İLKAV Başkanı Pamak`tan 28 Şubat açıklaması
İLKAV Başkanı Mehmet Pamak, 28 Şubat’ın yıldönümü vesilesiyle yaptığı açıklamada, “Taguti sistemin darbecisi de, demokratik olanı da; insanlara, İslam’a ve Müslümanlara zarar vermektedir” dedi.
“Taguti sistemin daha zalim olan darbeci koyu tonlarına da, görece özgürlükçü gri tonlarına da karşı çıkmak ve insanlığın ihtiyaç duyduğu bütüncül ve sahici adaleti sağlayabilecek tek sistem olan İslami adalet sistemine ulaştıracak çabalar göstermek imani sorumluluğumuzdur” diyen Pamak, Müslümanlara şu çağrıyı yaptı: “Bir yandan henüz tam tasfiye edilememiş olan darbeci zalim eski statükoya ve süregelen zulümlerine karşı öteden beri ortaya koyduğumuz tepkilerimizi devam ettirmeliyiz. Diğer yandan, yerine ikame edilmek istenen ve Müslümanların İslam algılarını ve kimliklerini dönüştürüp sisteme eklemlenmelerine yol açan görece özgürlükçü yeni statükonun farklı zulüm ve tuzaklarına karşı da uyanık olmaya, ilkeli bir tevhidi duruş sergileyerek sorumluluklarımızı yerine getirmeye ve tevhidi bir inkılabı hedefleyen İslami mücadeleyi her şartta, taviz vermeden sürdürmeye çalışmalıyız.”
İLKAV Başkanı Mehmet Pamak 28 Şubat’ın 15. yıldönümünde yayınladığı basın açıklamasında şunları söyledi:
“Biz Müslümanlar, Allah’ın sosyal yasası gereğince toplumların kendi kaderleri üzerinde söz sahibi olmasını, özündekini değiştirmesine paralel olarak Allah’ın takdiriyle yeni durumlara ulaşmasını sağlayacak bu yasanın işleyişinin önünü açık tutacak görece de olsa adalet ve özgürlük vasatına sahip kılınmasını isteriz. Bu bağlamda, despotların, oligarşik zorbaların halkın iradesini baskı altına alarak ipotek koymasına, topluma tepeden ideoloji ve model dayatılmasına karşı çıkarız. İsteriz ki, toplumlar özlerinde var olanı özgür iradeleriyle hangi istikamette değiştirirlerse, onlara layık olacakları o sistemin Allah tarafından takdir edilmesine dair ilahi yasa, hiçbir zorbanın ipoteği, vesayeti ve engeli olmadan işlesin. Toplumlar, ister zulümatın/karanlıkların koyu tonlu kulvarlarından gri tonlarına doğru değişip buna layık olsunlar, isterse de zulümatın bütününü reddederek Nur’a (aydınlığa) sıçrama yapan köklü bir inkılabı yaşayarak İslami adalet sistemini hak etsinler. Sonuçta da imtihan dünyasında bu konudaki ilahi yasanın işleyişiyle, lâyık oldukları yönetime, hiçbir zorbanın engellemesi olmadan, özgür iradeleriyle yapacakları tercihle kavuşabilsinler.
Bu ülkede, önce tek parti dönemi CHP diktatörlüğünün büyük ve şedit zulümleri, sonra tek partinin ilkelerinin anayasa kuralı haline getirilip bütün partilere dayatılması sebebiyle çok CHP’li denebilecek dönemin görece azalan zulümleri, ayrıca halkın görece rahatlamasına bile tahammül edemeyip alçakça darbelerle 27 Mayıs, 12 Mart, 12 Eylül ve 28 Şubatlarla zaman zaman bizzat müdahale eden, ama genelde vesayetini dolaylı şekilde sürekli kılan TSK kontrolünde ortaya çıkan ve bileşenleri asker-yargı-sermaye-medya olan bürokratik oligarşinin tahakkümü, geniş halk kitlelerine büyük acılar yaşatmış, ağır bedeller ödetmiştir. Halka, halkın İslami kimliğine ve değerlerine açıkça düşman olan ve on yıllardır halkla ve değerleriyle savaşan, darbeci oligarşi toplu katliamlar, faili meşhur cinayetler, yargısız infazlar, ideolojik yargı kararları, kurduğu çeteler ve binlerce provokasyonlarla milyonlarca kişiye yönelik büyük ve yaygın zulümler gerçekleştirmiştir. Başta İslami kimlik ve Kürt kimliği olmak üzere resmi ideolojiyle bağdaşmayan her türlü farklılığı tehdit ve düşman ilan edip saldıran, bu zalim, katil oligarşi, halkın kendi kaderi üzerinde söz sahibi olmasını, imtihan dünyasında kendisini özgürce gerçekleştirmesini, hep zorbalıkla engellemiştir. Üstelik maaşını halkın verdiği vergilerden aldığı ve halkın güvenliğini sağlamakla görevlendirildiği halde, yine halkın kendisini koruması için verdiği silahı halka ve değerlerine çevirmekten utanmamıştır. Ahlaki ve insani tüm değerleri yitiren zalimlerin oluşturduğu ve halkın kaynaklarını talan eden, çalan, geniş kitleleri sefalete mahkum eden bu soyguncu, vurguncu, hortumcu oligarşik yapının oluşturduğu sistem, sonuçta yol açtığı zulüm bataklığında boğulmuş, çürümüş, tıkanmış ve çökmenin eşiğine gelmiştir.
