Mehmet PAMAK

24 Ekim 2022

İSTİKAMET KRİZİNE GİRMİŞ TEVHİDÎ UYANIŞ SÜRECİ ÖNCÜLERİNİ, HÂLLERİNİ SORGULAMAYA ÇAĞIRIYORUM – III. BÖLÜM

İlginç bir durum yaşanıyor. AKP’ye aktif destekçilik yapmak üzere savrulanların geldikleri nokta, önce taraf olmak ve herkesi de taraf olmaya çağırmaktı, sonrasında ise, Erdoğan’ı ve konumunu meşrulaştırmak üzere İslam’ı statüko dini için araçsallaştırmaya ve her şeye rağmen onu sahiplenip savunmaya kadar ilerledi. Bu çevrelerin bugün geldikleri noktanın arka planındaki en önemli sebeplerden birisi de Allah’ın inzal etmiş olduğu “Müslim” adını geleneksel çevrelerden ayrışmak için onlara bırakıp kendilerini emperyalistlerin ürettiği “İslamcı” kavramıyla tanımlamaya başlayarak İslam’ı siyasal bir ideolojiye indirgemeleriydi.

Yeni dönemde artık iki yeni kutsalları oluşmuştu, birisi “İslamcılık” diğeri de Erdoğan iktidarıydı. İşte bu iki alanda yıllarca birlikte birçok ilkesel sapmayı ve akîdevî boyutu da olan birçok yanlışı birlikte yaptıkları ilkesizlik yapmada yol arkadaşları olan Mustafa İslamoğlu söz konusu iki kutsala (İslamcılık ve Erdoğan iktidarı) yönelik eleştiriler yönelttiğinde hemen saldırıya geçip linç uygulamaktan çekinmediler.

Haksöz Çevresi, İlkesizlikte Yol Arkadaşları Olan Mustafa İslamoğlu’na, İktidar ve İslamcılık konusunda Doğru Söyleyince Linç Uyguladı

Mustafa İslamoğlu, 2010 referandumu sürecinde Hilal TV’de yaptığı konuşmasında; “Referandumda oy verme hadisesi bir ameldir. İnsanlar sandığa giderek tercihleriyle bir eylem ortaya koyacaklar. Vesayetle mi yoksa vesayetsiz mi yönetilip yönetilmeyeceğinin tercihini yapacaklar. Evet oyu vermek ibadettir, takvadır, Allah’a teslimiyettir” demek suretiyle, şirk anayasasına “evet” oyu ile destek vermeyi, “Allah’a teslimiyet”in bir gereği, İslâmî bir “ibadet ve takva” olarak niteleyecek kadar ileri gidebilmîştir. Hamza Türkmen ve Haksöz çevresiyle birlikte programlar yaparak birçok ilkesizlikte örtüştükleri bu süreçte, bir gün sonra aynı ekrana çıkıp İslamoğlu’nun bir akşam önce şirk anayasasına “evet oyu vermenin ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet” olduğu ifadesine itiraz etmeden aynı şirk anayasasına evet oyu vermenin önemini anlattı ve ona katılmış oldu.

Yine İslamoğlu, yazdığı mealin Maun Suresi’nin giriş bölümünde doğru ve “şirk büyük bir zulümdür” buyuran Allah’ın Kitabı’na uygun bir tespitle “tevhid ve adalet dinin iki kanadı gibidir, birisi kırılırsa diğeri işlevsiz kalır” dediği ve böylece tevhidin hâkim olmadığı yerde adalet olmayacağını kabul ettiği halde, bir hutbesinde bunun tam tersi bir ifadeyle “Allah’ın muradının adalet olduğunu, adaleti sağlayacak sistemin/rejimin İslâmî olmasının ve yöneticilerinin (emir sahiplerinin) Müslüman olmalarının zorunlu olmadığını” dahi iddia edebilmîşti. Bütün savrulmalarına rağmen Hamza Türkmen, Bahadır Kurbanoğlu başta olmak üzere Haksöz-Özgürder çevresi, Mustafa İslamoğlu’nun yanında yer alıp Hilâl TV’de hep birlikte bu ilkesizlikleri yayan programlar gerçekleştirdiler. Çünkü yaşanan savrulmalar ortak paydalarını oluşturuyordu. AKP’ye oy çağrılarını da hep birlikte ve dayanışma halinde yaptılar.

Birlikte oldukları bu süreçte Mustafa İslamoğlu, sistemin laik demokratik partilerine oy vermenin caiz olup olmadığına dair bir soruya mukabil; “oy verme”yi meşrulaştırmak için “Oy verme koy ver lafının en çok hoşuna gideceği zümreler bu kitapla (Kur’an’la) ilişkisini kesmiş, bu kitapla alakasını kesip koparmış zümrelerdir ifadesini kullanabilmîştir. Bu ifade, tevhidî ilkeler sebebiyle “oy vermemek gerektiğine” inananlar için söylenmiş olmasa da pek çok kişi tarafından öyle de anlaşılmaya müsait bu tür abartılı beyanlarda bulunanlar, şirk sisteminin laik partilerine oy vermeye karşı olanları “tekfir” etmiş gibi algılanabilecek sözler bile sarf edebilmîşlerdir.

İslamoğlu Haftalık Özgün Duruş Gazetesinde de şunları ifade edebilmîştir: “Siyaset akide gibi siyah ve beyaz değildir. Grinin tonları üzerinde oynanan bir oyundur ve memleketin rengi biraz daha ağaracaksa, duamız ve desteğimiz orada olmalıdır… Bu memlekette Müslümanlar her ne yapıyorlar ise yapsınlar, siyaset alanının genişlemesi için çalışmalıdırlar. Siyaset alanını genişleten her projeye destek vermelidirler”. Aynı şekilde, daha önceki birçok makalesinde İslam’ı ibadeti siyaset, siyaseti ibadet olan bir dindir[1] diye tanımladığı halde; Hamza Türkmen’in yönettiği Ulustan Ümmete” adlı Hilal TV programında da“Biz siyaseti Akaid’i konuşur gibi konuşuyoruz. Bu, çok yanlış bir şey. Akidede siyah ve beyaz üzerinden konuşulur. Siyasette grinin tonları üzerinden konuşulur. Siyasette gelirler ve giderler, faydalar ve zararlar üzerinden konuşulur diyerek akîde ve siyaset ayrımı yapabilmîştir. Programı yöneten Hamza Türkmen’in de herhangi bir itirazı olmamıştır.

Bu yüzden giderek yayılan bir değişim sonucu başından beri sistem içi değişime eklemlenen kimi “tevhidi öbekler” ve kimi “İslâmî şahsiyetler” bile artık ya bizzat kendilerinin, ya da üyesi oldukları platformların altına imza attıkları “hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, “Türkiye laik, demokratik, hukuk devletidir ne bir eksik, ne bir fazla” içerikli bildiri ve afişleri tüm ülkeye yayacak kadar ileri gidebilmîşlerdir. Bu kesimlerin öncü şahsiyetleri, Totaliter, yasakçı bir anayasa istemiyoruz. Darbe anayasası istemiyoruz Demokratik irade ile yapılmış, ayrımcılık yapmayan, yeni demokratik sivil anayasa istiyoruz” içerikli açıklamaları artık çok doğal ve olması gereken buymuşçasına yapabilmîşlerdir.

