Bünyamin ZERAN
İSLAM OLMAK NE DEMEKTİR?
İslam bizleri şereflendiren bir dindir. Adem'den bu güne kadar gönderilen bütün vahiyler insanı Allah'a teslim olmaya çağırmıştır. Tarih boyunca insanlığın büyük bir bölümü Allah'a teslim olmamak için direnmiş cehaletin ve küfrün karanlığında yaşamayı tercih etmiştir. Geçmişten bu güne İslam insanlardan ne istemiştir diye sorduğumuzda en belirgin olan şey Allah'a hiç bi şeyi ve hiç bir kimseyi şirk koşmamayı istemiştir diye cevap veririz. Şirk koşmamak ifadesi üzerinde kuşkusuz uzunca bir tefekkürü gerektiren bir konudur. Kimilerinin diline doladığı tekfirci bir anlayışla her şeyi iman ve küfür ekseninde değerlendirerek bir kimseyi iman dairesinden çıkarmak ne kadar yanlış ise önemli olan yalnızca iyi insan olmaktır diyerek Allah'ın hududullah olarak tanımladığı hadleri aşmakta herhangi bir sakınca görmeyen bir zihniyette o kadar yanlıştır. Müslüman olmak Allah'ın insana yüklediği sorumluluğa hem sahip çıkmak hem de bu sorumluluklar konusunda oldukça hassas davranmayı gerektirir. Günümüz İslam dünyasının unuttuğu şey de tam bu hassasiyet meselesidir.
İçinde yaşadığımız çağı geçmiş nebilerin yaşamış olduğu bir çağla kıyaslayabiliriz. Elbette her çağın kendine özgü farklılıkları mevcuttur. Ama yönetim ve halk arasındaki kurgu geçmişten bugüne değişmeden gelmiştir. Değişen şey yönetim ve halk arasında irtibatı sağlayan kurumların çeşitliliği ve propaganda aletleridir. Nebilerin tamamı kavmini kendilerine gönderilen vahye uygun yaşamaya ve dünyanın geçici zevklerine aldanarak ahireti terk etmemeye çağırmıştır. Zamanın yöneticileri ise halkı yanlarında tutabilmek için bazısı kendisinin en yüce rab olduğunu, kimisi yaşatan ve öldüren olduğunu, kimisi zenginliği ve refahı, kimisi sağlam kalelerini kimisi göz kamaştıran bahçelerini göstererek insanların bunlara tevessül etmesi gerektiğini propaganda etmişlerdir. Eğer resulleri tercih edecek olurlarsa ya öldürüleceklerini yahut aç kalacaklarını ya da atalarının yolunu terk etmek gibi kötü bir yola gireceklerini ilan etmişlerdir. İnsanlardan aklını kullananlar dışındakiler dışarıdan gelen bu toplumsal ve yönetimsel baskılara boyun eğerek sürü halinde yaşamayı tercih etmişlerdi. Tağutlar, karşılarında daima sürü psikolojisi yaşayan kitleleri sevmiştir.
