Mehmet PAMAK
İSTİKAMET KRİZİNE GİRMİŞ TEVHİDÎ UYANIŞ SÜRECİ ÖNCÜLERİNİ HÂLLERİNİ SORGULAMAYA ÇAĞIRIYORUM – I. BÖLÜM
Tarihe ışık tutup not düşmek, “emr-i bi’l mâruf ve nehy-i ani’l münker” görevimizi ve yeni nesillerin aynı delikten ısırılmaması için adil şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmek amacıyla ibret alınacak yazılar paylaşmaya devam ediyorum.
Bu yazı serisiyle, AKP’nin ve hazırladığı şirk anayasa tasarılarının “Aktif Destekçiliği”ni yapan ve hatta hem davetin muhataplarını hem de Müslümanları bu istikamette oy vermeye çağıran ve adeta “tarafını belli etmeye” icbar eden yazılar yayınlayan Haksöz-Özgürder çevresi ile aynı yolda birlikte oldukları Anadolu Platformu-AKDAV çevresi ve öncüleri üzerinden AKP destekçiliği yapan bütün gruplara emr-i bi’l mâ’ruf ve nehy-i ani’l münker sorumluğumu kapsamlı biçimde yerine getirmek istiyorum.
Yazı serisinin sonunda da Haksöz çevresinin 1996 yılında yayınladıkları “İslâmî Kimlik, İlkeler ve Hareket” kitabı ile öncülerinin 2005 yılına kadar yayınladıkları yazılarından alıntıları paylaşarak bugünkü yazı, tutum ve sözlerini o gün nasıl eleştirdiklerini ortaya koyan ve ibretlik biçimde adeta bugünkü kendi tercihlerini mahkûm eden bir muhtevayı paylaşacağım inşâAllah.
Bu ibretlik serüveni ve yaşanan büyük değişim ve savrulmalara dair tespit ve ilmî eleştirileri okuyup paylaşarak, bu süreçte yapılan büyük tahribatla yol açılan büyük yozlaşmaya engel olup ıslah etme mücadelemize katkı vermeniz, inşâAllah sizleri de bu önemli ibadete hissedar kılacaktır.
Bizim Allah Rızası İçin Yaptığımız Uyarıların Üslubu ile Tepki Gösterenlerin Tahkir Edici Üslubunu Mukayese Edin Lütfen
Bu konuda bugüne kadar yazıp konuştuklarım ve bundan sonra yazıp söyleyeceklerim ile amacım; şahsiyetleri değil de yanlış fikir ve eylemleri hedef alıp ilmî olarak ve hikmetli bir üslupla eleştirmek, “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” görevimi yerine getirmektir. Tabii ki, öncelikle muhatap aldığım yıllarca birlikte olduğumuz çevreyi, ancak onlarda bir tevbe ve ıslah umudu görünmediği için daha çok da birlikte aynı savrulmayı yaşayan herkesi, tevhidî uyanış süreci bakıyesi bütün grupları yaşanan ilkesizlikler ve sebep oldukları büyük yozlaşma konusunda Allah rızası için uyarmaktır. Böylece hem bu büyük yanlışa sürüklenenleri düşündürmek suretiyle girdikleri batıl yoldan dönmelerine vesile olmak hem de bundan sonra aynı delikten ısırılmaya engel olup İslâmî ilkelerin korunmasına ve İslâmî kimliğin istikamet üzere korunup netleşerek gelecek nesillere kirlenmeden arı duru intikaline katkıda bulunmaktır.
İşte bu amaçla bizler, sadece İslâmî ölçülerle ve delillerimizi de zikrederek onlara ilmî eleştiriler yaparken, başta Hamza Türkmen olmak üzere muhatap aldığımız bu kesimlerin öncülerinin, sadece Allah rızası için emr-i bi’l ma’ruf görevini yerine getirdiğimizden dolayı bizleri nitelemek üzere kullandıkları rencide edici ve aşağılayıcı üsluba dair bazı alıntıları aradaki farkı görmeniz için aktarmak istiyorum. Mesela şirk anayasası referandumunda kendileri gibi düşünmeyip uyaran bizler için, yani “tevhidî duyarlılık çağrısı” yapan Müslümanlar hakkında şu nitelemelerde bulunabilmîşlerdir:
– “Tağutu reddettikten sonra sorumluluklardan kaçmak için yer-bucak arayanlar”,
– “fıkhetme melekeleri körelmiş, hikmet ve basiretten berî olanlar“,
– “kısır bakış açısı”, “kafa konforunu bozmayan ezber cümleler” kuranlar,
– “ödünç teorik yaklaşımlar”a sahip olanlar, “öykünmeci tutumlar”ın sahipleri,
– “tevhidî konformistler”, “selefi anarşistler“, “ormana dışarıdan bakanlar”,
– “dar fıkıhçılar“, “dondurulmuş selefi bakışlar“,
– “boğazına kadar çelişkiler içerisinde mutlu, mutmain muvahhid tipler“,
–“Taliban kafalılar“, “şabloncu dar fıkhi kalıpları mutlaklaştıranlar”,
-“psikolojik sorunlular“,
– “Nebevi – Rabbani isimleriyle başlayan romantik ve gelenekçi yöntem kitaplarına dayananlar”,
– “ayetleri Kur’an bütünlüğünde okumayıp da bir cedel aracı olarak kullananlar“,
– “tevhidî uyanışa yeni adım atmış ve acilci ruh halinden kurtulamayanlar“,
– “itidalden uzak tutumlar”, “ayetleri silah gibi kullanan tavırlar”,
-“yorumları itikatlaştırma saplantılılar“,
– “hezeyan halindekiler“, “sığ tutumlar, komplocu zihinler“,
– “teoride kalan boş kurgular“, “tekfir kılıcının dayanılmaz hafifliğine sırtını dayamışlar”,
– “ham hayalci, selefi görünümlü anarşistler”, “tekfirciler“,
– “gençlik hastalığı tutumu sahipleri“,
– “hariciler“, “eski Marksist-Stalinist şablonların gölgesinde kalan izahlar yapanlar”[1] vb. birtakım yaftalamalarla, kendileriyle beraber savrulmayı reddedip yıllardır birlikte yürünülen hak çizgide sebata çağıran Müslümanlar karalanarak küçümsenmiş ve alaya alınmışlardır.
2005 öncesi yazdıklarının tam aksi istikamete çağırılarda bulunduğu daha sonraki süreçte Hamza Türkmen’in yazdıkları çok daha büyük bir savrulmanın, büyük bir zihnî kirlenme ve dönüşümün yaşandığına işaret eder mahiyettedir.