Bu tür sistem içi değişim ve demokratikleşme çalışmalarında hangi tevhidi öbek ve öncülerinin yer aldığını görmek isteyenler, TGTV ve SDP (Sivil Dayanışma Platformu) sitelerine bakabilirler.  Bunlardan bazılarını söz konusu sitelerden buraya alıntılayacak olursak, mesela “hakimiyet kayıtsız şartsız milletindir”, “Türkiye laik, demokratik, hukuk devletidir ne bir eksik, ne bir fazla” içerikli bildiri ve afişleri tüm Türkiye’de yaygınlaştıran SDP ve sahibi TGTV’nin Yüksek İstişare Kurulu ve Yönetim Kurullarında yer alan bazı Müslümanlar şunlardır: Ramazan Kayan (Anadolu Platformu” ile “İnsan ve Değer Hareketi”nin Hocası), Cevat Özkaya (AKV öncülerinden olan bu kişi daha sonra HASPARTİ kurucusu olacak kadar demokratikleşmiştir), Mehmet Güney (İMH’nın lideri olup AKP ile ilk bütünleşen ve ilk milletvekili çıkaran grup olmuşlardır), Nurettin YıldızBurhanettin Can (AKV-Araştırma Kültür Vakfı’nın Hocası), Prof. Hayreddin Karaman, Prof. İhsan Süreyya Sırma, Prof. Nihat Bengisu vd.[2]

Tevhîdî uyanış sürecinden gelen bu kesimler, laiklik ve demokrasiyi kendilerince farklı tanımlayarak sempatik göstermeye, İslam’la uzlaştırmaya, liberal tezlere uyum sağlamaya, kanun yapmada halk iradesinin nihai otorite sayılmasını ve cahiliye toplumunun halk iradesiyle sivil özgürlükçü bir anayasa yapmasını meşrulaştırmaya yönelik açıklamaları gündemleştirebilmîşlerdir.[3] Yaşanan bu büyük değişime rağmen, bugüne kadar bir kişi dahi yaşadığı bu değişimin sebeplerini ve varsa dayandığı delillerini açıklamak gereği duymamıştır. Kendilerine yeni vahiy gelmediğine göre, yaşadıkları değişimin izah edilebilir nedenleri olmalı. Ama maalesef bu nedenleri açıklayacak ahlâkî bir sorumlulukla davranılmamıştır.

Mesela daha önce neden ve hangi delillere istinaden laik partilerden uzak durulduğunu, neden oy verme çağrısı yapılmadığını, şimdi ise yeni hangi delillerin bulunduğunu ve neden bu değişimin yaşandığını açık biçimde ve delilleriyle ortaya koyup kendilerini izleyen insanlara izah etme sorumluluğunu duymuyorlar. Bu tutum da, davetin muhataplarında, davetçi Müslümanlara yönelik güveni sarsmaktadır. Bugün hangi delile istinaden böyle davrandığını izah etme gereği bile duymayanların, sürekli zikzaklar çizerek oradan oraya sürüklenenlerin yarın da aynı keyfilikle başka bir düşünce ve davranış biçimi sergileyebileceği güvensizliğine yol açılmaktadır. Bir toplumu dönüştürme iddiası olan ve olması gereken İslâmî bir hareket için en tehlikelisi de işte bu güvensizliktir. Topluma güven vermeyen Müslümanlar, o toplumu İslâmî bir dönüşüme uğratacak etkiyi yapamazlar.

Tevhîdî uyanış sürecinden gelen kimi öbeklerin ve öncülerin, nasıl değişimler yaşadıklarını, sistem içi politikaya doğru nasıl savrulduklarını gösteren bazı örnekler: Mesela AKABE VAKFI, AKDAV, ARAŞTIRMA VE KÜLTÜR VAKFI, HİKMET VAKFI, İHH, İNSAN VE MEDENİYET HAREKETİ, MAZLUMDER, MEDENİYET DERNEĞİ, ÖZGÜR-DER gibi çoğunluğu tevhidî uyanış süreci bakıyesi olan gruplar üstelik “İslâmî Kuruluşlar” adı altında ortak toplantılar yaparak “sivil ve özgürlükçü anayasa” taleplerini vurgulamışlardır.[4] Üstelik vahye dayanmayan hiçbir anayasanın Müslümanlar zaviyesinden meşru ve desteklenmesi gereken bir nitelikte olmayacağı şerhini düşmeye bile gerek duymadan, önce sivil ve özgürlükçü bir anayasa talebini gündemleştiren aynı gruplar, sonra da referandum öncesinde laik anayasada değişiklik yapan tasarıya aktif destek vereceklerini ilan edip herkesi oy vermeye çağırmışlardır.

Daha sonraki süreçte Hamza Türkmen’in yazdıkları çok daha büyük bir savrulmanın, büyük bir zihnî kirlenme ve dönüşümün yaşandığına işaret eder mahiyettedir. 12 Eylül 2015 tarihli ve “AK Parti ve Yenilenme İhtiyacı” başlıklı yazsında ise, “AK Parti Türkiye’yi vesayetten kurtarmak isteyen sosyolojinin ve ‘Dünya beşten büyüktür’ haykırışındaki özgürlük arayışının mevziidir.” diyerek övgüler yağdırıyor. Herkesi ve özellikle Müslümanları “tarafını belli etmeye” ve Erdoğan’ın tarafı olmaya çağırıyordu. Erdoğan’ı destekleyenlerin ümmetten yana desteklemeyenlerin ümmetin düşmanlarından yana olduklarını iftira edecek kadar ileri gidebiliyordu.

Ekim 15 tarih ve 295 Sayılı  Haksöz Dergisin’de yer alan “Verili Devleti Aşmak Ya da Dönüştürmek” başlıklı yazısında da Sistem içinde rol alarak fıtrata ve vahyî çizgiye yol açma imkânını, inzal olan Yusuf kıssası ile Resulullah’a öğreten bizzat Allahu Teâlâ’dır. AK Parti Lideri Erdoğan’ın iktidarı sürecinde TC tarihinin Müslümanlar üzerinde yığdığı birçok ağır yükü ve yasakları kaldırdığı ve İslâmî çalışmalar için uygun hukuki ve teamülî şartlar oluşturduğu da bir vakıadır.” diyerek, hem Yusuf (as)’a hem de Rasûlullah (s) iftira atarak AKP ve Erdoğan’ın konumunu meşrulaştırmaya kalkışan büyük bir saptırma çabası gösterebilmektedir. Halbuki bu batıl içindeki tarafgirliğinden ve kirlilikten bir miktar arınıp berrak bir zihne kavuşarak bağımsız düşünebilse kendi cümlesindeki çelişkiyi kolayca fark edebilecektir. Eğer iftira ettiği gibi “Sistem içinde rol alarak fıtrata ve vahyî çizgiye yol açma imkânını, inzal olan Yusuf kıssası ile Rasulullah’a öğreten bizzat Allahu Teâlâ” olmuş olsaydı, Rasûlullah’ın (s) neden onca baskı ve işkenceye rağmen, bir avuç iman etmiş arkadaşını korumak maslahatıyla Mekke sisteminin başına geçmek bile teklif edildiği halde, Allah’ın lutfettiği bir imkanı reddetmek gibi bir konuma düşsündü. Yoksa o, iddia ettiğiniz gibi “Allah’ın öğrettiği bu sistem içinde rol almak suretiyle fıtrata ve vahye yol açma imkânını” kabul etmedi de tavizsiz izzetli bir örnekliği hâşâ Allah’a rağmen mi ortaya koymuş oldu. Eğer dediğiniz doğru olsaydı, Rasûl asla bunu dikkate almayan bir tercih yapmaz ve arkadaşlarını ağır işkence ve şehid edilmenin ya da hicretin zor şartlarına terk etmezdi.  Türkmen, sırf Erdoğan’ın konumunu meşrulaştırmak amacıyla Allah’ın Rasûllerine iftira atmak anlamına gelecek te’villere tevessül etmekten çekinmeyecek bir zihnî karışıklığa sürüklenmiş görünüyor.

Görüldüğü üzere, Hamza Türkmen ve Haksöz çevresi, 2005 yılından önce yazdıklarının ve İLKELER kitabındaki mutabakatlarının tam zıddına bir dönüşüm yaşayarak sonraki süreçte özellikle de 2010 yılından itibaren bu derece iflah olmaz biçimde AKP tarafgirliğine doğru savrulmuş durumdalar. Üstelik bu bâtıl amaçları uğruna, başta “Allah’ın hükmüyle hükmetmeyenleri Müslüman” saymak olmak üzere birçok ayeti te’vil edeyim derken tahrife sürüklenmişlerdir. Üstelik sırf destekledikleri ve laik olmakla kalmayıp bütün Müslüman coğrafyaya da laikleşmeyi yaymaya ve “laiklik İslam ile bağdaşır” iftiralarıyla da İslam’ı tahrif etmeye çalışan laik bir siyasi lideri savunup meşrulaştırmak için Allah’ın Rasûllerine iftira sayılabilecek uyduruk iddialar ortaya atabilmektedirler. Tıpkı 1990’lı yıllarda bana ısrarla milletvekili olma teklifi getiren Erbakan ve Şevket Kazan’ın istismar edip kendi konumlarını meşrulaştırmak amacıyla saptırdıkları Yusuf (as) kıssasındaki örneklikle beni kandırmak istedikleri gibi, bugün de Haksöz çevresi yine bize karşı aynı argümanlara sığınmaktan rahatsız olmamaktadır. Gerçekten çok ibret verici ve üzücü bir durumla karşı karşıyayız. Nereden nereye?

İslam’ın doğru anlaşılmasına engel olup zarar veren söz, yazı ve eylemleriyle akîdevî alanda birçok ilkesizlikleri gerçekleştirirken yanında durup sahiplendikleri ve onca tevhidî temel ilkelere aykırı söylem ve eyleme birlikte imza attıkları ve bu amaçla Hilal TV ekranlarını da kullandıkları halde Mustafa İslamoğlu 2022 Şubat’ında Karar TV’de geçmişte İslamcılık yapmaktan ve iktidara verdiği destekten dolayı pişmanlığını ilan Edince Haksöz çevresi ve diğerleri saldırıya geçtiler. Son derece dışlayıcı, düşmanlaştırıcı ve hatta aşağılayıcı bir üslupla adeta linç uygulamaktan çekinmediler. Halbuki Mustafa İslamoğlu da tıpkı kendileri gibi yukarıda örneklerini verdiğimiz birçok sapmanın faili durumunda birisidir. Ancak o süreçte tüm bunları birlikte gerçekleştirirken desteklenen İslamoğlu, bugün onların adeta kutsalı haline gelmiş “İslamcılık” ve “AKP iktidarına eleştiri oklarını yöneltince, uzun zamandır ilk defa iki doğru çıkış yaptığı için, ilkesizlikte yol arkadaşı olanların hışmına uğramaktan kurtulamadı.

Bunca Akîdevî İlkesizliği Birlikte Gerçekleştirdikleri İslamoğlu, 2022 Şubat’ında İslamcılıktan Pişmanlığını İlan Edince Saldırıya Geçtiler

Bütün savrulma sürecinde, Mustafa İslamoğlu İslam’ın doğru anlaşılmasına engel olup zarar veren söz, yazı ve eylemleriyle akîdevî alanda birçok ilkesizliklere imza atarken yanında durup sahiplenen ve bu ilkesizliklerde birlikte hareket eden Haksöz gurubu, savrulmada yol arkadaşları olan İslamoğlu en son Karar TV’de kendi “kutsalları” olan İslamcılığa ve “kazanımları koruma maslahatı” gibi uyduruk maslahatlarla destekledikleri AKP iktidarına eleştiri oklarını çevirince hedef gösterip acımasızca linç uygulamaktan çekinmediler. Bakalım İslamoğlu linç vesilesi kılınan o cümlelerinde neler söylemiş:[5]

Din İslamcılığa evrilmîşse ideolojiye dönüşmüş demektir. Dini ideolojiye dönüştürmek ise bizzat dini kendi içinden vurmaktır. Dini ta yüreğinden vurmak istiyorsanız, dini ideolojileştirin. Dini ideolojileştirdiğinizde din artık din olmaktan çıkar. İdeolojileştirdiğiniz o din, eğer güçle/siyasetle buluşursa nur topu gibi bir faşizminiz olur. Hiç istisnası yok.” “Din boyasına boyadığınızda siyaset ve gücü, faşizm çıkar ortaya. İslamcılar muhalefette iken mazlum ve mağdurdurlar, mağdurken çok tatlıdırlar, ama iktidar ve gücü ellerine verdiğinizde içlerinden bir canavar çıkar.” “Necip Fazıl gibi şairleri değil de âlimleri önder edinselerdi çok daha harika olurdu” diyor.

Laik sistem içinde iktidar olunabileceğini hâlâ kabul ediyor, ama AKP iktidarının İslam’ı istismar ettiğini, hurafeci dinin, sahte dinin bu sonuca yol açtığını iddia ediyor. Aslında İslamoğlu, Gülen’e ve AKP’ye destek olurken nasıl pragmatizm ve çıkarcılığı kendisini yönlendirmişse, görünen o ki buralardan edindiği çıkarları elinden gidince, yani AKP gerek kendine yakın inancı, gerekse daha büyük oy deposu olması bakımından hurafeci tarikatları tercih edince, bu sefer tepkisellikle İslamcı ve AKP karşıtı bir konuma geçmektedir. Yani İslamoğlu aynı İslamoğlu’dur ve destek verirken de desteğini çekerken de ilkesizdir.

Karar TV konuşmasında AKP iktidarı eleştirisine yoğunlaşıyor ve “bu dönemin çok faydalı olduğunu, ne olmamız ve ne olmamamız gerektiğini, içimizdeki canavarı gördük” diyor“Çok iyi oldu içimizde saklı olan dışımıza çıktı. Yoksa şu geldiğim noktaya nasıl gelirdim. Bu AKP iktidarı dönemi olmasaydı, ben bu yanlışı ya da yalanı nasıl görürdüm. Kendimi inandırdığım bir yalandı bu. Onun için yalanı gömüş olmamız bile bir kazanımdır diye düşünüyorum” diyor.

İslamoğlu’na soruyorum; peki sizin, bunca Kur’an okumanıza, meal tefsir yazmanıza rağmen görmekte acze düştüğünüz bu zelil sonucu, biz ta başından beri nasıl görebildik ve bugünlere gelineceğini görüp de sizi vahyin ölçüleriyle ve nasıl uyarabildik? Hiç düşünmez ve akletmez misiniz?