Sürü psikolojisi yaşayanlar aklını kullanmaktan imtina ederler. Bir şeyin hakikat mi değil mi olduğunu hakikatin şartlarına bakarak değil kendilerine sunulan bilginin içeriğine bakarak karar verirler. Duygularını da hakikat belirlemez. Duygularını da onlara gösterilen propaganda aletleri belirler. Bir kez duygusal sapmaya uğradılar mı tekrardan hakikate dönüş noktasına ulaşmaları zordur. Yaşa! Varol! Kahrol! Gibi kurulan tüm cümleler hakikat ekseninden neşet etmiş değildir. Bugün kahraman ilan ettiklerini aynı propaganda aletleri ile yarın düşman ilan edebilirler. Çünkü akıl devre dışıdır. Kendilerini haklı kılabilmek için yaşadığı çağın gerçeklerini görebilmek gibi telaffuzlarda bulunurlar. Oysa yaşadıkları çağın gerçeklerini oluşturan unsurları olması gereken hakikatle birlikte okuyabilme becerisinden yoksundurlar ya da kendi hakikatlerine kördürler. Mesela vahyin kavramlarını modern hayatı inşa eden unsurların içinde kullanmakta beis görmezler. Modern kavramları da vahyi sulandırmada kullanmaktan beis görmezler. Şehitlik gibi bir kavramın anlamını çokiyi bildikleri halde ve nasıl şehit olunacağını bildikleri halde bu kavramı işlerine gelen her yerde kullanabilirler. Tağut'un ne anlama geldiğini bildikleri halde yaşadıkları çağın gerçeklerini göz önünde bulundurarak birilerini bununla itham etmekten ya korkarlar ya da yakıştırmak istemezler. Aynı şekilde demokrasi, laiklik gibi kimi kavramları da ödünç kavramlar kontenjanından İslam'a mal ederek vahyin bir parçasıymış gibi anlatabilir, algılayabilirler. Sürüler bir çobanla idare edilir. Her sürünün başında bir çoban vardır ve sürünün bir de köpekleri vardır. Sürünün köpekleri çobanın verdiği yal ile beslenir amacı sürüyü korumaktır. Sürüye düşen ise otlamak ve karşılığında süt vermektir. Askere çağrıldığında askere gitmek ve çalışıp devlete vergi ödemek gibi. İnsanı sürü gibi gören çobanlar veya bir sürü olmayı tercih edenler arasında yöneten ve yönetilen olmak dışında bir fark yoktur. Biri tağut olurken diğeri mustazaf olur. Ama mustazaf olmak kınanan ve acilen terk edilmesi gereken bir duruş biçimidir.
İnsanlar Allah'ın kendilerine vahyetmiş olduğu bir kitapla kendilerini tanıma, tanımlama ve inşa etme işini artık ulusa ait olma, milli kimlik içinde kalarak atalarına layık olma gibi değerlerle değiştirmiştir. İnsanlar adeta bir devlet çatısı altında yaşamayı ve bir sınırlar içinde yaşamayı en temel değer olarak algılamaya başlamıştır. Allah'ın arzına sınır koyanlar insanoğlunu bu sınırlara hapsettiğinden ötürü insan, zihnine örülen sınırlarla düşünmeyi ve yaşamayı seçmiştir. Bu ona Allah'a karşı sorumluluğu en önde tutma duygusunu terk ettirerek devlete karşı ödevini yerine getirme duygusunu katmıştır. Çünkü hakikat realite ile çağın gerekleri ile yer değiştirmiş en kötü yönetim bile kutsanır hale gelmiştir. Çünkü insanı sürüleştiren amiller dünya coğrafyası içinde toplumlara kan kustururken bu manzarayı görsel medyalarında alenen göstererek insanları kendi istedikleri çizgiye çekmeye çalışmışlar ve onlar da tıpkı Allah gibi insanların kendilerine teslim olmalarını istemişlerdir. Realite bu. Peki hakikat nedir? Bu soru sürülerce cevaplanması zahmetli bir sorudur. Eğer bu zahmete girilecek olursa toplumsal itibarlarından, kazançlarından, ailelerinden, makamlarından, gösterişli evlerinden vs. her şeylerinden vazgeçmekle karşı karşıya kalabilirler. İşte tağutlar burada devreye girerler; kişi başına düşen gelirin artışından dem vururlar, ne kadar güçlü bir topluluk olduklarından... İnsanlara dünyaya ait cennet düşü gördürürler; daha çok para, daha lüks bir hayat ve daha korunaklı, güvenli yapıtlar, içinde tağut ve şirkin gerçek anlamlarının asla öğretilmeyeceği vakıflar, dernekler, kurumlar, okullar vs. vs. Sisteme entegre olmuş bir düşünce dairesi içinde herkesin fikrini rahatlıkla ifade edeceği bir dünya... Yalnızca fincancı katırlarını ürkütmemek kaydıyla.
