ olarak gören zihniyetin oluşumunda etkin rol oynadı.

Dolayısıyla, günün sonunda, Müslümanların sözlü ve fiziki saldırılara maruz kaldığı ve sadece ABD’de 400 civarında caminin saldırıya uğradığı bir ortam oluştu. Üstelik terör saldırılarının üzerinden geçen 15 yıla rağmen, Amerikan halkının verdiği tepkilerin normalleşmeye başladığı bir süreçten ziyade daha da kötüleşen bir tablo söz konusu.

Bu bağlamda farklı istatistikler, İslam dinine karşı olumsuz bakışın, 11 Eylül olayları ertesine kıyasla, yükseliş trendinde olduğunu gösteriyor. Washington Post-ABC News anketi, 2002’de % 24 olan ”İslam dinine olumsuz bakış” oranının, 2006’da % 46’ya çıktığını gösterirken; Berkeley Üniversitesi İslamofobi raporu, 2010 yılında Amerika’daki İslamofobik algıyı 10’luk skalanın 6,4 noktasına yerleştiriyor.

TERÖRİST AVCILIĞINI KENDİNE VAZİFE EDİNEN AVRUPA

Öyle görünüyor ki 11 Eylül saldırıları, Amerika’daki İkiz Kuleleri vurdu ama saldırının Müslümanlar üzerindeki etkisi Avrupa’da çok daha fazla hissedildi. 11 Eylül’den bu yana Avrupa’da ABD’den 20 kat daha fazla “İslami terör” zanlısı tutuklandı.

Bu rakamlarda, şüphesiz, Avrupa’nın başkentleri Madrid ve Londra’da küresel terör saldırılarıyla tanışmasının payı olmakla birlikte, Avrupa’daki Müslümanların göçmen asıllı olmaları ve bu olgunun siyasi zeminde kullanılmasının da büyük etkisi oldu.

Ayrıca Avrupa’da İslamofobik algı, önemli oranda, somut gerçekliğin önüne geçmiş durumda. Sosyal ve siyasi düzlemde ise ABD’nin bir Fransız ya da Danimarka Avrupasından çok daha ılımlı şekilde İslami sembollere yaklaştığı görülüyor.

Uzun bir süredir Avrupa’da İslam-karşıtı mesajların uzlaşı gören bir söylem alanı ve kulağa sempatik gelen bir taban bulması söz konusu. İslamofobi, yabancı düşmanlığından terör karşıtlığına kadar geniş bir spektrumda farklı siyasi söylem ve eylemlerin odak noktası haline gelmiş durumda. Farklılıklarına rağmen hemen hepsinin temeli olmayan bir İslam korkusuna dayanan kimlik-merkezli bir anlayıştan türediği ise ortada…

Bu bağlamda, din ve etnisite arasındaki ayrım bulanıklaşarak, aslında 11 Eylül öncesine ait ‘ötekileştirici’ olgu, İslam aracılığıyla etnik kökenli “diğer”in üzerine giydirilerek güçlendirilmiş oldu. Bu eğilim, siyasi düzleme, merkezin söylemi ile geçmişte marjinal düzeydeki aşırı sağın kabul edilmez propagandaları arasındaki farkın azalması şeklinde yansıdı. Başka bir deyişle, Le Pen’in sözleri Sarkozy’nin ağzından işitilir oldu ve azımsanmayacak ölçüde de toplumsal kabul gördü.

Sonuç olarak, Oslo’daki saldırılar, Avrupa’da 11 Eylül ardından İslam dinini ve Müslümanları “ötekileştiren” zihniyetin bir sonucu olarak ortaya çıktı ve Norveç’i kana bulayarak siyasilere “yanlış zeminde oynadıkları” mesajını acı bir şekilde verdi. İslamofobi gibi çarpık temeller üzerine şekillendirilen kamuoyu algısının lider söylemleri ve rehberliği ile dengelenmesi gereği, bu saldırılarla gün yüzüne çıktı. Dolayısıyla Avrupa’nın 11 Eylül sonrası vazife edinmesi gereken konunun “İslamcı terörist” avcılığı değil; çok-kültürlülüğü ve Avrupalı değerleri sarsan İslam-karşıtı zihniyeti tersine çevirme çabası olduğu bir kez daha tescillenmiş oldu.

YENİ DÜNYA DÜZENİ VE DAEŞ

11 Eylül saldırıları geride birçok kavram bıraktı. Bunlardan en önemlisi ise ''yeni dünya düzeni''

Bu kavram, Afganistan ve Irak işgalleri ile uygulamaya sokuldu ve geride milyonlarca ölü ve iç karışıklık bıraktı.

Son birkaç yıldır ABD'nin ''yeni dünya düzeni'' hayallerinin en büyük oyuncusu ise DAEŞ.

Şu an, DAEŞ terör örgütünün varlığı hem İslamofobiyi tetiklemiş hem de bölge devletlerinin istikrarlarını etkilemiştir. Bu durumdan en memnun olanlar ise ABD ve İsrail’dir. 

ABD’NİN BİN LADİN OPERASYONU

Pakistan'ın Abbottabad şehrindeki bir komplekste kaldığı tespit edilen el-Kaide'nin lideri Usame bin Ladin'in ölümü, 2 Mayıs 2011 günü yerel saatle 13:00'dan sonra, Merkezî İstihbarat Teşkilatı (CIA) tarafından gizli olarak yürütülen ve Amerika Birleşik Devletleri Deniz Özel Harp Geliştirme Grubuna bağlı Amerikan Özel Kuvvetleri ile 160. Özel Harekât Havacılık Alayı birimleri tarafından düzenlenen “Neptün Mızrağı” kod adını taşıyan harekât kapsamında gerçekleştirildi.

Afganistan'dan kalkan iki hayalet helikopterin taşıdığı 23 harekâtçının gerçekleştirdiği baskında Usame bin Ladin'in oğlu Halid bin Ladin, bin Ladin'in kuryesi Ebu Ahmed el-Kuveyti, el-Kuveyti'nin erkek kardeşi Ebrar ve Ebrar'ın karısı Büşra da öldürüldü.

Faaliyetlerini tamamladıktan sonra helikopterlerle bölgeyi terk eden harekâtçıların, yanlarına aldıkları bin Ladin'in cesedini 24 saat içerisinde Umman Denizi'ne bıraktıkları açıklandı. Yerel saatle 23:35'te başladığı ulusa sesleniş konuşmasında Amerika Birleşik Devletleri Başkanı Barack Obama, bin Ladin'in öldürüldüğünü açıkladı. 

SON SÖZ YERİNE

O günden sonra dünya bir daha eskisi gibi olmadı. Olayın aktörleri öldü veya öldürüldü, ABD'de Başkan değişti, İngiltere'de hükümetler yerlerini yenilere bıraktı. Değişmeyen ise Ortadoğu'daki kaos ve düzensizlik. 11 Eylül ABD'nin "yeni düşman" ve "yeni dünya düzeni" senaryosunun önemli bir yapı taşı oldu. Aktörler değişti fakat senaryo hala aynı. Son düşman: İslam... Mekan: Ortadoğu... Senaryo: Kaos... 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !