Bünyamin ZERAN

18 Mart 2010

HAYATA HİKMETLE DOKUNABİLMEK GEREK

Bir insanın hayata hikmetle bakabilmesi nasıl mümkün olur? Hikmet, İslam’ın kullandığı ve değer verdiği kavramların başındadır. Kavramı kısaca tanımlayacak olursak, bir meseleyi en başından en sonuna kadar en doğru şekilde algılayıp en ahlaki ve olması gereken haliyle halledebilme ve doğru yönlere kanalize edebilme yetisi diyebiliriz. Vahiy olmadan hikmet olması da doğal olarak mümkün değildir. Hayata hikmetle bakabilmek demek vahyi kuşanarak onun insana yüklediği anlam çerçevesinden evrene ve insanın kendisine bakabilmesi demektir.

Vahiy, insana anlam yükler. Hayata nasıl bakması gerektiğini, eşyaya nasıl bakması gerektiğini ona öğretir. Ve insan yaşadığı toplumu, kurduğu ve kuracağı ilişkileri, ülkesini, dünyayı vahyin algılamasını istediği ölçekte düşünmeye başlar.

İnsan öncelikle Rabbini iyi bilmeli, Rabbinin ondan ne istediğini algılayabilmelidir. Sonra kendini bilmelidir. Gücü nedir, sınırları, kapasitesi nedir, neden nefret eder, neye zaafı vardır. En sona da toplumunu iyi bilmelidir. Hangi toplum içinde yaşamakta ve toplumun hassasiyetleri nedir? Yönetim biçimi, yönetimi algılama biçimi vs. Bütün bunları bilmek bizim vahyi en doğru biçimde anlamamıza yardımcı olur. Vahyi ne kadar doğru anlayabilirsek hayatı hikmetli bir gözle temaşa etmemizde o oranda mümkün olur. Hayata hikmetten yoksun bir bakış açısıyla baktığımızda doğru ile yanlış hak ile batıl çizgileri birbirine karışmaktadır. Kavramlar bulanıklaşmakta ve iğdiş edilmektedir. Hatta kimi kavramlar gündemden tamamen atılmakta ve sistemin belirlediği yeni kavramlarla ve onların yeni anlamlarıyla yepyeni bir model insan inşa edilmektedir.

Tağuti sistemler her geçen gün kendilerini ve mücadele yöntemlerini geliştirerek yollarına devam etmektedirler. Bugünün dünyasında bir yandan İslam toplumlarına karşı alenen bir savaş verilmekteyken diğer yandan müslüman toplumların bu açıktan yok oluş karşısında tepkisiz kalması sağlanmaktadır. Pekii bu nasıl mümkün olmaktadır?  Bir yandan sizi öldürecekler, kadınlarınıza tecavüz edecekler, ceplerinizdeki paraları son kuruşuna kadar alacaklar sonra da elinize silah vererek tağutun ilkelerini, düzenlerini korumanızı emredecekler ve onca zulme sessiz kalmanızı sağlayacaklar. Bütün bunlar tuhaf değil mi? Artık saflar karışmış durumda öncelikle safımızı belirlemek zorundayız. Nerde durduğumuzu biliyorsak neyi tercih ettiğimizi de biliyoruz demektir.