Eğer siz de çıkarcı, hesabî davranacağınıza,  Kur’an ölçülerine ve nebevî yönteme sadakat gösterip içselleştirerek hasbî davranmış olsaydınız, çıkar için tavize götüren pragmatizmin çürütücü yanını ve bugünleri o günden görüp bu bataklığa hem kendinizi hem de sözde öncülük etiğiniz binlerce insanı sürükleyip vebaline girmezdiniz. Sizlerde yaşanan sorun, iman ve iman ilkelerine her şartta sadakat gösterememe ve her şartta “festekım kemâ umirte” emrine uyup istikameti korumada dirayetli olamama sorunudur. Aklı ilahlaştırıp vahyin üzerine çıkaracağınıza vahyin emrine verip ilk şahid Rasûlün örnekliğinde vahyi anlamaya çalışsaydınız bu duruma düşmeyebilirdiniz. Hâlâ akletmeyecek misiniz?

İslamcılık Eleştirisi Üzerine, Yol Arkadaşı Haksöz Haber “Freni Patlamış Kamyon Misali!” Başlığıyla İslamoğlu’nu Hedef Yapıyordu

Karar TV’deki bu konuşması üzerine, bizim haklı ilmî eleştirilerimize bile tahammül edemeyip kızan Özgür-der çevresinin Haksözhaber sitesi, 08 Şubat 2022 tarihli haberine, üslubun en çirkinini kullanarak şu başlığı atmıştı: “Freni patlamış kamyon misali! Mustafa İslamoğlu kimlere yaranmak için günah çıkartıyor?”

Haberde, “İslamcılık böyledir. Süreçler değiştiğinde bazılarına taşınması ağır yüke dönüşür ve terk edilir. Mustafa İslamoğlu’nun son sözleri İslamcılık açısından kayıp sayılır mı? Neden olsun ki? Zira İslamcı düşüncenin kafası karışık olanlardan ve kafa karıştıranlardan arınması bilakis kazanım olarak görülebilir. Sağcı, milliyetçi eğilimlerden kendisini arındırarak bu günlere gelen İslamcıların hiç şüphesiz tekrardan sağcı, devletçi yaklaşım sahipleriyle arasına mesafe koyması şart. Bu ne kadar mühimse modernist, liberal, Atatürkçü sapmalara bulaşanlardan da ayrışmak gerek! “Sorgulayan akıl” diye diye aklını ilah edinenlere, dünyaperestlere, Ümmetin tescilli düşmanlarına, sol-Kemalistlere yaranmaya çalışmak olacak şey midir? Bir itirafçı, bir muhbir edasıyla durmadan birilerine dindarları şikâyet eden İslamoğlu şunu unutmamalı: İtirafçılar, muhbirler pek sevilmezler! Kullanılıp sonra bir köşeye atılıverirler…”

Haksöz yazarı Murat Aydoğdu, Hamza Türkmen’in yolunda ilerleyerek, emperyalistlerin, tevhidî uyanış süreciyle yeniden dirilişi ve direnişi temsil eden Müslimleri, Müslüman kitlelerden ayrıştırıp düşmanlaştırmak için ürettikleri uyduruk “İslamcılığı” din edinen bir üslupla savunmaya geçerek haberin altına, nitelikten ve ilmîlikten yoksun son derece basit ve sığ bir içerikle şunları yazabilmîştir: “İslamcılık Batı’nın/Emperyalizmin taarruzuna karşı Müslümanların kendine güvenidir. “-cı” takısı üzerinden kelimeye takılıp, karşı çıkanlar “-man” takılı kelimeye de karşı çıksınlar, Kur’an da “Müslüman” kelimesi geçmez, o Farsçadaki ektir, Kur’an “Müslim” der. “İslamcı” kelimesinin sekülerlerin ve Batılıların bize taktığı isim olduğu üzerinden kelimeye karşı çıkanlar; Sekülerler içtimai/sosyal hayatta, siyasette, entelektüel/fikri alanda var olan Müslümanlar için, münzevi olmayan ve bireyselleşen, güdükleşen Müslümancıklardan farkımıza işaret etmek için bize öyle sesleniyorlar. Eğer İslam’ın her alanda hayatınıza yol göstereceği gibi bir iddianız yoksa gerine gerine “Biz İslamcı değiliz, siz Batılılaşmışların istediği pasif, kendine güveni olmayan, bireyselleşmiş, sekülerlesmis/dünyevileşmis, sizin kuyruğunuza takılmış Müslümancıklarız” demeye devam edebilirler.”

Öncelikle ifade etmeliyim ki, inzal edilmîş İslam ve Müslim kavramlarının yerine uydurulmuş İslamcılık ve İslamcı kavramlarını kullanmanın, Müslimleri ne hale getirdiğini görmek için bu satırları okumak yeterlidir. Uyduruk bir kavramı korumak için kullanılan üslup ibret vericidir.

Diğer taraftan, “İslamcılık Batı’nın/Emperyalizmin taarruzuna karşı Müslümanların kendine güvenidir.” diyerek de Hamza abisinin kitabındaki şu tespitlerden habersiz görünmektedir: Hamza Türkmen ise, “İslamcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslâmî uyanış ve direniş çabalarını, İslam’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve suçlamak amacıyla, tıpkı “radikal İslam”, “fundamentalist İslam”, “dinci” kavramı gibi, İslam karşıtı Batılı emperyalistlerce ve yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca kullanılan bir kavram olduğunu vurgulamaktadır. Bu kavramın içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden Türkmen, birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışarıdan birilerinin akîdevî farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını açıklamıştır. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “Osmanlı İslamcılığı”, “Türkiye İslamcılığı”, “Din temelli İslamcılık”, “Çıkar amaçlı İslamcılık”, “Evrensel İslamcılık”  gibi hem Hakkı hem de bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymuştur.

Ayrıca Hâlâ Türkçede var olan, bölge dilleri olan Farsça ve Arapça’dan geçen birçok kelimenin, yüzyıllardır Türkçeleştiğini ve artık bu kelimelerin Kur’an’daki kimi kelimelerin tercümesinde Türkçe meal olarak kullanıldıklarını bile bilmemektedir. Oysa Müslüman kelimesi tıpkı, namaz, abdest ve oruç kelimeleri gibi Farsça’dan Türkçeye geçip yüzyıllardır Türkçeleşmiş kelimelerdir. Bu yüzden, Müslim kelimesi Türkçede Müslüman olarak ifade edilmektedir, tıpkı salat-namaz, savm-oruç, vudu-abdest olarak tercüme edildiği gibi. Yeter ki, Müslüman kelimesi kullanılırken kastedilen anlam Müslim kelimesinin Kur’an’da belirlenen içeriğiyle örtüşsün. İslamcılık ise, Türkmen’in de zikrettiği gibi, emperyalistlerin, Müslüman kitleden ayrıştırmak, yaftalamak, suçlamak amacıyla uydurduğu bir kelime olarak aynı değildir. Bu uydurulmuş kelime, mü’minleri ümmetin ortak paydası ve inzal edilmîş adımız olan Müslim kelimesinden koparmayı hedeflemektedir.

