Bünyamin ZERAN
İSLAMİ MUHALEFET GELENEĞİNE DUYULAN İHTİYAÇ
Müslümanların kendi tarif dillerini ve muhalefet geleneğini oluşturma vaktinin geldiğini artık görmemiz gerekmektedir. Bir meseleye yaklaşırken meseleyi hangi düzlemde ele alacağımız konusu önemlidir. Biz buna ilkeler diyoruz. Post modern algı herkese göre yeni bir ilke belirlemiş olsa da aslında temel ilkeler konusunda Kur’an, esaslı bir şekilde tarihteki kıssalar üzerinden bize bir çerçeve çizmektedir. Çizdiği en önemli çerçeve Allah’ın vahdaniyeti çerçevesidir. Allah’a şirk unsuru taşımayacak, onun hükümlerine ve iradesine karşı çıkmayacak bir düzlem içinde ikna edici bir muhalefet dilini geliştirmek zorundayız. Bu öyle bir dil olmalı ki hayatın içinde bir yere oturmalı ve şahitliği olabilmeli. Birilerini incitir kaygısı da güdülmemeli. Bunu söylerken illa kırıcı olalımı kastetmiyoruz elbette. Sözü olabildiğince anlaşılır, hedefini onikiden vuran ve muhatabının dikkatini çekmesi gereken yeri işaret eden bir dil olmalıdır.
Neden bir muhalefet diline ihtiyaç duyarız? Özellikle AKP iktidarı süresince birçok konuda İslamcıların birbirlerine muhalif eylemler ortaya koyduğuna şahit olduk. AKP iktidarından önce ayrışmalar bu denli büyük durmuyordu ama ne zamanki AKP iktidar oldu ve Kur’an mızraklar ucuna takılmaya başlandı işte o vakit ayrışmalar beraberinde geldi maalesef. Özellikle referandum süreci, Cumhurbaşkanlığı seçimleri, Gezi Parkı eylemleri ve şimdilerde yaşanan AKP-Cemaat çatışması biz Müslümanların bir muhalefet geleneği olmadığını gösterdi. Öyle bir manipülasyonla karşı karşıya bırakıldık ki ya iktidardan yana bir tavır alacaktık ya da karşı taraftan. Oysa biz bir şeyi eleştirirken de savunurken de kendi ilkelerimiz ve duruşumuz açısından meseleye bakmalıydık. Değer temelli bir bakışı bir kenara koyarak reel temelli bir siyaset üzerinden meseleleri değerlendirmeye kalktık. Hal böyle olunca iki seçenekten birini kabul etmek gibi bir zaafiyete düştük. Oysa müminin kendi ilkelerine dayanarak üçüncü bir yolun varolduğunu göstermesi gerekiyordu. Nitekim Kur’an’a baktığımızda geçmiş kavimlerle ilgili kıssalar incelendiğinde toplum ve iktidar arasında kalan nebiler ve onunla birlikte iman etmiş olanlar her daim Hak’kın yanında yerini almışlardır.
İslami muhalefet geleneğinin temsilcilerinden birkaç örnek verecek olursak öncelikle Muhammed (s.a.v)’i verebiliriz. Küfrün İslam’ı ılımanlaştırması karşılığında Mekke’nin krallığı dahil tüm dünyevi serveti ayaklarına sermiş olmalarına rağmen dik duruşunu muhafaza ederek ezilenlere, sömürülenlere kurtuluşun yolunu göstermiştir. Onun bu şahitliği ile köle Bilal Ümeyye bin Safvan’ı tüm serveti ve adamlarına rağmen alt etmiş ve onu çaresiz bırakıvermiştir. Diğer bir örnek Ebu Hanife’dir. Ebu Hanife’nin içinde yaşadığı toplum bugünkü toplum gibi laik ve demokratik usullere göre yönetilen bir toplum da değildir üstelik. Sözde İslam’ın hakim olduğu bir yönetim vardır. Lakin Ebu Hanife buna rağmen kendisine teklif edilen kadılık görevini sırf yönetimin yapmış olduğu zulmü meşrulaştırmak endişesiyle kabul etmemiştir. O meşhur sözünü hepimiz hatırlarız: “Eğer bana değil kadılık şu mescidin pencerelerini say deseler yine de saymam” diyerek muhalafet geleneğinin en özgün örnek şahsiyetleri arasına girmiştir. Yakın dönem içinde de birçok İslami muhalefet geleneğinin takipçilerini sıralayabiliriz; Seyyid Kutup, Ali Şeriati, İmam Humeyni, Aliya İzzet Begoviç,Malkom X, Ercümend Özkan,AbdulKadir Molla vs. gibi.
Öyleyse bizim avantajımız vardır. Çünkü önümüzde şahitliğini gereğince yapmış örnek şahsiyetlerimiz vardır. Bugün bu geleneği tekrardan canlı tutabilmek için hayatı Rabbin adıyla okuyabilen bir bakışa ihtiyacımız vardır. İslam’ın ilk emri kuşkusuz herkesin bildiği üzere “Yaratan Rabbin ismiyle okumak”tır. Öyle enteresandır ki Ademde beşer formundan insan formuna dönüşürken Rabbin kendisine verdiği isimlendirmeyle bunu yaptı. Yani Adem isimleri öğrenmeden önce meleklerin söylediği gibi “kan dökücü, bozguncu” bir beşerdi. İnsan olmak ancak Rabbin bize yol gösterici olarak verdiği Kitaba ve onun en güzel şahitliğini yapan resullerine bağlı kalmakla mümkündür. İnsanlığın serüveni Kur’an’ın kavramsal dünyasına sahip çıkmakla mümkündür. Karşılaştığımız her meseleye yaratan Rabbin gözüyle bakabilirsek büyük resmi görmüş oluruz. Ama reel siyaset üzerinden bir okuma gerçekleştirirsek büyük resmi görme olanağımız kalmaz.
İslami muhalefet demek her türlü kirlilikten uzaklaşmak ve kirliliği üzerine bulaştırmadan topluma tertemiz bir yol ve yeni bir sayfa açabilmek demektir. Oysa bugün gelinen nokta muhalefetten çok birine eklemlenme şeklinde belirginleşmektedir. Özellikle son 17 Aralık operasyonuna baktığımızda bir takım İslami STK’ların hükümete yönelik destek açıklamaları sisteme eklemlenmenin geldiği ciddi boyutları gözler önüne sermektedir. Müslüman bir şeyi tespit eder ve her şeyi olması gereken yere koyar. İktidar ve cemaat savaşında bir analiz yapar ve bu savaşın nedenlerini, niçinlerini ve olası sonuçlarını analiz edebilir. Ve buradan hareketle her iki grubun dışında Müslümanların durması gerektiği yeri işaret eder. Çünkü biz biliyoruz ki bu savaşın her iki tarafı da kirlidir. Yıllardır kol kola yol alanlar ve yıllarca birbirlerinin hadsizliğine, hukuksuzluğuna ve tuğyanlarına göz yumanlar öyle bir zamana erdiler ki birbirlerinin çıkar alanlarına müdahale etmeye başladılar. Devlet içinde paralel devlet olmak isteyen cemaatin karşısında Kaadir-i Mutlak bir otorite olduğunu düşünen ve kendisinden başka ilah kabul etmeyen bir devlet temsilcisi hükümet vardı. Her ilahlık iddiasını taşıyanlar gibi devlet de kendisine şirk koşulmasından hoşnut olmadı.
Niçin her iki tarafta kirlidir öncelikle onu anlamaya çalışalım. Çünkü her iki tarafı da kısmi bir analizle ortaya koymamız gerekmektedir. Sayın başbakan dinsel bir yapı olarak kendini hiç lanse etmedi. Daima laik, demokratik, milliyetçi ve muhafazakar olduğunu ilan etti. Demokrasinin hayatın içinde bir değer hem de en üstün bir değer olarak görülmesini, algılanmasını istedi. Bunu yalnızca kendi ülkesi için değil Ortadoğu’daki tüm halklar için de istedi. Hatta demokrasi vaizcisi oldu diyebilirim. Ak Parti varlık sebebi olarak gördüğü değerler uğruna mücadele etti. Bu mücadeleyi verirken elbette dinci bir parti iddiasında olmasa da dini tepe tepe kullandı. Yolsuzluklarında, hukuksuzluklarında bir örtü vazifesi olarak kullandı. Milletin gazını aldı. Zina suç olmaktan çıktı, terör finansman yasası çıkarıldı, nefret suçu kapsamında eşcinsellere ve siyonizme eleştiri yasaklandı. Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı oldu ve 2004 yılında Siyonist Yahudilerin elinden üstün cesaret madalyası aldı. Belki saymakla tüketemeyeceğimiz kadar İslam açısından sıkıntılı ve problemli işleri oldu.