Bugün Darbeci, çeteci askeri despotizme dayalı radikal Kemalist eski statükoda, Türkiye Batı ve ABD işbirlikçisi konumundaydı. Önce NATO bünyesinde komünist bloka karşı cephe ülkesi olarak kullanıldı. Daha sonra, Demirperde’nin çökmesi ve komünizmin tehdit olmaktan çıkmasıyla soğuk savaş sona erince, Batı ve NATO için yeni tehdit olarak İslam’ın ilan edilmesi üzerine, Türkiye bu sefer de NATO ve BOP içinde İslam’a karşı kullanıldı. Hem bölgeye yönelik işgal ve saldırılar için üsleri, deniz ve hava limanları, hava sahası, katil işgalci ordulara çok elverişli hizmetler sundu ve lojistik destek merkezi olarak kullanıldı. Hem de laik demokratik sistemiyle, bölgeyi dönüştürme istikametini gösterip örneklik teşkil edecek bir model olarak sunuldu.
Ancak Ortadoğu için, BOP çerçevesindeki bu dönüştürücü model tutmadı. Çünkü kamu alanında, okullarında ve diğer toplumsal alanlarda İslami kimlik ve Kürt kimliğiyle savaşılan, İslam düşmanı radikal laikliğin ve Türk ulusalcılığının din gibi dayatıldığı, komşularıyla savaş halinde olan, kendi ülkesindeki halklardan ve bölge halklarından iç ve dış düşmanlar üretmiş bulunan, demokrasisi de askeri vesayet altında olan bir ülkenin, bölge halklarını cezp edecek bir model olması ve tutması mümkün değildi. İşte bu gerçeklik, bir daha fark edildi. Üstelik demokratikleşme istikametinde esen dış konjonktür rüzgarları, Kemalist sistemin kendi iç çürümesi ve nihayet ülke içindeki tepki ve mücadeleler, farklı toplumsal kesimlerin özgürlük arayışları, çekilen sıkıntılar ve ödenen bedeller, Anadolu sermayesinin güçlenip örgütlenmesi, iktidar ve ranttan payını istemesi vb birçok iç ve dış saikin etkisiyle, askeri vesayete dayalı despot statükonun değişmesi kaçınılmaz hale geldi.
Madem vakıa buydu, o halde, hem ülkedeki halkın özgürlük arayışı kendi haline bırakılmamalı, hem de kaçınılmaz hale gelen değişim emperyal projelerle uyumlu hale getirilerek yönlendirilmeliydi. Ayrıca, bölgeyi dönüştürmek için öne sürülen, ama tutmayan BOP çerçevesindeki model değiştirilmeliydi. Madem ki, İslam devre dışı bırakılamamakta, tamamen yok edilememektedir, o halde küresel kapitalist sisteme uyumlu, entegrasyona müsait uzlaşmacı bir İslam algısı oluşturulup desteklenmeliydi. İslam ile savaşan radikal laik, Kürt kimliğiyle savaşan Türkçü, komşularıyla düşman olan kavgacı ulusalcı Türkiye modeli yerine, onun başarısızlığında rol oynayan unsurlar ıslah edilerek, daha uygun ve bölge için daha etkileyici “ılımlı laik, liberal demokrat ve ılımlı Müslüman” modeli de bu fırsatla oluşturulabilirdi. İşte bu süreçte, yerli arayışlarla, küresel arayışlar örtüşerek ve birbirini kullanarak; yerel ve küresel güç dengelerine dikkat ederek; yerel ve küresel kırmızı çizgileri dikkate alarak; karşılıklı beklentileri, güç dengelerine göre belli ölçüde karşılayarak; artık kaçınılmaz bir zorunluluk haline gelen değişim kontrollü biçimde yönlendirilmeye çalışılıyor.