H. Türkmen de sosyal medyada şunları yazmıştır: “Rabbimizin bizim ismimizi Müslim, niteliksel vasfımızı Mü’min olarak belirlediği apaçık. Ama bugün Kur’an’da yer almayan İslamcılık vasfı da kullanılıyor, Müslüman vasfı da. Salat’a Namaz, Savm’a Oruç denmesi gibi. Hakkıyla ikame edilen ve münkerden alı koyan Salat veya her türlü münkere kalkan olan Savm söz konusu olduğunda anlatım kolaylığı olsun diye bunlara Namaz ve Oruç deniliyor da niçin Kur’an’ı parça parça etmeyen ve İslam’ı sabiteleri eylemli bir bütünlük anlayışı içinde savunan ve yaşatma azmi taşıyan insanlara İslamcı… denmesinden aşırı rahatsızlık duyuluyor?” Sorusunun cevabını yukarıda verdik. Aslında Türkmen’den aktarılan cümlelerde yer alan kendi açıklaması bile İslamcılık kavramının nasıl bir sapma ve saptırmaya karşılık geldiğini, bu sebeple de akîdevî farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bile bu kavramın kullanılmasıyla tam bir kaos ve kargaşayı temsil ettiğini ortaya koymaktadır. Buna rağmen, onu hâlâ Müslim, salat ve savm kelimelerinin Türkçedeki mealleri olan Müslüman, namaz ve oruç kavramları gibi masum göstermeye çalışması ibret verici bir çelişki ve beyhude bir çırpınıştan başka bir şey değildir.

Haksöz haberdeki bir başka yorumcu da  “Rabbimize hamd olsun ki; Bizler İSLAMCI bir kimliğe sahibiz ve bu şerefli kimliği son nefesimize kadar taşımayı nasip etsin…” diyerek bu kimliği Müslim kimliği yerine oturtup İslamcılığı din edindiğini ortaya koymuştur. Şerefli kimlik ancak Allah’ın inzal ettiği “Müslim” adımız olduğu halde, batılı emperyalistlerce karalamak, suçlamak ve kök kimlik ve değerlerimizde koparmak ve ümmetin bu ortak adın altında toplanmasını engellemek için uydurulmuş bir isim olan İslamcı kimliğini “şerefli” olarak niteleyecek kadar şaşırmış görünmektedirler.

İslamoğlu’nun Atatürk Dönemiyle İlgili Daha Önce Yazdıkları ve Son Geldiği Nokta; “Rahmet Okuma” Sapması

İslamoğlu’nun Mustafa Kamal hakkında 2005 yılındaki görüşü: “80 yıl önce, ‘Ahlakı ve dini olanlar aç kalmaya mahkûmdur’ zihniyetinden yola çıkanların geldiği bu hazin nokta, hiçbirimiz için sürpriz değil. Oradan çıkan buraya gelecekti. Korkulan oldu ve sonunda bu toplum ‘çağdaşlaşma projesi’ adı altında tepeden yürütülen toplum mühendisliğiyle, yolun sonuna gelip dayandı. Toplum mühendislerinin zihniyetine göre, ahlakı verecek ’çağdaşlık’ alacaktık. Dini verecek, ‘uygarlık’ alacaktık. Ahlak çağdaşlaşmanın önündeki en büyük engeldi. Din, ‘ilerleme’ mitinin önündeki en büyük engeldi. Zincirlerimizi kırmalı ve özgürleşmeliydik. Bunun için ‘biz’i biz yapan tüm değerlerimizden soyunmalı, kimliğimizi yakmalı, kişiliğimizi yıkmalıydık. Dinsiz bir ahlakı, ahlaksız bir vicdanı, nasıl oluşturacaksınız? Çıplaklığı devlet politikası olarak benimseyip tesettürü yasaklayarak mı? Kur’an’ı kapatıp kadınları açarak mı? Parayı laikleştirelim derken, parayı ahlaksızlaştırdık. Bunun haramzade üreteceğini hesap edemedik. Haram para ile helal paraya aynı muamele yapıldı. Ondan sonra da hortumculuktan, rüşvetten, suiistimalden şikâyet ettik. Dahası, ülke ekonomisinin belini ikiye büken faiz yükünden ve rantiye kesiminden şikayet ettik. Eğitimi laikleştirelim derken, eğitimi ahlaksızlaştırdık. Laikleştirme, aslında geleneksel değerlerden arındırma operasyonuydu. Bir eğitim sistemi, sistem denmeyi hak edebilmesi için ‘değerlere’ yaslanmak zorundadır. Bizim eğitim sistemimiz kendi değerlerini inkâr etti, ikame değerler de tutmadı. Çünkü değer ‘ithal’ edilecek bir meta değildi ki ithal olunsun. Aslını inkâr eden haramzadedir. Haramzade bir eğitim, ‘eğitim-zede’ nesiller üretti. Değersiz, kimliksiz, kişiliksiz…”[6]

Görüldüğü üzere İslamoğlu, 2005 yılında Mustafa Kemal’in “inkılap” adı altında bir toplumun İslâmî değerleriyle nasıl savaştığını, toplumu köklerinden koparıp “Kur’an’ı kapatıp kadını açarak” “çıplaklığı devlet politikası haline getirerek” “ekonomik kalkınma için ahlaksız ve dinsiz bir toplum inşa etmeyi” hedefleyen Batının yasa, kültür ve seküler değerlerini ithal edip dayatarak uyguladığı bir toplumsal mühendislik projesiyle ahlaksız, değersiz, kimliksiz ve kişiliksiz nesiller ürettiğini ifade ediyordu. Bu gün ise, “Bu toprakların işgalden kurtuluşunda emeği geçen başta Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, emeği geçen herkesi rahmet ve minnetle yad ediyorum” diyor[7] ve tepki alınca da şunları söylemekten utanmıyor:  Birinin akıbet ve ahireti hakkında son söz Allah’a aittir. Her kim olursa olsun.’Allah’ın rahmeti her şeyi kuşatmıştır’. Bu her şeye Atatürk ve siyasi muhalifleri de, onu benimseyen ve benimsemeyenler de dahildir. Kinini din edinen, dindar değil ‘dini dar’ bir fanatiktir.” Evet, işte bu “Kur’ancı” zatAllah’ın rahmeti her şeyi kuşatır” diye höykürüyor. Peki, Allah’a ve Rasulüne savaş açanları, Allah’ın ayetlerine “gökten indiği sanılan” yakıştırması yapan mütekebbirleri, âlemlere rahmet olarak gönderilen Hz. Muhammed’e (s) “yaveler (palavralar) savuran Arapoğlu” iftirası yapan zalimleri de kuşatıyor mu bu rahmet? Size göre, Hilafeti sonlandıran ve Allah’ın şeriatıyla hükmetmeyi de tehdid ve düşman ilan ederek yürürlükten kaldıran, birçok İslam âlimini sırf Allah’ın şeriatıyla hükmedilmesinden yana oldukları için İstiklal Mahkemesi denilen zulüm mahkemelerinin cinayetleriyle şehid eden ve Müslüman bir topluma zorla laikliği ve Batı seküler hukukunu dayatan kişileri de kuşatıyorsa bu rahmet, dünyada yaşayan herkes rahmete müstahak demektir. Yazıklar olsun sizin sözde ilmî birikiminize, meğer ilim sizden ne kadar da uzakmış. Yıllarca boş yere Kur’an okumuşsunuz.