Hamza Türkmen, 01 Haziran 2015 tarihli ve “Tarafınız Belli Olsun!…” başlıklı yazısında, o sırada yaşanan seçim süreciyle ilgili olarak “Ümmetin haklarını savunanlar ve sesi olmaya çalışanlarla; ümmetin kimliğini sindirmek, alt kimliğe indirgemek hatta yasaklamak isteyenler…” “Ümmettin düşmanlarıyla, dostları…” arasında bir seçim yaşandığını iddia edip “Müslümanların seçimlerde AK Parti’ye vereceği desteğin önceliği partiye değil, ümmetin geleceğinedir.” ifadelerine yer veriyor. Yani müslümanları “AKP taraftarı olmaya” adeta zorlamakta, böyle yapmayanların “ümmetin düşmanları safında yer almış olacakları” imasında bulunmaktadır.
Bu yazısındaki bazı ifadeleri de şöyle: “Haksöz’ün son kapak manşeti bu ilgiye dikkat çekiyor: ‘Ümmetin Dostları ve Düşmanları Arasında 7 Haziran Seçimleri”… Bu nedenle de Müslümanlara tarafınızı belli edin; mağaralara çekilmeyin ve nefsinizin ayartmalarına yenilmeyin diyoruz.”
Görüldüğü üzere, Allah taraftarı olmakla yetinip AKP ve Erdoğan taraftarı olmayı kabul etmeyen ve bunu akıdesiyle bağdaştıramayan Müslümanları ise, “nefsinin ayartmalarına yenilmîş olmak” ve “mağaralara çekilmek” ile suçlayıp karalamaya kalkışıyor.
“Seçimler Arifesinde Nasihatleşme…” başlıklı ve 02 Haziran 2015 tarihli yazsında ise, “Tekfirci IŞİD çizgisindekiler hariç tüm ümmet coğrafyasındaki ezilenler ve kanaat önderlerimiz Tayyip Erdoğan çizgisini takdir ediyor. O zaman tüm ümmet coğrafyasındaki İslâmî oluşumlar yanlış yapıyor, sadece klavyeye tıklayan sizin elleriniz mi doğruyu yazıyor?” diyerek, kendileri gibi AKP destekçiliğine savrulmayanları “Tekfirci IŞİD’çi” olmakla suçlamaktan çekinmiyor. Tam da gelenekselci bir anlayışla “madem bu kadar çok kişi Tayyip Edoğan’ın çizgisini takdir ediyor, o halde o doğrudur”a getiriyor. Peki bu Erdoğan çizgisi neyi temsil ediyor: “Demokrasi, laiklik, Atatürkçülük, milliyetçilik, tasavvuf, Osmanlı kültürü ve liberal kapitalist ekonomi politikaları.”
Hamza Türkmen bu yazdıklarına ilaveten, “Bu süreçte AK Parti’ye oy vermeyi ümmetin geleceği için faydalı gören yazı ve tavırlarımız için yorum yazanların biyografilerini ve gerçek kimliklerini de bilmîyoruz. Şahitlik ya da adalet duygusunu yitirmiş ve havanda su döven kelamcılardan/”tevhidilerden” mi?” demek suretiyle yine büyük bir zulme imza atmakta ve sistemin laik bir partisi olan AKP’ye oy vermeyi İslâmî ölçülere uygun bulmayanları, “Şahidlik ya da adalet duygusunu yitirmiş” ve “havanda su döven tevhidîler” olmakla suçlayabiliyor.
Kenan Alpay’ın, benim de İslâmî kimlik ve ilkelerden uzaklaşarak aklını ilahlaştırdığına inandığım bir başkası için Haksözhaber sitesinde yayınlanan 27 Haziran 2013 tarihli ve “Tutarsız Olduğu Kadar Arsız da!” başlıklı eleştiri yazısında, daha başlıktan itibaren kullandığı üsluba bakın bir de bizim bunca savrulmalarına ve geçmişteki ilkelerine bu kadar aykırı bir konuma gelmelerine rağmen sizler için kullandığımız üslubu adaletle değerlendirin.
Kenan Alpay’ın bu yazı içinde kullandğı üslub bu: “Bütün bu çelişkiler ve tutarsızlıklar bir yana, Kur’an mesajını keyfine göre, nefsine göre, istikbaldeki hesaplarına göre çarpıtmaktan imtina etmeli değil misin? İbrahim ve Yusuf (a.s.) kıssalarını açıkça çarpıtmalar, meselenin gelip dayanacağı yeri işaretliyor zaten. Âli İmran Suresi’nin açıkça savaş/harp halindeki Rasul ve ashabının arasındaki ilişkiyi niteleyen 159. ayet-i kerimesini, bağlamından koparıp, eğip bükmek, haya/utanma duygusundaki aşamaya/aşınmaya delalet etmektedir. Ne metinde ne de bağlamda “halk” ifadesi geçmektedir.[2] Biz de sizlerin Allah’ın ayetlerini tevil edeyim derken tahrife savrulan Hayrettin Karaman, Faruk Beşer misali yazarlarınızın peşinde aynı sorunu yaşadığınızı tespit ediyoruz ama ilmî olarak eleştirmekle yetinip böyle hakaretler yapmıyoruz. Bunu neden fark etmiyorsunuz?
Bütün bunlara ilaveten, sadece Suriye konusunda sizden farklı değerlendirmeler yaptıkları için başta Atasoy Müftüoğlu ve Akif Emre olmak üzere birçok Müslüman’a karşı kullandığınız aşağılayıcı, dışlayıcı ve rencide edici üslubu ayrıca zikredip yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum.
İşte bütün bu belgeler, bu çevrenin, gerek ilkeler kitaplarında gerekse 2005 yılı öncesi makalelerinde yazdıklarını mahkûm edip suçlama konumuna düşmekle kalmadıklarını, üstelik bu yanlış yönelişlerini Allah için uyaran eski yol arkadaşlarını da acımasızca karalayıp tahkir eden edep dışı bir üslub kullandıklarını göstermektedir.
Bir Zamanlar “Geleneksel ve Modern Cahiliyeden Ayrışıp Bağımsız İslâmî Kimlikli Yapı Oluşturmalıyız” Diyenlere Ne Oldu?
Yıllarca birlikte olduğumuz Haksöz çevresi, 1990’lı yıllardan beri yayınlayıp defalarca yeni baskısını yaptıkları “İLKELER” kitabında ve son bölümde alıntı yapılan o yıllara ait yazılarında açık ve net biçimde, Müslümanların, geleneksel ve modern cahiliyeden arınıp uzaklaşarak bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı oluşturmalarının zarureti ve bunun imanî sorumluluk olduğu vurgulanıyordu.