İşte bu sebeplerle Türkiye’de, iç ve dış sâiklerin; sistemin iç çürümesinin, yaptığı zulümler sebebiyle bedel ödeyenlerce gösterilen tepkilerin, yerel inisiyatif, arayış ve mücadelelerin, küresel irade, yönlendirme, emperyal proje ve desteklerin bileşkesine dayalı bir sonuç olarak, sistem içi bir değişim sürecinin içinden geçiliyor. Despot eski statüko yanlıları ile görece özgürlükçü laik demokratik yeni statükoyu oluşturmak isteyenler arasında ciddi bir mücadele yaşanıyor. Bu ülkede yaşayan ve mevcut despot statükonun büyük zulmüne onlarca yıldır muhatap olan Müslümanlar olarak, tabii ki bizler de demokratikleşme yanlılarının despotizm yanlılarına galip gelmesini isteriz ve bunun en azından kısa vadede işimize yarayacağını biliyoruz. Üstelik bizler, İslami kimlik ve ilkelerimizden taviz vermeden, özgün kimlik ve değerlerimizin belirleyiciliğinde on yıllardır, bu oligarşik laik diktatörlüğün zulümlerine karşı açık bir mücadeleyi sürdürerek geliyoruz.
Ancak, bu laik diktatörlüğe karşı yapa geldiğimiz eylem, basın açıklaması, konferans ve panel benzeri tüm etkinliklerimizde, bu darbeci vesayete ve şedit zulmüne son verilmesini gündemleştirip, askeri bürokratik vesayete son verecek sistem içi görece özgürlükçü bir yeniden yapılanmanın da, halka bir nefes alma imkanı vermesi bakımından görece bir olumluluk olarak değerlendirilebileceğini söylemekle beraber, Kur’ani alternatifi de ortaya koymaya çalıştık. Bu bağlamda, her etkinlikte ve her açıklamamızda mutlaka, seküler sistemin devam etmesi halinde, şirkin süreceğini ve zulmün farklı boyutlarının söz konusu olacağını da belirttik. İnsanlığın ve ülkemiz halklarının, gerçek ve bütüncül bir adalete ise, ancak Kur’an’ın ölçü, ilke ve hükümlerini esas alan İslami adalet sisteminde kavuşabileceğini ifade etmeyi ihmal etmedik.
Bugün de, tevhidi dönüşümden yana olan biz Müslümanlar, birinci öncelikli olarak emperyalizmin Kemalist işbirlikçileri eliyle uyguladığı sopa politikasına karşı mücadele etmekteyiz. Hatta AKP-Gülen koalisyonunun aynı zulmün görece muhatapları olarak bu zulmü ve zalim oligarşiyi tasfiye etme çabasını da, halkın biraz nefes alabileceği görece özgürleşme imkânı olarak değerlendirmekteyiz. Ancak, yeni havuç politikasının, İslam’ı ve Müslümanları sekülerleştirme, dönüştürme ve kapitalist emperyal küresel sisteme eklemleme riskine de dikkat çekerek, bu projeyi de ifşa edip engelleme mücadelesi vermemiz gerektiğini de söylemekteyiz. En önemlisi de, bu şekilde dengeli bir yaklaşımla bir yandan sopa ve havuç politikalarının her ikisinin de yol açtıkları ve açacakları, görece farklı zulümlere ve tehlikelere dikkat çekmenin yanında, esas olarak Kur’an eksenli kendi özgün projemizi giderek daha nitelikli, örgütlü ve güçlü biçimde gündem yapmamız gerektiğinin altını çiziyoruz.