Madem böyle düşünüyorsunuz, o halde uydurulmuş din adı altında ifade ede geldiğiniz bütün söylemlerinizi geri almanız gerekmez mi? Madem Allah’ın rahmetinin her şeyi kuşattığı iddianıza dayanarak Allah’la (c) ve Allah’ın diniyle savaşanı bile rahmetle anıyorsunuz, o halde şeyhlerini ilah edinerek, onların ürettikleri hurafeleri İslam zannedip inanarak şirke sürüklenenleri de size göre aynı rahmetin kuşatması ve onların şirklerinin af ve mağfireti için de dua etmeniz gerekmiyor mu? O zaman Firavunlar, Nemrutlar, Ebu Cehil ve Ebu Leheb’leri de bu kuşatıcı rahmetle anmanız gerekmiyor mu? Peki Kur’an’da zikredilen Ebu Leheb ile ilgili azab hükmünü ne yapacaksınız? Ayrıca neden Mustafa Kemal’e gösterdiğiniz bu merhameti Buhârî’den esirgiyorsunuz?

Halbuki dininizin tek kaynağı kabul ettiğiniz Kur’an’da birçok âyet, ancak inzal edilen mübarek Kitaba uyarak Allah’a teslim/Müslim olan ve O’nun emir ve yasaklarına riayet edip azabından sakınmak suretiyle takvayı kuşanan kimselerin Allah’ın rahmetini umabileceklerini bildirmektedir. Bu indirdiğimiz mübarek bir Kitap’tır. Şu halde O’na uyun (tâbi olun) ve korkup sakının (Allah’ın azabından sakınarak emir ve yasaklarına uyun) (takvayı kuşanın). Umulur ki rahmet edilirsiniz[8]Bir başka ayette de  “Allah’a ve Rasulüne itaat edin ki, rahmete erdirilesiniz.”[9] buyrularak, ancak Allah’a ve Rasûlüne itaat edenlerin rahmete erdirilecekleri bildirilmektedir.

Tevbe Suresinde de şu ayet yer almaktadır: Mü’min erkeklerle mü’min kadınlar birbirlerinin velileridir. Onlar iyiliği emreder, kötülükten alıkorlar, namazı dosdoğru kılarlar, zekâtı verirler, Allah ve Rasûlüne itaat ederler. İşte onlara Allah rahmet edecektir.”[10] Bu ayetlerden de anlaşılacağı üzere, ahirette rahmete müstahak olabilmek, ancak dünyadayken Allah’a ve Rasûlüne itaat etmek, hayat rehberi olarak inzal edilmîş Kitaba iman etmek ve bu imanın gereği olarak Kitabı hakkıyla (anlamak, öğüt almak ve yaşamak amacıyla) okuyarak, onunla amel etmek, takvayı kuşanarak bu kitabın emir ve yasaklarına uyma çabasıyla hayatını ibadet kılmaya çalışmak ve bu hal üzere ölmek gerekmektedir.

Yani rahmete müstahak olunabilmesi ve bir kimseye rahmet ve mağfiret duası yapılabilmesi için o kişinin sadece adının Müslüman olması yetmemekte, hayatının da Müslüman olması, bütün hayat alanlarında Allah’a teslim olma çabası içinde bulunması gerekmektedir. En azından zahiren böyle bir çabası olan ve günahın kendisini kuşatmasından ve imanına şirk bulaştırmaktan sakınan bir hayatı yaşarken ölen kimselere rahmet ve mağfiret duası yapılabilir. Çünkü Allah rahmân ve rahîm sıfatları gereği dünyada ayrım gözetmeden bütün varlıklara rahmet ederken (onları yaratır, rızıklandırır, yaşatırken); âhirette ise sadece mü’minlere rahmet eder ve kurtuluşa ulaştırır. Bu sebeple insanların mü’min olmayanları için dünyada hidayet duası yapılabilirken, öldükten sonra ahiretine dair mağfiret ve rahmet duası yapılamaz.

Tabii ki, İslamoğlu, AKP ve şirk anayasasına aktif destek ilkesizliğinde yol arkadaşı olan bir zamanlar tevhidî uyanış sürecinin öncülerinden olarak bilinen H. Türkmen’in bile bir başka vesileyle (Türk ulusal çıkarları ve Kuzey Suriye’de PKK yapılanmasını engellemek için İdlip’de yürüttüğü savaştan etkilenip) TSK hakkında “28 Şubat’ta Müslüman halkın değerlerine karşı savaşan Ordu’dan İdlib’te Müslüman halkın değerleri ve bekası için savaşan orduya” nitelemesi yaptığı ve laik Atatürkçü orduyu sahiplenip övgüde bulunabildiği bir süreçte, maalesef savrulanların birbirinden farkları yoktur. Böylesine  savrulmaların zirve yaptığı bir dönemde, zaten kuruluş amacı laik Kemalist sistemin kurumlarını ve politikalarını meşrulaştıracak dinî argüman üretmek, dua edip desteklemek olan Diyanet İşleri Başkanının “Peygamber Ocağı” nitelemesi yaparak laik-Kemalist ve İslam şeriatı karşıtı TSK’nın başarısı için dua etmesine şaşırmamak gerekir.

Bu sebeple, başta Mustafa İslamoğlu, Hayri Kırbaşoğlu, İsrafil Balcı, Mustafa Öztürk gibi geçmişte İslâmî kesimde olumlu hizmetleriyle tanınan ancak sonra Kur’an’ı bile belirlemeye kalkan biçimde aklı vahyin üstüne çıkararak rasyonalizme kapılan birçok ismin, bu büyük savrulma sonucu, artık Mustafa Kemal’e rahmet okuma noktasına kadar sapmış olduklarını ibretle gözlemliyoruz. Üstelik yıllardır ekranlarda hikmetsiz, üslupsuz ve ölçüsüz kavgalar yaptıkları Cübbeli Ahmet ile de aynı ortak noktada buluşmuş, hep birlikte Atatürk’e methiyeler dizmektedirler.

Cübbeli Ahmet ve İslamoğlu’nun 30 Ağustos 2021 tarihinde sosyal medyada bu savaştaki Mustafa Kemal başta olmak üzere bütün komutanlara rahmet dilemekte birleştikleri görüldü. İslamoğlu’nun “Sakarya destanına selam, kinini din edinenlere rağmen – Atatürk bu coğrafyanın tarihine damga vurmuştur, tıpkı Alparslan, Osman Gazi ve Fatih gibi. Atatürk masum ve kutsal değildir, insandır, eleştirilebilir. Fakat onu Deccallaştırmak ideolojik yobazlıktır, şeytanlıktır” sözlerine karşı da haklı tepkiler yükseldi.