“Mevcut şirk sistemine yaklaşım ve ilişkilerde, İslâmî ölçüler ve ilkeler doğrultusunda İslâmî bir kimlik geliştirmek yerine, genelde uzlaşmacı, sentezci ve giderek teslimiyetçi bir kimlik öne çıkartılmış ve halen de bu tavır sürdürülmektedir. Uzlaşma, vahiy dışı inanç, kültür ve alışkanlıklarla bir arada yaşamaktır ki; bu inanç, duygu ve eylem alanlarının bölünmesi anlamına gelir. Uzlaşma, vahyî mesajın parçalanmasıdır. Laiklik, milliyetçilik, demokratlık gibi modern; mezhepçilik, saltanatçılık, tarih kutsayıcılığı, tasavvuf gibi geleneksel sapmaların kirine bulaşan uzlaşmacı kimliklerden arınmadan, sahih ve kuşatıcı İslâmî bir dönüşüm gerçekleştirilemez.”[3]
“Zaten geleneksel cemaatler muharref anlayışları çerçevesinde içe dönük zikir ve vird törenlerinin yapılmasına fırsat veren modern devletlere dua etmiyorlar mı? Böylece geleneksel tuğyan ile egemen tağut arasında “kullanma”ya dönük de olsa Tevhidî anlayışı bütün olarak kavramamış, sorunlarını çözmek için Kur’an’ın nasslarına gönlünü açamamış kişi ve cemaatlerin tuğyanı, tağûtî otoriteyi sevindiren bir tutumdur. Çünkü, “tağut küfredenlerin velisidir”. Veli-teba ilişkisinin, devlet-toplum ilişkisine tekabüliyeti vardır.
“Türkiye’deki İslâmî uyanış süreci içinde isimlerine yer verilmeye çalışılan Süleyman Hilmî Tunahan, Said Nursi, Necip Fazıl, Nurettin Topçu, Sezai Karakoç, Necmeddin Erbakan gibi isimlerin ve “Süleymancılık”, “Nurculuk”, “Anadoluculuk”, “Milli Görüşcülük” gibi akımların mücadelesini, tevhidî bilinci yaygınlaştırma çabası veya İslâmî hareket olarak tanımlamamız mümkün değildir. Yukarıda bahsedilen isim ve akımlar hiçbir zaman Türkiye halkına kimliklerini netleştirip ulusal kimlikten ayrışacakları, Kur’an’la ilişkilerini güçlendirip yeniden vahyin şahidliğini üstlenecekleri, tevhidî ilkeleri şiarlaştırarak Türkiye’de tağûtî otoriteyi temsil eden devlet gücüne ve zulme karşı bir direniş bilinci aşılayacakları bir çağrıda bulunmadılar. Onlar ancak mukaddes bildikleri değerleri, “sahih” ve “muharref” ayrımı yapmadan veya bu ayrımı yapabilecekleri ölçüyü edinme endişesi duymadan, millilik şemsiyesini kullanarak ve devlet politikalarıyla uzlaştıklarını ilan ederek korumaya çalıştılar.”[4]
“Geleneksel cahilî kültür ve değerlerden arınamayan insanlar modern cahiliyenin işini kolaylaştırmakta, geçmiş cahiliyeyle uzlaşan kimlikler, egemen cahiliyenin modern dayatmaları karşısında da eski alışkanlıklarıyla te’vil ve uzlaşma kapılarını sonuna kadar aralayabilmektedirler.[5]
İşte birlikte olduğumuz yıllarda böyle düşünüyor ve aslında ikisi iç içe geçmiş bulunup birbirini de besleyen hem geleneksel hem de modern cahiliyeden ayrışmadan bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı oluşturulamayacağını ve İslâmî bir toplum inşa edilemeyeceğini yazıyorlardı. Bu bağlamda, modern cahiliye olan laik sistemin, başta parti, parlamento ve hükümet olmak üzere, laiklik ve Kemalizm eksenli kurulup çalışan bütün kurumlarından ve geleneksel cahiliye olarak niteledikleri hurafeci kesimlerden berî bir konumda duran ve tevhidî ilkelere sadakatle istikametini korumada tavizsiz olan kuşatıcı bir İslâmî yapı oluşturmanın gerekliliğinin altına çiziyorlardı.
“Mücadelenin sonuç vermesi, başarılı olabilmesi ve her şeyden daha da önemlisi, Rabbimizin razı olacağı bir seyir izlemesi için, en önemli ve zorlu mesele saf ve katışıksız bir İslâmî kimlikle mücadele sahasında yer alabilmektir. İslâmî mücadele, ancak eksiksiz ve fazlasız bir İslâmî kimlikle mümkündür. Bunun içinse, hem tağûtî sistemin kurumları, kuralları, yönlendirmeleri ve dayatmalarından bağımsız, hem de toplumun ve geleneğin cahilî etki ve kalıplarından, uzlaşmacı, sentezci anlayış ve pratiklerden arınmış, yalnızca Kur’an’ı kendisine ölçü ve rehber edinmiş olmak gerekir.”
İslâmî kimliğin toplumsal pratiğe yansıyan en temel vasfı, tağutî otoriteye ve bu otoriteyi temsil eden kurumlara ve şahıslara karşı açık bir red tavrına sahip olmasıdır. Allah’ın uluhiyet ve rububiyetine karşı istiğna ve tuğyan içinde olan (kendini bağımsız ve yeterli görerek azgınlaşan) her türlü kişi, kurum ve gücü kapsayan ‘tağut’ kavramı, şüphesiz günümüzde en açık olarak otoriteyi elinde bulunduran devlet ve sistemin şahsında somutlaşmaktadır. (İLKELER Kitabından alıntı).
Buna rağmen, 2010 yılından itibaren bu yoldaki bütünûçabaları baltalayan bir savrulma yaşadılar. Her iki cahiliyeyi de kucaklayan anlayışlara kaydılar. Neden?
Bu çevrelere sesleniyorum!