Evet hangi maslahatla olursa olsun bizler, taguti sistemin daha şedit zalim versiyonu olan askeri vesayetin tasfiyesini görece olumluluk olarak nitelemekle beraber, aynı batıl sistem içi mücadelenin demokratikleşme tarafı içinde de rol alamayız. Bizler her türlü şartta, tek kurtarıcı olan vahyin mesajını tavizsiz bir biçimde yaymaya, sürekli gündemde tutmaya çalışmalıyız. Her zaman ve her şartta karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, zulümden adalete ulaştırıcı tek alternatif olan Kur’an’a çağırmaya devam etmeliyiz. Sistem içi başka davetleri de üstlenerek, bu onurlu davetimizi gölgelememeliyiz. Cahiliye sistemine, şirk, ifsad ve zulmüne karşı tevhidi ve adaleti ikame etmek, zulmü ve ifsadı sona erdirmek için, hududullahı aşmadan ve tevhid yolundaki işaretlere riayetle mücadele etmeliyiz. Bütün toplumsal alanlardaki rol, görev ve sorumluluklarımızı, özgün kimlik ve ilkelerimize ve Resulün mücadele sünnetine aykırı düşmeden, bedeli ne olursa olsun, üstlenmekten kaçınmamalıyız. Cahiliye sistemi, toplumu ve onun modern ve geleneksel cahili kuşatmasına karşı, Kur’an’la büyük cihadı sürdürerek, tevhidi davet, eğitim ve sosyal-siyasal-ahlaki tüm boyutlarıyla vahyin şahidliği çabalarımızı, tagutu red ve sadece Allah’a itaat bilinciyle ölüme kadar sürdürmeliyiz.
Bilmeliyiz ki, mevcut darbeci, çeteci zalim statükonun ve bürokratik oligarşik vesayetin tasfiyesi ve getirilecek kimi görece özgürlükler kısa vadede bizi rahatlatacaksa da, orta ve uzun vadede yeni sıkıntıların ve daha rafine baskıların bizi kuşatma ihtimali çok yüksektir ve bunun emareleri şimdiden ortaya çımaya başlamıştır. Eğer bu kısa vadede ortaya çıkacak görece özgürleşme avantajını kullanarak, orta vadede tevhidi ilkelerimiz ve İslami yöntemimiz istikametinde nitelikli, güçlü ve kuşatıcı bir yapıyı üreterek, bu özgün kimliğimizle kendimizi ve yapımızı topluma ve sisteme kabul ettiremezsek, bizi kuşatacak yeni tehlike daha tesirli olabilecektir. Çünkü bu süreçte teşekkül edecek, kadrolaşıp gücünü pekiştirecek, devletleşecek ve kendine güveni gelecek yeni statüko ve onun yeni derin devleti, uzun vadede daha rafine baskı ve yasak yöntemleriyle tevhidi uyanışı engellemeye, tevhidi davetimizin önünü kesmeye çalışacaktır. Tevhidi davetimizin muhatabı olan kitleleri, küresel kapitalist sisteme ve onun hudutsuz kazanma ve israfçı lüks harcama hırsına dayalı çürütücü üretim ve tüketim azgınlığına uyumlu hale dönüştürme işlevi göreceklerdir. Böylece, hem sundukları imkanlarla etkileyerek, davetçi Müslümanlarısekülerleştirip, edilgenleştirerek, tevhidi iddialarından vazgeçirerek, inkılâbi ruhunu öldürerek sisteme eklemleyecek, hem de davetimizin muhatabı olan kitleleri, Protestanlaştırılmış “ılımlı İslam” algısıyla kuşatıp, tevhidi sahih din algısının yaygınlaşmasını engellemeye çalışacaklardır.
Mevcut daha zalim statükonun büyük, derin, şedit ve yaygın zulmü ve daha hoyratça, daha azgınca sömürüsü ile yeni statükonun görece özgürlüklere alan açarak zulmü azaltan rolü, sosyal yardımlarla fakirlere verdiği desteği ve rantı eskisine göre daha geniş çevreye paylaştırma çabası arasındaki farkın, adaletle teslim edilmesini ve bu iki statükonun birincisine daha fazla karşı olmayı, yenisinin kısa vadede sağlayacağı rahatlamayı memnuniyetle karşılamayı anlamak mümkündür. Ancak Müslümanın, sonuç olarak, şirk sisteminin iki tarafı da dahil bütününe karşı olma ve taguti sistemi bütünüyle değiştirme iddiası ve bundan hiçbir sebeple vazgeçmemek sorumluluğu unutulamaz ve bu yoldaki tevhidi mücadele yükümlülüğü ertelenemez, terk edilemez, iptal edilemez. Nihayet yaşanan ve yaşanacak olan bu değişime rağmen, sistem ve kurumları, anayasa ve yasaları taguti olma niteliğini koruyacak, şirk sistemi ilahi vahyi toplumsal ve kamusal hayattan kovmaya devam edecektir.