Cemaat din adına ortaya çıkarak İslam dininin bütün genleriyle oynadı. Hedefe varmada bütün araçları meşru saydı. Dinler arası diyalog diyerek kafirlere karşı merhametli müminlere karşı şedid oldu. İsrail’i otorite kabul etti. Peygamberi sürekli olarak kendi ürettiği hurafelere payanda kıldı. En son örneği bildiğiniz gibi Türkçe olimpiyatlarının standlarına kadar peygamberi getirtti. Avrupa değerlerinin ve demokrasinin bu toplumda üst bir kimlik olması için çabaladı. Milliyetçi söylevler ve gücün yanında yer alan kimliksiz bir duruşla varlığını ıspatladı. Başörtüsüne furuat dedi ve Merve Kavakçı için “Şu kadına haddini bildirin burası devlete meydan okunacak yer değildir” diyen Ecevit için eğer şefaat yetkim olursa ilk şefaat edeceğim kişi diyerek her zamanki tıynetini ortaya koyarak kimin yanında yer aldığını ve kimin yanında yer almadığını gösterdi. Yine bu satırları bir çok örnekle doldurmak mümkündür.
Peki bu analizlerden sonra iki gruptan hangisini diğerine tercih edebileceğiz? Birisi Kur’an’ın tağut diye tanımladığı bir sistemin yılmaz savunucusu diğeri ise Allah kelamının tahrif edicisi bir yapı. Böyle bakılınca her iki taraftan birini tercih etmekten Allah’a sığınmak gerekir. Ama bir muhalefet geleneğimizin olmaması yüzünden şöyle değerlendirilebiliyor mesele: eğer cemaat bu savaşı kazanırsa önce radikal unsurları kıtırkıtır keser deniliyor. Yani hedefte İslamcıların olduğu söyleniyor. Eğer İslamcılar olarak bizler üzerimize düşeni yaparsak başta kim olursa olsun onların hedefinde oluruz bundan çekinmeye gerek yok bu zaten beklediğimiz ve razı olduğumuz bir şey değil midir? Bir diğer bakış açısı ülkenin ekonomik olarak geldiği nokta, sağlık olarak geldiği nokta, terör sorununun bitmesi vs. Burada da tam ulusalcı bir kafa yapısını takınıyoruz. Modern kelepçelerden kurtulamamış bir bakışla olayları analiz ediyoruz. Sömürüldüğümüz gerçeğini atlayarak yapıyoruz bunları. Zenginlere peşkeş çekilen değerler ve zengin/fakir arasında her geçen gün artan farkları görmezden gelerek konuşuyoruz. Çünkü bize gösterildiği kadar resme bakabiliyoruz. Oysa resmin tamamını görmeye yanaşmıyoruz.Bize sunulana razıyız ötesini istemiyoruz. Oysa iman etmek sorgulamayı ve Allah’a olan hesabı gereğince verebilmeyi gerektiriyor.
Müslümanlar bilmeliler ki iyi bir muhalefet geleneği oluşturmak istiyorlarsa batılı zihin kodlarıyla düşünmeyi bir kenara koyup, Kur’an’ın sunduğu kavramlar dünyasından evreni okuyabilmelidir. Ve okunan, tefekkür edilen bu kavramların sokağa, caddeye, mahalleye taşması için gayret sarfetmeliler. İçinde bulunulan refah terkedilerek bedel ödemeye razı bir şekilde gayret ve cehde girmek zorundalar. Söyledikleri her söze, yazdıkları her yazıya, yürüdükleri her yola o kadar titiz olmalılar ki acaba bu davranışımızla Allah’ı hoşnut edebiliyoruz mu sorusunu kendilerine sürekli sormalılar. Bulunduğumuz yerle Allah’ı mı hoşnut ediyoruz yoksa tağutu mu diye hep tetikte olmamız gerekiyor. Allah’ın dinini yüceltenlere ve bunun için gayret edenlere selam olsun.