Ben cahiliye dönemimde yukarıya alıntılanan yazılarınızda berî’ olunmalı dediğiniz iki cahiliyenin de içinde bulunuyordum. O dönemimde hem hurafeci tasavvuf ve tarikat kültürü içinde hem de laik parti başkanı ve laik parlamento üyesiydim. Tıpkı bugün peşinden gittiğiniz siyasi lider gibi. İşte bu iki cahiliyeyi de Rabbim’in lutfuyla tahkik ederek terk ettim ve tevbe ederek tevhidî imana ulaştım. Siz de takdirle karşılamıştınız. Bugün ise sizler, daha önce hurafeci dediğiniz şeyhlere, benim cahiliyedeki hailimi yaşayan tasavvufçu ve laik parti kurucusu, genel başkanı ve laik parlamenter olanlara, öldüklerinde rahmet ve mağfiret duası yapıyor, cennetlik olduklarını iddia edip övgüyle anıyorsunuz. İlk tartışmamız da 2009 yılında bu konuda olmuştu.
Kur’an’da birçok âyet, ancak inzal edilen mübarek Kitaba uyarak Allah’a teslim/Müslim olan ve O’nun emir ve yasaklarına riayet edip azabından sakınmak suretiyle takvayı kuşanan kimselerin Allah’ın rahmetini umabileceklerini bildirmektedir. “Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır. Şu halde O’na uyun (tâbi olun) ve korkup sakının (Allah’ın azabından sakınarak emir ve yasaklarına uyun) (takvayı kuşanın). Umulur ki rahmet edilirsiniz“[6] “Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir.”[7] Bu âyetlerden de anlaşılacağı üzere, ahirette bu rahmete müstahak olabilmek, ancak dünyadayken hayat rehberi olarak inzal edilmîş Kitaba iman etmek ve bu imanın gereği olarak Kitabı hakkıyla (anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla) okuyarak, onunla amel etmek, takvayı kuşanarak bu kitabın emir ve yasaklarına uyma çabasıyla hayatını ibadet kılmaya çalışmak ve bu hal üzere ölmek gerekir.
Yani rahmete müstahak olunabilmesi ve bir kimseye rahmet ve mağfiret duası yapılabilmesi için o kişinin sadece adının Müslüman olması yetmemekte, hayatının da Müslüman olması, bütün hayat alanlarında Allah’a teslim olma çabası içinde bulunması gerekmektedir. En azından zahiren böyle bir çabası olan ve günahın kendisini kuşatmasından ve imanına şirk bulaştırmaktan sakınan bir hayatı yaşarken ölen kimselere rahmet ve mağfiret duası yapılabilir. Çünkü Allah rahmân ve rahîm sıfatları gereği dünyada ayrım gözetmeden bütün varlıklara rahmet ederken (onları yaratır, rızıklandırır, yaşatırken); âhirette ise sadece mü’minlere rahmet eder ve kurtuluşa ulaştırır. Bu sebeple insanların mü’min olmayanları için dünyada hidayet duası yapılabilirken, öldükten sonra ahiretine dair mağfiret ve rahmet duası yapılamaz.
“Akrabâ bile olsalar, cehennem halkı oldukları belli olduktan sonra (Allah’a) ortak koşanlar için mağfiret dilemek; ne peygamberin, ne de iman edenlerin yapacağı bir iş değildir.”[8] Şirk içindeyken ve şirke dayalı bir hayatı yaşarken ölenler babalarımız, analarımız, kardeşlerimiz bile olsa onların arkasından dua etmemiz ve istiğfarda bulunmamız doğru değildir. Buna rağmen sizler, “Kur’an’ı mehcur bırakıp” geleneksel hurafelere iman eden ya da modern cahiliyenin laiklik, demokrasi, ulusalcılık vb kavram ve modellerine sığınıp savunarak imanına şirk bulaştıranlara “rahmet ve mağfiret duası” yapabilecek konumlara neden bu kadar kolay savruldunuz?
Ben, ayrışmalıyız dediğiniz geleneksel ve modern cahiliyeden tevbe edip ayrışarak sizin yanınıza gelmiş iken, siz beni istikamet üzere olan yolunuzda yalnız bırakıp her iki cahiliye ile kucaklaşan ölçüsüzlüklere kaydınız. Neden? Neden? Neden?
Üstelik sizin bugün yeniden keşfedip dua ettiğiniz ya da değer veren yazılar yazdığınız Nurcular, tarikat şeyhleri vb geleneksel cemaatlerin hepsi benim reddettiğim cahiliye dönemimi takdir ve dua ile karşılıyor ve sürekli toplantılarına çağırıp konuşturuyorlardı. Ta ki “lâ ilahe illallah” diyene kadar. Aynı şekilde sizin bugün peşine takılıp savunduğunuz, destek verip meşruiyet kazandırmaya çalıştığınız Erdoğan’ı yetiştiren hocası Erbakan da tevbe ettiğim halimle “laik mecliste yaptıklarımla birinci ahiretimi garantilediğimi” söylüyordu. Biliniz ki Erdoğan’ı da Ahmet Davuoğlu’nu da iyi tanırım. Onlar samimi dindar inanlardır. Ama bu din anlayışının içeriğinde “tasavvuf ve Osmanlı kültürü ile laiklik, ulus devletçilik ve demokratlık” da vardır. Peki sizler, bunca birikiminize rağmen benim o günkü halime göre daha gerilerde olanların peşinde neden savrulup duruyorsunuz?
İşte böyle bir serüveni yaşayan Haksöz ve AKDAV çevreleri, bahsedilen ilkesizliklere kayınca, “Kur’an Nesli Platformu” adıyla oluşturulacak bir şûra altında tevhidî kesimi toparlayıp yıllardır savuna geldikleri çizgide bir yapı inşa etme çalışmalarımız sürerken, şirk anayasasına verilecek “evet” oyu sayısını birkaç yüz adet arttırma hatırına bu çabayı akamete uğratmaktan kaçınmadılar. Böylece yıllarca tevhidde vahdet oluşturamadıkları diğer tevhidî uyanış süreci gruplarıyla ve hatta “Kur’an’ı mehcur bırakıp” hurafe bataklığına dalmış kesimlerle “laik-demokrasi sandığında vahdet” oluşturmaktan rahatsız olmadılar.