Nitekim 28 Şubatlar, darbeler ve dayatmalar, kendini İslam’a nispet eden kesimi terbiye (!) etmiş ve laiklik çizgisinde hizaya sokmayı başarmıştır. Geçmişte demokrasiyi bile İslam ile uzlaştırmakta bu kadar iştiyaklı olmayan kimi “İslamcı” siyasiler, kanaat önderleri ve yazarlar, şimdi laikliği dahi “bütün dinlere eşit uzaklıkta duran devlet ve din özgürlüğü” olarak olumlayan bir yaklaşım ve “ılımlı laiklik” tanımı üzerinden içselleştirmiş görünüyorlar. Üstelik Hakka ve batıla eşit mesafede duran bir devlet düzeninin, sonuçta batıl bir konumda olduğunu bile akledemeden. Hatta bu Anglosakson laikliğinin, İslam ile bağdaştığını iddia edecek kadar ileri gidip, haddi aşarak, Ortadoğu Müslüman halklarına bile tavsiye etmeye başlamış bulunmaktadırlar.
Giderek devletle özdeşleşen ve devletleşen bu 28 Şubat mağduru siyasi kadrolar, artık kolayca “Uludere katliamında” olduğu gibi askerci, devletçi reflekslerle halka karşı devleti savunma pozisyonuna geçebilmekte, katliamı yapan silahlı gücün genel komutanına teşekkür ederken, katliama uğrayan halktan iki ayı geçmesine rağmen hâlâ özür dilememekte ısrarcı olabilmektedirler. Bütün Avrupa’da uygulanan ve Türkiye’den de olması istenen AB kriterlerinden “Vicdani Red” hakkı talebine karşı, Başbakan, yıllardır İslam şeriatıyla savaşan orduyu “Peygamber Ocağı” ilan ederek zorunlu askerliğin kutsallığını(!) vurgulamakta, ancak fakir insanların faydalanması mümkün olmayan bir rakam belirleyerek “bedelli askerlik” imkanını zenginlerin istifadesine sunarak “cüzdani red”de fırsat verebilmektedir. Aynı siyasi kadroca, yıllardır büyük yolsuzlukların yaşandığı iddiaları ayyuka çıkan askeri harcamaların Sayıştay’ca denetimine sınırlamalar konarak, şeffaflık engellenmekte, askeri vesayet yanlılarının bir kısmı yargılanırken, geri kalanıyla uzlaşma yoluna gidilmektedir.
Bir yanda, on yılda başörtüsüne ancak kısmen ve sadece bazı üniversitelerde fiili bir serbestiyet getirilmeye çalışılırken, diğer yanda dini, sosyal ve ekonomik dönüşümle başörtüsünün “tesettür”le bağı koparılmakta, içi boşaltılmaktadır. Kapitalistçe kazanma ve kapitalistçe tüketme hırsı içinde sekülerleşen Müslüman zenginler, İslami kimlik ve değerlerini gönüllü olarak küresel seküler sisteme uyumlu hale dönüştürmektedirler. Yani 28 Şubat’ın laikliği ve sekülerleşmeyi dayatan zihniyeti, daha rafine yöntemlerle ve daha yumuşak/ılımlı tutumlarla artık 28 Şubat’ın kimi mağdurlarının öncülüğünde sürdürülmektedir. Üstelik de, ülke sınırlarını da aşarak, bütün bölgeyi laik demokratik sistemlere yönlendirmeye, sekülerleştirmeye kalkışmaktadır. Bizzat Tayyip Erdoğan, “laiklik İslam ile bağdaşır ve üstelik laiklik demokrasinin de güvencesidir” diyerek hem bu ülkenin, hem de bütün bölgenin Müslümanlarını ikna etmeye çalışmaktadır. Bugün gelinen noktada, artık darbelerle yapılmak istenen zora dayalı sekülerleştirme, modernleştirme, dünyevileştirip İslami ilke ve hedeflerden uzaklaştırma politikaları, artık bu darbe süreçlerinin mağdurlarının öncülüğünde ve gönüllü olarak gerçekleştirilmektedir