Fethullah Gülen ve hareketine baktığımızda dahil oldukları BOP bu safların karışmasına daha çok yardımcı olmuştur. Nuriye Akman’la yapmış olduğu röportajda dünyada en nefret ettiği kişiyi Ladin olarak belirten Gülen (her ne kadar Bin Ladin’in hareketi ve yöntemi tartışılsa bile en azından format olarak kafirlere karşı bir mücadele vermektedir) yıllardır Müslüman halkları köleleştiren, kadınlarına tecavüz eden topraklarını yağmalayan ve kadın, yaşlı, çocuk demeden Müslüman toplumu öldüren Amerikan başkanlarından, Avrupa’nın liderlerinden ve Siyonist alçaklardan nefret etmemektedir. Nefret etmediği gibi onları temsili sırat köprüsünden geçirip cennete dahil etmektedir. Gülen ve hareketi İslam’ın net olarak “Allah ve O’nun resulü müşriklerden beridir” ayetinin zıddına İslam düşmanlarını Müslümanlara tercih edecek kadar yörüngeden çıkmışlardır. Türki cumhuriyetlerdeki okulları da yine Gülen’in tanımlamasıyla Sovyetlerden bağımsızlığını kazanan Türki cumhuriyetleri İran İslam’ının etkisinden kurtarıp Sünni İslam’a (onun kafa yapısına göre laik İslama) teslim etmek maksadıyla açmıştır. 28 şubatta nasıl tavır takındıkları yine hafızalardadır. Kur’an’ın ifadesiyle “Onlar söylediklerini siz kitaptan sanasınız diye kitaba karşı dillerini eğer bükerler…” ayetini aynen uygulamaktadırlar. Gülen ve hareketinin içeriği tevhitten tamamen uzak olduğu gibi bununla da yetinmeyip Müslüman toplumu batıya entegre etme gayretini gütmektedir. Saflar bilerek bulanıklaştırılmaktadır. Bugün yaşadığımız toplumda Kur’an’ın temel dinamikleri olan birçok kavram hiç konuşulmamakta ve unutulmaya terk edilmektedir. Ayrıca konuşanlara da militan gözüyle bakılmaktadır. Nedir bu kavramlar: Tevhit, Şirk, Tağut, Cihat, Kıtal, Kafir, Münafık, Fasık, Zalim, Hak, Batıl vs. Tağut diyorsunuz kabinenin yarıdan fazlasını, eşleri başörtülü bakanlar oluşturuyor. Bu ülkenin başbakanının, cumhurbaşkanının eşleri başörtülü ve kendileri beş vakit namazlarını kılan kimseler. Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak çeşitli tarikatlara mensup olan milletvekilleri şimdilerde ülkeyi yönetmede söz sahibidirler. Şimdi bu memlekette tağutu kime nasıl anlatacaksınız. Allah adıyla aldatmayı nasıl izah edeceksiniz? Cihat kavramını nereye nasıl oturtacaksınız? Önceleri tek parti düzeni vardı ve o tek partide İslam düşmanlığını gizlemiyordu ya da önceki hükümetlerde başörtülü olarak okumak isteyenler Arabistan’a gitsin diyen cumhurbaşkanları ve başörtülü olarak meclise giren Merve Kavakçı hanımefendi için çıkarın şu kadını diyerek salyalarını akıtan başbakanlar vardı. O zamanlar zalim, münafık, fasık, kafir, tağut kavramı cuk diye oturuyordu yerine. Ya şimdi nasıl olacak?

Şimdi tevhidi düşünen kimseler için daha ağır sorumluluklar oluşmuştur. Yeniden kavramlarımıza sahip çıkarak içeriğini kimsenin doldurmasına müsaade etmeden kavramların içeriğini yine Kur’an’la doldurarak zihinlerimize bu kavramları nakşede nakşede yola devam etmek zorundayız. İçinde bulunduğumuz zaman tevhidi düşünenler için en tehlikeli ve dikkat edilmesi gereken zamanlardır. Çünkü safları bulanıklaştırmaya çalışanlar için en tehlikeli kimseler safları net olarak ayırmak isteyenlerdir. Safları net olarak belirlemek isteyenler elbette hedef tahtasındaki ilk isimlerdir. Onun içindir ki kaliteli tohumlar varsa onları da heba etmeden, kayalıklara, dikenlerin bol olduğu yerlere saçmadan, yol kenarlarına atmadan verimli tarlalara ekerek yeni bir ekin oluşturmak zorundayız ki bu ekicinin hoşuna gitsin ve kafirleri de öfkelendirsin.