Bu gidişat ve savrulma sebebiyle, Haksözhaber sitesindeki Kenan Alpay’a ait 31 Ekim 2017 tarihli ve “Gazi’yle Kucaklaşma ve Kemalizm’le Yenilenme Çığırı” başlıklı yazının[9] altında yer alan yorumlarında iki yorumcu, dikkat çekici ve kardeşçe şu uyarılarda bulunmuşlar: Birinci yorumcu şunları yazmış; “Artık Müslümanlar olarak yaptığımız büyük yanlıştan dönmeliyiz. AKP’nin ardından sistem içi siyasetin kirliliğine bulaşmamızın sonunda çok büyük kan kaybı yaşadık ve ciddi boyutta istikamet krizine tutulduk. Hatta kimimiz RTE için “mü’min, muvahhid” ve “ümmetin umudu” deyip kefil olacak kadar ölçüyü kaçırıp sistem içi laik demokratik siyasete “meşruiyet” kazandırmaya kadar savrulduk. Tabii sonuçta bu laik demokratik kapitalist iktidarın tüm yolsuzluk, adaletsizlik ve hukuksuzluklarının faturasının da İslam’a ve Müslümanlara kesilmesine sebep olarak büyük vebal altına girdik. Artık yeter demeli ve sistem içi laik demokratik siyasetin bütününden teberri ederek bağımsız İslâmî kimlikli bir yapıyı üretmek üzere bir an önce harekete geçmeliyiz. Bunca kan kaybından sonra zararın neresinden dönülse kârdır. Haydin kardeşler daha fazla geç kalmayalım ve geri dönülmeyecek noktalara gelmeden istikameti düzeltelim, böylece tevbe edip altına girdiğimiz büyük vebalden kurtulmaya çalışalım.”
İkinci yorumcu ise şunları yazmış; “Evet, büyük bir yanlış yaparak AKP’nin peşine takılıp taraf olduk. Özgün kimliğimiz ilkelerimiz ve mücadele hattımız zaafa uğradı. On yıllarca samimi çabayla ortaya çıkarılan birikimimiz laik demokratik ve bu yazıda da ifade edildiği üzere artık biraz da neo-kemalist olan bir partiden taraf olmak yolunda heba edildi. Artık kendimizi tanıyamaz olduk. Biz kimiz? Daha önceki yıllardaki duyarlılıklarımıza, kimlik ve ilkelerimize ne oldu? Bir yorumcunun teklif ettiği gibi tevbe edip dönsek eski hattımıza acaba kaç kişi döner. Terk ettiğimiz eski mevzilerine kaç kişi geri döner. Sistem içi siyasetin kirliliğine bulaşan kaç insanımızı kurtarabiliriz. Hatta Kendimizi ne kadar kurtarabiliriz? Buna rağmen toparlanmalı ve bu bataklıktan kurtarabildiklerimizle ümmeti vahiyle inşa ve Kur’an nesli projemize geri dönmeliyiz. Kendimizi ve ümmeti kurtaracak tek Hak yol olan nebevi yöntemi takip eden yeni bir başlangıç ve yeni bir hamle yapmalıyız.”
İşte bu haklı olduğu kadar üslubu da güzel olan uyarılar karşısında Rıdvan Kaya’nın aynı yerde verdiği cevap ise şu olmuş: “AKP’nin peşine takılmışız, tövbe etmeliymişiz, yeniden eski dosdoğru yola dönmeliymişiz vs.vs. bu söylem vallahi açık bir haksızlık ve usulsüzlüktür! Yok kardeşim böyle bir şey, nereden çıkartıyorsunuz bu basit ithamları? Çizgimiz ortada, yaptıklarımız ve sözlerimiz ortada. İsim vermeden Kenan kardeşimizin bir yazısına atıf yaparak Erdoğan’ın mü’min ilan edildiğinden şikayetle ilgili olarak sormuştum, yine sorayım, peki siz ne diyorsunuz kafir mi, müşrik mi? Biz bu çizgideki insanları sadece bugün değil, 10 yıl önce de 20 yıl önce de hiçbir zaman tekfir etmedik ki, her zaman Müslüman olarak gördük.”[10]
Bizler de muayyen hiç kimseyi şahsi olarak hedef yaparak tekfir eden bir üslup kullanmıyoruz. Ancak Kur’an ayetlerinin açıkça ifade ettiği hakikati de ketmeden ya da tahrif etmeden ortaya koyup “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen kim olursa olsun kâfir, zalim ve fasık olur” hükmünü ortaya koyuyoruz ki, bu her mü’min için imanî bir sorumluluktur. Ancak bu çevrelerin, bu temel ilkesel konularda yaşadıkları bunca ilkesizlik ve savrulmaya rağmen kendilerini doğru yolda görmelerinin ve yaptıklarının da meşru olduğunun iddiası içinde olmaya devam etmelerinin arka planında yatan temel yanlışın şu olduğu kanaatine vardım: O da “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin” konumlarını belirleyen Kur’an ayetlerini, saray alimlerinin, statüko güçlerini meşrulaştırmak için te’vil edeyim derken tahrif ettikleri çarpık yorumlarını doğru kabul edip içselleştirmiş olmalarıdır.
Anladım ki, bu en temel konu halledilmeden ve “hükmetme makamında bulunanların Allah’ın indirdikleriyle hükmetmedikleri” durumda Kur’an’ın açık ayetleri çerçevesindeki konumu net biçimde ortaya konulmadan da bu kesimler gittikleri bâtıl yolu fark edip tevbe etmeye yanaşmayacaklar. Hatta bu yanlışın doğru olduğundan o kadar mut’main olmuş durumdalar ki, tevbe edip bu yanlıştan dönerek eski doğru çizgilerine gelmelerine dair çağrıları bile büyük bir tepkiyle karşılayıp “tevbe” etmeyi akıllarına bile getirmiyorlar.
İşte bu yüzden de bu en temel konudaki tahrifatın nesiller boyu sürüp İslam’ın doğru anlaşılmasını engelleyeceği acı gerçeği karşısında, bu konuyu işleyen kapsamlı bir çalışmayı inşâAllah kısa zamanda sizlerle paylaşmaya çalışacağım. Bilinmelidir ki, şahsen bu konuda yıllardır, hatta Müslüman olduğumdan beri okuma ve araştırmalar yapmaktayım, son aylarımı ise tamamen bu konuya hasrederek ve Rabbimin yardımına sığınıp “dininde isabet kaydetmeyi nasip etmesi” için dua ederek, bu konuyu gücüm yettiğince açıklığa kavuşturmayı amaçlamaktayım.
Şüphesiz ki, bu araştırma çabamın sebebi, birilerini tekfir etmek ya da kim kâfir, kim mü’min tahkikatı yapmak değildir. Müslüman olduğumdan beri, bu konudaki okuma ve araştırmalardan amacım, önce bulunduğum cahiliyeden ayrışırken mü’min/Müslim olabilmek için neleri terk etmem, bir daha neleri yapmamam gerektiğini ve bu tür makamların sürekli teklif edildiği birisi olarak, bu teklifleri kabul edip edemeyeceğime ilişkin şahsi fıkhımı öğrenmek ve kendimi bu konudaki sapmalardan arındırarak istikametimi korumaktır. Tabii ki, bu son dönemde ise, bu amacıma bir de tevhidî kesim öncülerinde meydana gelen istikamet krizi ve arkalarındaki kitlelerde yol açtıkları büyük kirlenme ve yozlaşmanın en önemli sebeplerinden birincisinin bu konudaki yanlış yorumlar olması sebebiyle, bu alanda yaşanan ifsadın ıslah edilmesi eklenmiş bulunmaktadır.