Aslında son 88 yıldır sistemin zora dayalı politikalarla elde etmeye çalıştığı sonucu bugün artık kimi zenginleşen, kapitalizme eklemlenen, liberalleşen, namazlı-tesettürlü insanlar gönüllü olarak gerçekleştirmeye talipler. Bu sonucun ortaya çıkmasında, değişim ve dönüşümü liberal, seküler istikamette, Protestanlaşma hedefine doğru yönlendiren koalisyonun bileşenlerinin topluma sürekli pompaladıkları bireysel ve modern, ılımlı, uyumlu, uzlaşmacı ve sentezci din algısının ve takip ettikleri politikaların büyük payı olduğu unutulmamalıdır. Dindar nesil yetiştirmekten kasıt da, işte bu yeni statükonun laik demokrat “ılımlı İslam” algısına uyumlu gençlikten başka bir şey değildir. Bugün darbecilere karşı, ılımlı laik demokratik kapitalist sisteme sahip çıkan sloganlarla tepki gösterenler, aslında tam da darbecilerin ve arkalarındaki emperyalist güçlerin elde etmek istedikleri sonuca ulaştıklarını görseler, nasıl bir konuma düştüklerini anlayacaklardır. Yani artık darbelere de 88 yıllık baskıcı Kemalizme de gerek kalmamıştır, çünkü kendini Müslüman olarak tanımlayanlar ve sistem için potansiyel tehlike teşkil edenler, çok büyük oranda onların istedikleri yeri kanıksamış ve benimsemişlerdir. Yani artık sistem ray değiştirip görece bir özgürleşme sağlayarak bu kesimi daha da rahatlatıp, yeni kesimlerin de bu rehavet ortamında öncekilere katılımını sağlayacak bir teşviki gerçekleştirebilir. Ve bu gönüllü sekülerleşmenin önünü daha da açacak reformlar yapabilir.
Halbuki, laiklik ve demokrasi, vahyi ölçü ve ilkelerini dışlayarak, toplumun düzenini heva ve zanna dayalı yasalarla düzenlemeyi esas alan şirk modelini oluşturmaktadırlar. Tabii ki, şirk sistemi devam ettiği, vahyin ölçüleri belirleyici kılınmadığı sürece de, sömürü, adaletsizlik ve zulüm devam edecek demektir. Ekonomik, sosyal, ahlaki, kültürel bütün alanlarda, sekülerizmin, dünyevileşmenin, kapitalist üretim ve tüketim biçiminin yol açtığı ifsad, görece farklı boyutlarda da olsa kaçınılmaz olarak sürecektir. Fıtratın vahiyle buluşması sonucu oluşacak İslami şahsiyetlerin, Allah’ın vahyini esas alan bir adalet sisteminde, siyasi, ekonomik, sosyal, hukuki, ahlaki bütün alanları, ilahi ölçü, ilke ve hükümlerle düzenleyip adaletle yönetmeleri gerçekleşmeden, bu ifsadın kalkması, zulmün, sömürünün, adaletsizliğin sona ermesi mümkün değildir.
Ancak, eski statükoda olduğu gibi, geniş kitlelerin ezilmesi, sömürülmesi, işsizliğe, açlığa, sefalete mahkumiyeti, geçim sıkıntısını ve modern köleliği paylaşması, yeni statükoda da devam edecektir. Belki daha önce ezilenler arasında duran kimi Müslümanlar, yeni statükoda yakaladıkları rüzgarla ve elde ettikleri imkanlarla zenginleşebilecek, kapitalistçe kazanma hırsı ve lüks harcama azgınlığı kıskacındaki yeni “Müslüman zenginler”(!) sınıfına terfi edebileceklerdir. Yani geniş dar gelirli kitleler yine ezilmeye devam ederken, yeni statüko, ülkenin kaynaklarından aslan payını alan eski statükonun rantçılarına, kendi yandaşlarını da katacaktır. Ancak bu değişim süreci, iyi bir gelişmeye vesile olmayacak, tam tersine sisteme eklemlenerek savrulmaya, dünyevileşerek kötüye doğru bir gidişe ve İslami şahsiyetleri yıpratarak, ahlaki yozlaşmaya sebep olarak, İslam’ın, Müslümanların, İslami mücadelenin zararına olan bir dönüşüme yol açacaktır.