Aklını kullananların dünyasında ise işler farklı yürür. Onlar sürüye dahil olmazlar çünkü Allah onlara sürü değil adam olmalarını öğretmiştir. Bedeli ne olursa olsun güçlünün yanında değil hakkın yanında yer almalarını öğretmiştir. Meselenin iyi adam olmanın da ötesinde iman etmiş adam olmak gerektiğini öğretmiştir. Çünkü akıllı olanlar iman etmiş olmanın iyi adam olmayı mutlak içinde barındırdığını ama iyi adam olmanın iman etmek için yeterli olmadığını bilmişlerdir. Akıllı olmak kendini bilme, tanımlama ve inşa etme işini tamamen vahiyden almayı gerekli görür. Ulus kimlik üzerinden kendini tanımlama anlayışlarından uzak durur. Zalimler arasında bir tercih yapma zorunluluğu hissetmez. Zulme her halükarda karşı koymak için direncini artırır. Sesini her daim haktan yana yükselterek dünyada vaadedilen cennet düşünden uzaklaşır. Akıllı olmak ne kadar çekici görünürse görünsün tağuti sistemlere teslim olayı değil ne kadar cefalı olursa olsun Allah'a teslim olmayı tercih etmektir. Çünkü geçici olanı ebedi olana tercih etmek ahmaklıktır.
İnsan vahiyle inşa olursa eğer bütün değerlerini vahiy üzerinden oluşturur ama insan realiteye teslim olmuş bir zihinle vahyi okursa o zaman da vahyi kendi arzusuna göre dizayn etmiş olur. “Allah'ın doyuracağını niçin biz doyuralım” ya da “Allah dileseydi kimse şirk koşmazdı” ya da “azıcık sen bize yumuşak davran azıcık da biz sana yumuşak davranalım” sözleri kitabı kendi arzularına göre okuyan kimseleri işaret eder. Bu kimseler secde edilecek mescitler de inşa edebilirler ama Allah onların mescitlerine zarar mescitleri der. Allah, kendisine teslim olmuşlardan ferasetli davranmalarını ister. Kendisini ateşe çağıranlarla, hakka çağıranları ayırt etmesini, niçin yaşanması gerektiğini ve niçin ölünmesi gerektiğini fark etmesini ve Allah'ın hudutlarını koruması gerektiğini bilmelerini ister.
Geçmiş kavimler de aynı kafa karışıklığını yaşamışlar, aynı cezbedici teklifleri, aynı zulmü görmüşlerdir. Onlardan da kimileri reel olan dünyayı tercih etmiş kimileri de hakikate sahip çıkarak zulmün karşısında durmuşlardır. Ama zulmü ve zalimi bugün olduğu gibi tağutlar belirlememiş, bizzat Allah'ın vahyi çerçevesinde zalim ve zulüm tanımı yaparak onurlu bir duruş sergilemişlerdir. Bir zulme karşı koyarken asla başka bir zalimin ekmeğine yağ sürmemiş onun otoritesini pekiştirmemişlerdir. Bunu yapanlara karşı vahiyle uyarmaya devam etmişlerdir. Her ne kadar onlar vahiyle uyarılmaktan hoşnut olmasalar da. Bugün kendini İslam'a nispet eden bizlerin de yapması gereken şey budur. Kendimizi vahiyle inşa etmeye devam etmek, hiç bir zalimin, tağutun otoritesini pekiştiren bir pekiştireç değil onların otoritesini sarsan bir dalga olmak zorundayız. Duruşumuzu realiteler değil hakikat belirlemelidir. Hakikatin tek sahibi kuşkusuz Allah'tır. Onun içindir ki ona hiç bir şeyi şirk koşmadan yapmak zorundayız. Çünkü şirk başlı başına en büyük zulümdür.