Büyük Bir İlkesizlikle AKP Destekçiliğine ve Hatta Laik Parlamentoda Milletvekilliğine Savrulan Grupları Temsilen Özgür-der ve AKDAV’ı Öne Çıkarmamın Sebebi
Bu iki grubu öne çıkararak eleştiri hedefi yapmamın bir sebebi de ülke çapında en çok örgütlü önemli iki yapı ve önceki halleri bakımından da en ilkeli olanları olmaları ve tevhidî kesimin savrulmasında tesirli ve öncü rolü oynamalarıdır.
İbret verici bir nokta da büyük bir ilkesizlikle laik bir partinin peşine takılıp İslâmî kabul ederek eklemlenen bu yapılar, daha önceki ilkelerini ve çizgilerini değiştirmeleri için, vahiy almış olamayacaklarına göre, daha önce bilmedikleri yeni hangi delillere ulaştıklarını ve daha önce “yanlış yapmışız” diyorlarsa bunun ilmî delillerini Müslümanlara izah etmek gibi ahlakî bir sorumlulukları olduğunu düşünmemeleridir. Hatta aşağıdaki alıntılarda yer alan ilkelerin tam tersini yaptıkları halde, “biz hep böyleydik”, “biz laik bir rejimde Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin Müslüman olduklarını söylüyorduk” diyebilmeleridir.
Özgür-der’in 2001 yılında yapılan ilk genel kurulunda “Mazlum-der kurucu genel başkanı olarak tevhidi kimlik ve ölçülere göre kurduğumuzu ama sonraki başkanlar döneminde kuruluş ilklerinden uzaklaşıp sekülerleştiğini, demokrasiyi içselleştirip laik partilere meyledip yozlaştığını, benim de bu ilkesizlikler ve yozlaşmaya karşı çıkıp mücadele ettiğimi anlattım. Sonra da “bugün tevhidî kimlik ve ilkelere sadakat üzere kurulan Özgürder’i desteklediğimi, ancak bir gün o da dönüşüp ilkelerden uzaklaşarak Mazlumder’e benzerse, bugün burada ifade ediyorum ki, tıpkı Malumder’in sapma ve savrulmasını ifşa ederek mücadele ettiğim gibi o zaman Özgür-der’e karşı da aynı şeyi yapacağımdan kimsenin şüphesi olmasın.” mealinde bir konuşma yaptım. Bu içerikteki konuşmamı açılışlarına katıldığım daha birçok Özgür-der şubesindeki konuşmalarımda da tekrar ettim.
İşte Allah’ın üzerimize yüklediği bu uyarı görevimi öncelikle Rabbimizin rızası için imanî bir sorumluluk olarak yerine getirmekteyim. Ama aynı zamanda ayrıca bu konuşmalarımda daha önceden kendilerine verdiğim sözü de yerine getirmiş olmaktayım. Yani kendileri için şaşırtıcı bir gelişme söz konusu değildir.
Son bölümde yer alacak alıntılardan ibret verici bir gerçeklik olarak öğreneceğiniz bu ilkesel mutabakat sebebiyle, yani (özellikle 2007 yılından itibaren değişim emareleri başlasa da) 2010 yılından önceki söylemleri ve ilkeleri genel anlamda doğru olduğu için bütünleşip kendimizi oraya o derece ait gördük ki, çeşitli İllerden gelen İLKAV’ın şubesini açma tekliflerini reddederek, “Özgür-der var ya yeter” deyip Özgür-der’in Ankara Şubesi konumuna razı olduk ve yıllarca öyle davrandık. Özgür-der şubelerini birlikte açıp bölge toplantılarında Ankara’yı temsil ettik. Özgür-der’in Ankara şubesi konumuna razı olmamızın sebebi, ümmet bilincinin, İslam akıde ve ahlakının gereğinin bu olmasıydı.
Bu inançla “mü’minler ancak kardeştir” hükmünü içselleştirip tevhidde vahdet bilinciyle hareket ettik. Ancak Özgür-der öncüleri, 2010 referandumunda diğer tevhidî uyanış süreci öbeklerinin neredeyse tamamına yakın kısmıyla bütünleşip şirk anayasasına oy verme çağrısı yapma kararı aldıklarında bizi asla dinlemediler, uyarılarımıza kulak vermediler ve istişârî anlamda görüşümüzü bile alma gereği duymadan hareket ettiler. Demek ki, bizim kardeşçe bağlılığımız tek taraflı işleyen bir kardeşlikmiş, böylece ortaya çıktı. Gülen-AKP koalisyonunun şirk anayasa tasarısı değişikliğini desteklemek uğruna bizi istişareye bile katmadan dışlayıverdiler.
AKDAV ve Anadolu Platformu olarak bilinen eskiden Malatyalılar grubu olarak anılan gruba ait derneklerde de farklı illerde yıllarca konuşmacı olarak sorumluluk aldım. Bugün AKP’ye destekçi, hatta milletvekili bile çıkararak bütünleşme konumuna savrulan bu grup da farklı illerdeki şubelerinde konuşmacı olarak katkıda bulunduğum bir çevreydi o süreçte. Daha sonra birbirimize ilkesel olarak en yakın gruplar olarak bu iki çevrenin temsilcileri olan Hamza Türkmen ve Ramazan Kayan ile birlikte rahmetli kardeşim Ahmet Kalkan ve ben dörtlü bir şura çalışması içine girdik.
Amacımız bütün tevhidî kesimi zamanla bir araya getirecek bir “Kur’an Nesli Platformu” ve “Kur’an Nesli Şurası” oluşturma çabası sürdürdük. İşte bu önemli süreç AKDAV ve Özgür-der’in, tevhidde vahdeti hedefleyen bu çabamızı hiçe sayıp AKP’ye ve şirk anayasasına “aktif destek” verme kararı almalarıyla akamete uğratıldı.
Özetle bir daha ifade etmek isterim ki, bu grupların bizim uyarılarımızı dikkate almadan laik bir iktidara destek uğruna harcadıkları o birikimde bizim de önemli payımız söz konusuydu. Bu sebeple bu tür uyarıları en fazla benim yapmak sorumluluğum var. Yapmazsam Allah’a hesabını veremem. Bu uyarı çabalarım, hem İslâmî mücadele sürecinin girdiği istikamet krizinden çıkılmasına katkı sunmayı, hem de bu imanî sorumluğumu yerine getirerek Allah’ın rızasını kazanmayı amaçlamaktadır.