Üstelik ülke ve bölge halklarını, küresel kapitalist sisteme uyumlu “ılımlı İslam” algısı istikametinde dönüştürme ve tevhidi mücadeleyi ve davetin muhataplarını kuşatıp yok etme riskinin büyüklüğü, bu yeni statükonun ve öncülerinin, bireysel planda İslami kimi görünürlüklere sahip ve bireysel ibadetler alanında görece özgürleşmeye vesile olmalarından, yani sureti haktan görünmelerinden kaynaklanacaktır. Biliyoruz ki, aşırı baskı ve şiddet ortamı da çözücü, yozlaştırıcı, dönüştürücü etkiler yapar, ancak böyle bir dönemde bu tür baskılardan sinen, savrulan insanların bile çoğu, kalben kin ve buğzunu sürdürür. Ama, kendileri namaz kılan, eşleri örtülü olan yöneticilerin öncülüğünde görece özgürlükler getiren, makam, mevki, kredi, ihale, zenginleşme imkânları dağıtan süreçler, hem kapitalistçe kazanma ve harcama azgınlığıyla rehavete ve konformizme yol açarak çok daha çözücü ve yozlaştırıcı etki yapar, hem de Müslümanları sekülerleştirerek / dünyevileştirerek kendine benzetir. Dağıttığı imkânlarla insanları kuşatıp, sistem içi değişimi tam anlamıyla kanıksatarak, onları bu yeni statükonun savunucuları haline dönüştürür. Bu sebeple de, çözme, yozlaştırma ve dönüştürme etkisi bakımından, yeni statüko Müslümanlar için, eskisine nazaran daha tehlikeli bir süreci temsil etmektedir.
Bugün egemen olan şedit zalim eski statükonun tasfiyesi sevinciyle gözleri kamaşıp önünü göremez hale gelen tevhidi uyanış süreci bakiyesi çoğu çevre ve şahsiyetler, eskinin yerine ikame edilmek istenen yeni statükoyu ve taşıdığı potansiyel riskleri, gerçekçi bir biçimde okuyamamakta ve yeterince doğru değerlendirememektedirler. Bunun sonucu olarak da, “Ilımlı laik - liberal demokrat - ılımlı Müslüman” olan, bireysel ibadetlerini yapan yöneticilerin yönetiminde oluşturulan, zulmü azalan ama taguti niteliği süren, gönüllü modernleştirme/sekülerleştirme rolü üstlenmiş görece özgürlükçü yeni statükoya eklemlenme ve ondan bağımsız tevhidi kimlik ve istikameti yitirme tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş bulunmaktadırlar. Bu sebeple, bugün zulümatın gri tonlarındaki bu yeni statükoyu, bu derece abartarak sahiplenenler, aktif destek vererek eklemlenenler, hem kendi çevrelerindeki Müslümanları, hem de tevhidi davetin muhatabı olan kitleleri, yanıltmış olmaktadırlar.
Bugün henüz eski statükoyu ve sahibi olan askeri vesayeti tam anlamıyla tasfiye etmeden, sistem içi değişimin öncüsü olarak yeni statükoyu oluşturmaya çalışan AKP-Gülen koalisyonu bileşenleri arasında daha şimdiden iktidar ve gücü paylaşma kavgası baş göstermiştir. Siyasi iktidarı elinde tutanlarla, bürokratik iktidarını pekiştirmeye çalışanlar arasında yaşanmaya başlanan iktidar ve güç paylaşımına yönelik kavgada, tevhidi uyanış süreci bakiyesi kimi yazar ve önder şahsiyetler, kavga eden bu sistem içi politik aktörlerden birine yakınlık duyarak taraf olmakta bir beis görmemektedirler. Hatta bu çatışma sonucu, kendilerine alan açılabileceğinin hesapları içine bile girebilmektedirler. Bu yanlış tutum, daha önceki bir başka yanlışın devamı mahiyetinde olup, sistem içi politikaya eklemlenmenin sonunun nereye varacağını göstermesi bakımından da ibret vericidir. Evet bu sonuç, daha önce eski statüko yanlılarıyla, sistem içi demokratikleşme yanlılarının kavgasında demokratikleşme yanlılarına aktif destekle taraf olmanın doğal bir sonucu olarak görülmelidir. Kendi stratejinizi terk edip tevhidi ilkelere dayalı İslami mücadeleyi erteleyip sistem içi mücadelede taraf haline gelirseniz, bugün de aynı mücadele içinde oluşan yeni güç ve iktidar paylaşımı kavgalarında da taraf olmayı sürdürürsünüz.