Fert, İslam’ı seçtiği için kendini değerli görmelidir. Çünkü İslam, her türlü zulmü, sömürüyü, gaspı, haksız yere adam öldürmeyi, tecavüzü haram kılmıştır. İnsana eşrefi mahlukat olma payesi kazandırmıştır. Ve o kadar nettir ki Allah, vahyini ve onu insanlara açıklayan elçisini her şeyin üstünde tutmuştur. Hiçbir zaman batıl olan inançlar karşısında eziklik duymamıştır. Eziklik duymadığı gibi batıl olan inançları ise sürekli aşağılamış ve tahkir etmiştir. “Hacc-ı ekber gününde, Allah ve Resûlünden bütün insanlara bir bildiridir: Allah ve Resûlü, Allah'a ortak koşanlardan uzaktır. Eğer tövbe ederseniz, bu sizin için hayırlıdır. Ama yüz çevirirseniz, şunu iyi bilin ki, siz Allah'ı âciz bırakabilecek değilsiniz. İnkârcılara, elem dolu bir azabı müjdele!” (9/3) “Allah'a ortak koşanların Allah katında ve Resûlü yanında bir ahdi nasıl olabilir? Ancak Mescid-i Haram'ın yanında kendileriyle antlaşma yaptıklarınız başkadır. Bunlar size karşı dürüst davrandığı sürece, siz de onlara dürüst davranın. Çünkü Allah kendine karşı gelmekten sakınanları sever. Onların bir ahdi nasıl olabilir ki! Eğer onlar size üstün gelselerdi, ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirlerdi. Ağızlarıyla sizi hoşnut etmeye çalışıyorlar, oysa kalpleri buna karşı çıkıyor. Onların pek çoğu fasık kimselerdir. Allah'ın âyetlerini az bir karşılığa değiştiler de insanları onun yolundan alıkoydular. Bunların yapmakta oldukları şeyler gerçekten ne kötüdür! Bir mü'min hakkında ne akrabalık (bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir. Fakat tövbe edip, namazı kılar ve zekâtı verirlerse, artık onlar sizin din kardeşlerinizdir. Bilen bir kavme âyetleri işte böyle ayrı ayrı açıklarız. Eğer antlaşmalarından sonra yeminlerini bozup dininize dil uzatırlarsa, küfrün ele başlarıyla savaşın. Çünkü onlar yeminlerine riâyet etmeyen kimselerdir. Umulur ki, vazgeçerler.” (9/7,8,9,10,11,12)

Tevbe Suresindeki bu ayetlere baktığımızda Allah’ın hiçte medeniyetler ittifakı kurmak gibi gayesi yoktur. Anlatılmak istenen tek doğru vardır ki o da tevhit yani Allah’ın yaratmada, terbiye etmede, kanun koymada, cezalandırmada vs. konularda tekliğidir. Hayatın sınırlarını, aşkın sınırlarını, sorumlulukların sınırlarını, medeniyetlerin sınırlarını vahiy belirler. Allah vahiyleriyle olması gerekeni ortaya koyar ve insanları elçileri aracılığıyla vahye davet eder. Bireyin vahye sahip çıkması ya da sırtını dönmesi Allah için kar ya da zarar değildir. Vahye kulak kesilen ancak kendisi için ve nesli için hayırlı iş yapmış olur. Yok, vahye sırtını dönüyorsa birey yine kendisi ve nesli için cehennemini çoğaltıyordur. Onun içindir ki Allah birileri iman etsin diye elçinin eğilip bükülmesini de yasaklar. “Kendini muhtaç hissetmeyene gelince; Sen, ona yöneliyorsun. onun arınmamasından sana ne!” (80/5,6,7)  der elçiye.  İslam, taviz vermeyi de reddeder. Çünkü kendinden emindir. “O halde yalanlayanlara boyun eğme. İstediler ki, yumuşak davranasın, böylece onlar da yumuşak davransınlar.” 68/8,9 Ancak kendi inancından emin olmayanlar papaya mektup yazarak Rabbin aciz kulu olarak yardım dilenirler. Dünyadaki varolan her türlü zulmün ve fesadın Siyonist hahamlar ve Hristiyanlığı temsil iddiasında olan Katolik, Protestanlık ve Ortadoks patriklerinin fetvalarıyla yürütüldüğünü ya görmezler ya da belli çıkarlar adına görmemezlikten gelirler.