Üstelik birçoklarınız biliyorsunuz ki, ülke çapında Özgür-der şubelerinin birçoğunun açılışını gerçekleştirmede bizzat rol aldım. Ayrıca neredeyse bütün şubelerde konuşmacı oldum. Tabii ki hepsinde bugün de söyleyip yazdığım temel ilkelerimizi tavizsiz biçimde anlatmayı sürdürdüm. Ne öncülerinden ne de şubelerdeki temsilcilerinden bir itiraz gelmediği gibi tam destek aldım. Bu yüzden bir şubede konuşunca başka şubelere de çağırıldım. Bu çevrenin ilkeler kitabında da okuyacağınız üzere temel ilkeler konusunda aynı düşüncedeydik. Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen tağutî sistem, devlet, hükümet ve partiler hakkındaki temel yaklaşımımız ve ilkelerimiz, değerlendirme ölçülerimiz büyük ölçüde örtüşmekteydi.
Bu yazı serisinin son bölümünde okuyacağınız Haksöz camiasının İLKELER kitabından ve öncülerinin 2005 yılı öncesinde yayınlanan yazılarından alıntılarda, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenlerin kâfir ve tağut olduklarına, TC sisteminin, devleti ve hükümetiyle, parlamentosuyla, yöneten kim olursa olsun bu kategoriye girdiğine ve bunları reddedip beri olmanın imanî bir sorumluluk olduğunun vurgulandığını göreceksiniz. Maalesef bugün ise Rıdvan Kaya, Kenan Alpay ve Hamza Türkmen tarafından, Allah’ın hükmüyle hükmetmeyen laik hükümet, parlamento ve partilerin müntesiplerinin “mü’min, muvahhid ve Müslüman” oldukları iddia edilip ısrarla savunulmaktadır.
Bunca Yozlaşmaya Sebep Olmuş Bir İktidarla Bütünleşerek “İnsan ve Değer Hareketi” Yürütülebilir mi?
Haksöz ve Ögür-Der çevresiyle ile birlikte AKP’ye ve şirk anayasa değişikliklerine “evet” oyu verme çağrısı yapan bildirilere imza koymuş, ancak eskiden tevhidi uyanış sürecinde önemli rol oynayan bir diğer grup olan “AKDAV” ve “Anadolu Platformu” çevresinin de DİB’nın ve AKP liderinin İslam’ı laik devlet kurumlarını meşrulaştırmak için araçsallaştırmalarına ciddi bir itirazlarının olduğuna rastlamadık. Nasıl olsun ki, bizzat Genel Başkanları Turgay Aldemir AKP’den milletvekili adayı olmuş ve yıllardır toplantılarında AKP bakanlarını konuşmacı yaparak eklemlenmiş bir yapıdan, böylesine tevhidî ilkelere uygun bir davranış ummak beyhude bir bekleyiş olmaz mı?
Eskiden “Malatyalılar”, “AKDAV” vb adlarla tanınan bu çevrenin son büyük organizasyonu olan “Anadolu Platformu”nun Genel Başkanı Turgay Aldemir’in platformun 2015 yılında düzenlediği 10. Anadolu Buluşmalarını açışında yaptığı konuşmadaki ifadeleri AKP iktidarı ile ne kadar bütünleştiklerini ve onu ne kadar içselleştirdiklerini ortaya koymaktadır: “Yaşadığımız zaman ve dönem, İslam dünyasının üç asırlık tahribatından sonra, yeniden dirilme ve inşa dönemidir. İslam dünyası, yüzyıl önce elinden alınan iradesini bugün yeniden kazanmak istiyor. Türkiye, bu geri dönüş hikâyesinin esas aktörüdür. İmtihanın sahada, bu bölgede yoğunlaşması da bundandır… Önümüzdeki süreçte kadim güçlerin yeniden yükselişine şahitlik edeceğiz. Bu anlamda, Türkiye yeni bir güç değil, gerektiğinde ortaya çıkması zorunlu olan kadim bir güçtür. Kadim gücün niteliği; onarıcı, barıştırıcı ve kaynaştırıcı olmasıdır. Türkiye, bu yeniden varoluşun odak ve en önemli kalkış noktalarından biridir. Şu anda tarihin önemli bir kırılma noktasına şahitlik etmekteyiz. Bu süreci hep beraber yaşıyoruz. Biz bu sürecin dışında değiliz. Olayları boşluğa bakar gibi seyredemeyiz.
“Bizim imanımız yaşadığımız hayata müdahildir. Yurtta iktidar olanlar, dünya emperyalizmine, “Dünya beşten büyüktür” diye bir söz söyledi. Dünyada iktidar olanlar, ülkemizde iktidar olamayan muhalefeti devşirdi, konsolide etti (pekiştirdi). Bir kısım cemaatler, kanaat önderleri, gazeteciler, akademisyenler birbirine entegre edilerek (bütünleştirilerek) yeni bir sürece doğru yol alınıyor. Bu sebeple bilincimizi, idrakimizi, irfanımızı açık tutarak tarihin bu sürecinde nesne değil özne olmamız gerekir. Oyun kurucu olmamız gerekir ki bu ülkenin geleceğinde imanın, emniyetin ve güvenin yaşandığı bir gelecekten bahsedebilelim.
“Karşımızda artık tarihin akışını uzaktan endişeyle izleyen değil, o tarihe müdahele etme gücüne, birikimine ve cesaretine sahip bir özne var. Türkiye, tarihine ve kadim değerlerine yaslanarak yeni bir muhayyileyi ortaya koymak zorundadır…
“Siyasetin bu yeni süreçte temel misyonu ise adil ve erdemli bir toplumun, yaşamın her alanında inşasına ortam hazırlamak olmalıdır. Siyasi düzenin amacı, insanın aklını ve özgürlüğünü kullanarak erdemli bir hayat yaşamasını sağlamaktır. Şeyh Edebali’nin ifadelerinde geçtiği gibi “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” düsturu yeniden İslam topraklarında hâkim olmalıdır.”