Halbuki, mevcut zulüm sistemini geriletmek ve görece bir özgürleşmeye ulaşmak adına, yerine ikame edilecek görece özgürlükçü şirk sistemine eklemlenmek ve onu savunmak, bir Müslüman’ın akıdevi boyutu da olan temel ilkeleriyle bağdaştırılamaz. Şirk sistemi içinde görece özgürlükçü bir değişimin hatırına, bu değişimi sağlayanlarla bütünleşmek, laik-demokrat bir mücadelenin içinde yer almak, “laik- demokratik-sivil” anayasanın yapımına fiilen iştirak etmek, o istikamette mücadele etmek de, sırat-ı mustakimi terk edip, tevhid mücadelesinden vazgeçmek ve şirk sistemi içindeki gri yollara savrulmak anlamına geleceği için, Müslümanların uzak durması gereken bir haldir. Yani Müslüman her şart altında, insanlığı kurtaracak tek kurtarıcı yol olan tevhid ve Kur’an yolunu temsil etmek, taviz vermeden ve ilkeli şahidliğini yaparak, başka yollarla karıştırmadan, hatta onlardan açıkça ayrıştırarak sadece ve net bir biçimde bu yola daveti sürdürmek durumundadır. Müslüman, mevcut zulme karşı mücadele ederken, mü’min ferasetiyle, eskisinin yerine ikame edilmeye çalışılan yeni zulümleri ve yeni zulüm projelerini de fark edip, ifşa ederek, onun önünü kesmeye çalışmakla da mükelleftir. Tevhidi mücadelenin müntesipleri, her şartta, taguti sistemin bütün türevlerine karşı çıkarak, toplumu dönüştürmek istedikleri istikamete ve hedefe kilitlenmek ve hiçbir sebeple bundan uzaklaşmamak, her dönemde Kur’ani çağrıyı gündemleştirmek, bu çağrıya süreklilik kazandırmak ve insanlara vahyin şahidliğini yapmak sorumluluğunu taşımaktadırlar.”
-
Hamza Er 01-03-2012 00:43
Yaşanan tartışmalarda endişe edilen ve farklılaşılan noktayı aşağıdaki ifadeler açıklamaktadır. Kanaatimce durduğumuz yeri belirgenliştiren ayırgaç bu cümleler içerisinde yer alıyor. "hangi maslahatla olursa olsun bizler, taguti sistemin daha şedit zalim versiyonu olan askeri vesayetin tasfiyesini görece olumluluk olarak nitelemekle beraber, aynı batıl sistem içi mücadelenin demokratikleşme tarafı içinde de rol alamayız. Bizler her türlü şartta, tek kurtarıcı olan vahyin mesajını tavizsiz bir biçimde yaymaya, sürekli gündemde tutmaya çalışmalıyız. Her zaman ve her şartta karanlıklardan aydınlığa çıkarıcı, zulümden adalete ulaştırıcı tek alternatif olan Kur’an’a çağırmaya devam etmeliyiz. Sistem içi başka davetleri de üstlenerek, bu onurlu davetimizi gölgelememeliyiz."
-
i.metin 29-02-2012 21:13
Selamun aleykum Mehmed abi yazınızın bütünlüğüne katılmakla birlikte bir hususta farlı görüşteyim “Kur’ani alternatifi de ortaya koymaya çalıştık “ İfadesi yerine Kur'ani mesajı veya düşünceyi otaya koyduk daha uyğun düşerdi ama yazının bütünlüğünde böyle anlaşılmasını zaten yıkmışsınız. küfür sistemini işletmeye talip olup bekçiliğini yapan ve bir türlü sistemede yaranamayan ve bu süreçte müslümaların mağdur olmasına sebebiyet veren refah partisinin hiçmi suçu yok. MGK toplamtısında 18 maddelik bildiriyi imzalama dayatması aşamasına gelinmeden çıkıp zorba zalimleri ifşa edip istifa etmesi gerekirken bunu yapmamıştır. birazda bu açılardan bakılsaydı diyorum. emeğinize sağlık .selametle