Eski bir koministin söylediği bir söz geliyor aklıma: “ bir kişi 18 yaşında komünist değilse kalbi yoktur, eğer 30 yaşında hala komünistse aklı yoktur.” Bende diyorum ki eğer bir insan sorumluluk bilincini elinde tuttuğu andan itibaren kendi onuru ve şerefi için vahye kulak kabartmıyorsa ve vahyin sınırları içinde yaşamayı tercih etmiyorsa ne kalbi vardır ne de aklı. Kalbi ve aklı olmayanın da ne şerefi vardır ne de onuru. Ebu Zerr’in dediği gibi “Evinde yiyeceği olmayıp da kılıcını alıp sokağa fırlamayana şaşarım!” Bugün tağuti güçler Avrupa, ABD ve onun yerli işbirlikçileri insanlığı açlığa köleliğe mahkum etmektedirler. Çıkardıkları yasalarla insanları kamplara bölmektedirler. Koydukları vergilerle zengin ve fakir arasındaki dengeleri zenginin lehine değiştirmektedirler. Aileye müdahale edip kendi çocuklarımızı kendi saltanatlarının bekçisi ve İslam’ın hasmı olarak yetiştirme mücadelesi vermektedirler. Kadınlarımızı modernizm şarlatanlığı içinde tüketim kölesi bir varlık olarak yaşatmaya gayret etmektedirler. Erkeklerimizi açlık ve gelecek korkusuyla tüketme gayretindedirler. Tüm bu sömürge anlayışına dur demeyen insanın aklına şaşmamak gerekmez mi! Nedir bizi bu sömürü çarkına zincirlerle bağlı kılan şey? Korkularımız mı? Nedir bu korkularımız? Oğlumuzun ya da kızımızın geleceğine duyduğumuz kaygı mı, yoksa işgal ettiğimiz makamı terk etme kaygısı mı, ya da elimizde olan malvarlığını kaybetme korkusu mu ya da toplumda kazandığımız itibarı kaybetme korkusu mu? Hangisi bizi Allah’a teslim olmaktan alıkoyuyor? Kısacası bizim İsmailimiz ne? Hangi İsmailimiz bize Allah’tan daha sevgili ise Allah O İsmailimizi bizden istiyor. Kim İbrahim olmaya karar verirse Allah O kimseyi ölümsüzleştireceğini söylüyor. Kim Ebu Leheb olmayı diliyorsa Ebu Leheb ve yardakçıları için de Allah iki eli kurusun diyor. Evet, seçimi Allah bize bırakıyor. Seçeceğiz ve başlayacak hayatımız. “Şüphesiz Allah, mü'minlerden canlarını ve mallarını, kendilerine vereceği cennet karşılığında satın almıştır. Artık, onlar Allah yolunda savaşırlar, öldürürler ve ölürler. Allah bunu Tevrat'ta, İncil'de ve Kur'an'da kesin olarak va'detmiştir. Kimdir sözünü Allah'tan daha iyi yerine getiren? O halde, yapmış olduğunuz bu alışverişten dolayı sevinin. İşte asıl bu büyük başarıdır. Bunlar, tövbe edenler, ibâdet edenler, hamdedenler, oruç tutanlar, rükû' ve secde edenler, iyiliği emredip kötülükten alıkoyanlar ve Allah'ın koyduğu sınırları hakkıyla koruyanlardır. Mü'minleri müjdele.” (9/111,112)