Bu ifadeler, laik olmakla kalmayıp “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “ekonominin dini imanı olmaz” gibi tahrifat çabalarıyla “dindar” kesimleri laikleştiren ve üstelik bu bâtıl inancı tüm Müslüman cağrafyasına da yaymak için çaba gösteren Erdoğan’ın iktidarındaki Türkiye’ye biçtikleri konumu otaya koymakta ve üstelik ona destek çıkmayı kutsal bir sorumluluk addeden bir yaklaşımla ibret verici bir eklemlenmeye işaret etmektedir. Ayrıca Edebalı’ya nispet edilen Erdoğan’ın sık atıf yaptığı “İnsanı yaşat ki devlet yaşasın.” biçiminde ifade edilen “insanı yaşatmayı bile devleti yaşatmak için isteyen” “kutsal devletçi” bir anlayışı bu çevrenin de içselleştirmiş olduğu görülüyor.
Nitekim bu grup içinden bazı önde gelen hocaların öncülüğünde yakın zamanda “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi” adıyla bir kurumun açılışı yapılırken nasıl bir konuma savruldukları da ortaya konmuştur. AKP destekçiliğine savrulanlar ve AKP’nin resmi temsilcileri bu açılışta ibretlik bir manzara oluşturmuşlardır. Bunlar, Medeniyet Vakfı Başkanı, Anesiad Başkanı, Mazlumder Başkanı, Prof.Dr. Ahmet Ağırakça, Özgür-Der Genel Başkanı, Mavera Vakfı Mütevelli Heyeti Başkanı, Namaz Gönüllüleri Platformu, AKP Fatih Belediye Başkanı, AKP İstanbul İl Başkanı ve AKP’li Aile Bakan Yardımcısı…
Görüldüğü üzere, insanî ve fitrî olanı, ma’ruf, iyi, Hak olan tüm değerleri, iktidarı uğruna kirletip tüketen ve muhafazakâr kesimi ve Müslümanları büyük ve yaygın bir yozlaşmaya sürükleyip laikleştiren, yeni nesilleri İslam’dan soğutup sekülerleştiren ve hatta deizme doğru iten, fıtrî ve İslâmî olan her şeyi tahrif eden, Hak ile bâtılı karıştırıp hak diye propaganda eden laik-muhafazakâr-demokrat bir iktidarın temsilcileri ile bu yozlaşma sürecinde ona eklemlenip aktif destek vererek aynı vebali yüklenmiş olan eski tevhidî uyanış sürecinden gelen bazı “Müslümanlar”, “İnsan ve Değer Hareketi“ni başlattıklarını iddia edip genel merkezini açmışlar. Bir tek Diyanet eksik kalmış, İstanbul müftüsü de davet edilseydi fotoğraf tamamlanmış olurdu.
Adeta şaka gibi ve değerlerle dalga geçer gibi bir görüntü ortaya çıkmış. Yaptıkları büyük yanlış ve destek oldukları derin yozlaşma sebebiyle, öncelikle tevbe ederek, sonra da davetin muhatabı toplumdan özür dileme, Müslümanlardan helallik isteme ve İslâmî mücadele sürecine çok ciddi zararlar veren ve yaygın kirlenmeye yol açan bu büyük hatalarını itiraf edip hatadan dönme erdemliliğini bile göstermeden, “insan ve değer”den bahsetmek, nasıl bir zihnin ürünüdür? Gerçekten anlamanın ve anlamlandırmanın zor olacağı, çok büyük çelişkiler doğalmış gibi yaşanıyor.
Üstelik içine sürüklendikleri zihnî kirlenme sebebiyle, bu büyük hatada ısrar edilerek ve yozlaşma sebebi bâtıl iktidarın temsilcileriyle omuz omuza durarak, insanî ve İslâmî değerleri koruma adına hiçbir şey yapılamayacağını, sadece yeni kirlenmelere yol açılacağını anlamaları bile çok zor görünüyor. Kendi uydurdukları “maslahat”lar uğruna, bir takım kazanım ve beklentiler için nebevî yöntemi terk edip bâtıl iktidar destekçiliği yaparken kirlenen ve bağımsız düşünme kabiliyetini kaybetmiş zihinlerin, üstelik böyle bir iktidarla birlikteyken özgün düşünce ve projeler üretmeleri ve hayra hizmet etmeleri ne kadar mümkün olabilir? Allah istikamet krizinden kurtulmayı ve bâtıl sistem içine dalarak terk ettikleri mevzileri olan tevhidî mücadele hattına geri dönmelerini nasip etsin inşâAllah.
Bu sebeple, hiç ara vermeden bir yandan tevhidî davet, şahidlik ve eğitim çabalarımızı yeni hamleler yaparak bıkmadan, yılmadan ve yaşanan büyük olumsuzluklara rağmen asla umutsuzluğa düşmeden sürdürmek, diğer yandan da hiçbir sebeple asla terk edemeyeceğimiz emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker görevimizi yerine getirmek sorumluluğu altındayız. Bu amaçla, hızla yaygınlaşıp derin ve kuşatıcı bir çürümeye yol açan bu büyük yozlaşmayı durdurmaya yönelik, sebeplerini ve müsebbiplerini de ifşa etmek ve doğru olanı ortaya koymak suretiyle ıslah etme çabaları göstermek zorundayız.
Rabbimiz, bu görevlerimizi rızasına uygun bir içerikle ve dininde isabet kaydederek yerine getirmeyi nasip etsin. Uyarı çabalarımızı hayırlı, bereketli ve tesirli kılsın.
Dua ve desteklerinizi esirgemeyin ki bu sorumluluğun yerine getirilmesinde sizler de katkıda bulunmuş olun. Böylece Rabbimize sunacağımız bir mazereti hep birlikte hazırlamış olalım inşâAllah.
Dipnotlar:
[1] http://www.islamvehayat.com/4820_Pamak:–Insa-ve-islah-edici,-basiret-ve-merhamet-dili–hangisi-.html.
[2] https://www.haksozhaber.net/tutarsiz-oldugu-kadar-arsiz-da-27130yy.htm
[3] Haksöz-Ekin Yayınları, İslâmî Kimlik, İlkeler ve Hareket Kitabından.
[4] Hamza Türkmen, Tevhidi Bilinçlenme Süreci Milliyetçi-Mukaddesatçı Çizgiyi İkinci Kez Aşmalıdır Haksöz Dergisi Sayı: 89 – Ağustos 1998
[5] Hamza Türkmen, İlkeli Olmanın Gerekleri İlkesizliğin Sonuçları, Yöntem Tartışmaları – Nisan 99 Nisan 1999
[6] En’am, 6/155.
[7] Tevbe, 9/71.
[8] Tevbe, 9/113.
[9] https://www.haksozhaber.net/gaziyle-kucaklasma-ve-kemalizmle-yenilenme-cigiri-32388yy.htm
[10] https://www.haksozhaber.net/gaziyle-kucaklasma-ve-kemalizmle-yenilenme-cigiri-32388yy.htm