Haksözhaber, yıllarca bütün savrulmalarına rağmen üstelik bir kısmında ittifak ettiği İslamoğlu’nu yine hedefe koyarak 31 Ağustos 2021 “Uydurulmuş din retoriği Kemalizmin duvarına tosladı!” başlıklı bir haber yaptı“İslamoğlu’nun Mustafa Kemal Atatürk ile ilgili güzellemeleri yeni bir şey değil. Daha önce de dolaylı olarak Atatürk’e övgüler yağdıran İslamoğlu, sosyal medya hesabından yaptığı açıklamada, Atatürk’ün Alparslan, Osman Gazi ve Fatih Sultan Mehmet gibi bu coğrafyaya damga vurmuş biri olduğunu belirtti. İndirilmîş dinin mümessili, kinini din edinenlere karşı “Sakarya Destanına Selam” demeyi de ihmal etmemiş! Söz konusu Müslümanlar ve İslâmî yapılar olduğu zaman adalet ve hakkaniyetten, nezaket ve merhametten son derece uzak olan İslamoğlu gibilerin sol, seküler ve Kemalistlere karşı şirin görünme çabaları ise ibret verici. İslam dünyasındaki İslâmî oluşumları bir şekilde “uydurulmuş din” mensupları ya da o’cu, bu’cu ilan eden bu zihniyet, hızlı adımlarla laiklik ve sekülerlik dalaletine savruluyor maalesef. 20 yıllık ABD ve NATO işgalini sonlandırarak Afganistan’da zafer ilan Taliban’a ABD ve Çin işbirlikçisi etiketini yapıştıran zihniyetin Müslümanlara yarardan ziyade zarar vereceği ortada. Taliban’a narkoşeriat itham ve iftirasını yöneltecek kadar nefret ve düşmanlıkla davrananlar, Atatürk’e methiyeler dizmekte beis görmüyor! Yıllardır “uydurulmuş din” diyerek neredeyse bütün geleneksel İslâmî yapıları tekfir edercesine hedef alıp alay konusu eden İslamoğlu şimdi de Mustafa Kemal ve Kemalizme rağmen uydurulmuş bir Kemalizm icat etti. Ne diyelim, Allah ıslah etsin…” Peki aynı İslamoğlu, kutsalınız haline gelen İslamcılığa ve iktidara eleştiri yöneltmediği süreçte, yukarıda birkaç örneği alıntılanan akîdevî boyutu da olan temel ilkesizliklere imza atarken, neden bu derecede tepkiler göstermediniz ve onları eleştiriken siz bize karşı onun safında yer aldınız. Çünkü hem o ilkesizlikler sizin kutsallarınıza değil de İslam’ın temel ilkelerine zarar veriyordu hem de bu konuda dayanışma halinde idiniz ve batıla destekte yardımlaşıyordunuz.

Haksöz’ün öncülerinden olan Hasan Soylu ise, bu haberin altına yazdığı yorumda şunları söylüyor; “Bazıları için hududullahı aşmak sorun değil gibi, yeter ki sevdiklerine dokunulmasın! Mustafa İslamoğlu’nun açık bir şekilde tuğyana göz kırpması karşısında bile taraftarları tavır alamıyor, “ya Hoca sen bugüne kadar bize başka şeyler öğretmiştin, şimdi yanılıyorsun ve batılı savunuyorsun” diyemiyorlar. Münkerden nehyetme vazifesini umursamıyorlar. Ya ne yapıyorlar? Yorum sahibine aittir, herkes hesabını Allah’a verecektir, dedikodu yapmayalım vs. diyerek yanlışları, zulüm içeren tavırları tevile kalkışıyorlar. Madem öyle hocaları gece gündüz pek çok İslam aliminin sözlerini, yorumlarını yerden yere vururken neden aynı uyarıları ona yapmayı düşünmüyorlar?”

Tabii ki, bu eleştiriler haklı da, peki siz Haksözhaber olarak, Atatürkçü ordu ve onun bugüne kadarki bütün komutanları için dua edip rahmet okuyan Diyanet İşleri Başkanının bu rahmet dualarını haber yapıp savunmadınız mı? İslamcılığınıza” göre size mubah olan İslamoğlu’na yasak mı?

Haksözhaber’in Çifte Standardı; Kendileri Sistemin Atatürkçü Ordu ve Yargısına Dua Edeni Övüp Sahiplenirken İslamoğlu’nu Kınıyorlar

İslamoğlu, Haksöz ile birlikte olduğu süreçte de pek çok konuda yaptığı gibi ilkesiz davranıp pragmatizme kayarak bu kez Mustafa Kemal’e rahmet duası yapınca, onu hedef yapıp saldırıya geçen yine birçok ilkesizlikte yol arkadaşları oldu. Hâlbuki yol arkadaşları bu konuda da diğer konularda olduğu gibi ondan farklı değillerdi. Haksöz ve Özgür-Der çevresi, 2009 yılında minarelerine mahya olarak “Ordumuza şükran borçluyuz“,  “Ne mutlu Türküm diyene” içerikli ulusalcı “seküler kutsal”lardan sayılan sözleri astığı için haklı olarak en ağır biçimde eleştirip uyardıkları Diyanet İşleri Başkanlığını, bugün aynı ulusalcı, laik ve İslam şeriatı karşıtı Atatürkçü düşünceye sahip TSK’nın törenlerine doğrudan katılıp Allah adına dua ettiğinde sahip çıkıp savunmuşlardı.

Üstelik laiklikle, şirk yasalarıyla hükmeden Atatürkçü Yargı’nın yeni yargı yılı açılışını “besmeleyle” yaparak, onlara şirkle hükmetme işlerinde başarılı olmaları için, Hayırlı ve mübarek eyle Allah’ım, bereketli eyle Allah’ım” içerikli sözlerle dua eden Diyanet Başkanının, bu kurumlar için, şeriatına karşı oldukları Allah’a dua etmesini bile normal karşılayıp savunmuşlardı. Minarelere asılan mahyalar mı daha büyük bir ifsaddır yoksa şirkle hükmedip şeriat isteyenleri laik yasalarla yargılayıp cezalandıran “ideolojik Yargı”yı ve Atatürkçü TSK’yı Allah’ın ayetlerini okuyarak ve Allah’a dualarla destekleyen Erbaş’ın tutumu mu? İslamoğlu’nun bireysel bir mesajda söyledikleri mi daha fazla ifsad edicidir, yoksa sizin haber yaparak desteklediğiniz Diyanet Başkanının Atatürkçü TSK, MİT ve Yargı’nın törenlerine katılarak onların yüz yıllık geçmişlerini ve haldeki durumlarını aklayıp dualar etmesi ve sizin de bu İslam’ı araçsallaştırmaya övgülerle sahip çıkıp destek vererek haberleştirmeniz mi?

Haksöz Haber, 02 Eylül 2021 tarihli haber yorumunda da, Erdoğan ve duacısı Erbaş’ın yine birlikte katıldıkları, “Jandarma ve Sahil Güvenlik Akademisi Başkanlığında düzenlenen Subay ve Astsubay Öğrencileri Mezuniyet Töreni”nin haberini, bazı zahirî görüntüleri abartıp çok etkilenerek şu başlıkla veriyordu: “Başörtülü annelerin ordu evlerine alınmadığı günlerden başörtülü subayların olduğu günlere…” Yazdığı yorumda ise, hâlâ “Atatürkçü düşünce sistemine ve laik Kemalist ilkelere bağlılıklarını” bizzat bu kurumların yöneticilerinin söylemeye devam etmelerine rağmen, isteyen subayların da “Atatürkçü düşünce sistemine ve laik Kemalist sisteme bağlı kalmak ve onun uğrunda savaşmak” şartıyla başörtüsü takmalarına imkân verilmesini abartıp çok etkilenen Haksöz Haber, geçmişine hiç yakışmayacak şekilde ve gerçeğe de aykırı olarak şu satırları yazabilmîşti:

“Askeri okullardan Müslümanların irticacı diye atıldığı zamanlardan bugüne Türkiye siyasi ve askeri hayatı oldukça değişti. Laiklik ve Kemalizm vurguları ile dayatılan kurallar zaman içinde yerle bir edildi. (bu kadar gerçeğe aykırı beyanlar nasıl yapılabiliyor-MP) Türkiye’nin içerde ve dışarıda her zaman dayatılarak bağlı kalınması istenen ‘ata kültleri’ değişmeye başladı… Dindarların Türkiye siyasi arenasından silinmesi gerektiğine inananların ise hayalleri suya düşmeye devam ediyor. Törende Diyanet işleri Başkanı Ali Erbaş’ın öncülüğünde dualar edilirken başörtülü bir subayın diplomasını da Cumhurbaşkanı Erdoğan verdi… Askeri törenlerde ulusçuluk ve kavmiyetçilik yapmanın gereksizliği ile halkın talep ve istekleri dikkate alınarak dualar ile uğurlamalar ve kutlamalar düzenlenir oldu. Müslüman askerlerin başörtülü annelerini törenlere almayanların emekli olduğu Türkiye’de, siyasi arenadaki halkın isteği ile gerçekleştirilen değişimler askerin dünyasını da değiştirmeye, sağduyulu anlayışların hâkim kılınmasına vesile oldu. Ezilen mazlum halkların hamiliğini ‘gerçek’ anlamda üstlenen Türkiye, ‘Yurtta sulh, cihanda sulh’ şovenizminden öteye geçerek ‘Müslümanlar kardeştir’ bilinciyle söylemlerini fiiliyata dökme imkânı elde etti. Suriye’de, Libya’da, Dağlık Karabağ’da mazlum ve yardıma ihtiyacı olanlara askeri desteğini sundu. Bir zamanlar hayal bile edilmeyen sadece lafta kalan düşünceler; Müslümanların kardeşlik bilinciyle harekete geçmesiyle hayata geçirildi.”[11]

Şu ifadelere bakın, pes doğrusu. Ne yani, TSK artık Atatürkçülüğü ve laikliği terk edip Allah yolunda ve İslam’ın hâkimiyeti için mi savaşmaya başladı? Sadece ulusal çıkarları için ve Kuzey Suriye’de bir PKK devleti kurulmasını engellemek için orada asker bulundurulması gerçeğini saptırıp neredeyse laik Kemalist Atatürkçü TSK’nin oraya “ümmet bilinciyle” gittiğini iddia edecek kadar tam bir zihnî bulanıklığa sürüklenmiş bulunuyorlar. H. Türkmen bile, Türk ulusal çıkarları ve Kuzey Suriye’de PKK yapılanmasını engellemek için İdlib’de yürüttüğü savaştan etkilenip TSK hakkında “28 Şubat’ta Müslüman halkın değerlerine karşı savaşan Ordu’dan İdlib’te Müslüman halkın değerleri ve bekası için savaşan orduya” nitelemesi yapabilmîş ve sahiplenip övgüde bulunabilmîştir. Bu ne büyük bir değişimdir. Hedef yaparak linç uyguladığınız ve neredeyse tekfir anlamına gelecek biçimde dışladığınız Mustafa İslamoğlu’nun söylediklerinin sizinkilerden farkı nedir?

Halbuki TSK hâlâ Atatürkçülük ve laikliğin bekçisi olma niteliğini sürdürmektedir. Nitekim MSB Hulusi Akar da 2021 yılında yaptığı bir açıklamada “TSK’nın Atatürkçü düşünce sistemi çerçevesinde kurulduğunu, şekillendiğini ve ona göre hareket ettiğini”[12] bir daha hatırlatmış bulunmaktadır. Sonuç olarak, bir şekilde Müslümanlara bile destek verseler, laik Kemalist TSK’nın bu yaptığı dahi, yine de laik TC ulus devletinin ulusal çıkarları ve bölgesel hesapları içindir. Yoksa Atatürkçülüğü ve laikliği bırakıp İslâmî değerleri benimsediği, İslam kardeşliğini esas aldığı ve ümmetçi olduğu için asla değildir. Tabii ki, bu gerçeği anlamak için, öncelikle, eklemlenerek bağımsız İslâmî kimlik ve ilkelerle özgün düşünme kabiliyetini kaybetmiş bir zihinden kurtulmak gerektiği çok açıktır.

Bazı subayların başörtülü olmasına imkân verilmesi de aynı şekilde abartılıp eski Haksöz çizgisi ve ferasetiyle bağdaşmayacak biçimde yanlış yorumlanmaktadır. Hâlbuki yaşanan sadece görüntüde bir değişiklikle dindar kitleler nezdinde meşruiyet kazanma arayışından başka bir şey değildir. Laik rejim, toplumun dindarlaşma seviyesi ve dinî talepleri arttıkça “statüko dini”nin çıtasını bir miktar daha yükseltip daha fazla İslâmî unsura bünyesinde yer vererek bu kitleleri sisteme eklemlemek suretiyle kendisini yeniden üretmekte ve ömrünü uzatmaktadır. Tıpkı mecliste laik Kemalist ilkelere ve şirk anayasasına bağlılık yeminiyle başlayıp hevaya göre şirk usulü laik yasalar yapmaya devam etmelerine rağmen, isteyen milletvekillerinin sadece şeklen başörtüsü bağlayabilmelerine izin verilmiş olması gibi, orduda da laik Atatürkçü ilkelere bağlılık sürerken, şekli bir başörtüsü serbestisi ve Diyanet İşleri Başkanı’nın duasıyla İslam’ın araçsallaştırılması yaşanıyor, başka bir şey değil. Yani tıpkı anıtkabire gidip tazimde bulunan ve “Ata”larına şükranlarını sunan başörtülü bakan ve milletvekilleri gibi, bugün “Atatürkçü düşünce sistemine” bağlılığını sürdüren ve Allah’ın hükmünün hâkimiyeti için değil de laik Kemalist devlet uğrunda savaşmaya devam eden TSK’nın başörtülü subayları söz konusudur. Bu açık gerçeği Haksöz çevresine anlatmak zorunda kalmak ve bir türlü anlatamamak ne kadar da acıdır.

Haksözhaber’in sahiplendiği ve savunduğu Diyanet İşleri Başkanı Erbaş, TSK törenindeki duasında şu ifadeleri kullandı: “Ya Rabbim, milletimizin medar-ı iftiharı şanlı ordumuzun subaylarının ve astsubaylarının mezuniyet töreninde ellerimizi Senin için kaldırdık, dua ediyoruz, bu merasimimizi hayırlı eyle Allah’ım. Mehmetçiğimizi her daim mansur ve muzaffer eyle Allah’ım. ya Rabbel alemin, vatanımızın çeşitli yerlerinde görev yapacak ve görev yapmakta olan askerlerimizi muvaffak eyle Allah’ım. Allah’ım askerlerimizin tutmuş oldukları nöbetleri nafile ibadet olarak kabul eyle. Ordumuzu her türlü kazalardan, belalardan, görünür görünmez felaketlerden muhafaza eyle Allah’ım. Düşmanlarımızı ‘Ya Kahhar’ isminin tecellisiyle kahr-u perişan eyle Allah’ım. Milletimizi, devletimizi ilelebet payidar eyle Allah’ım.”

İslam’ın araçsallaştırılması suretiyle laik statükoya destek vermede, minarelere asılı ulusalcı mahyalar mı daha etkili, yoksa Atatürkçü, ulusalcı ve laikliğin bekçisi olan TSK’ya yapılan bu dua mı? Neden mahyalara gösterilen o haklı tepkinin binde birini bile, on yıl sonra o sözlerin asıl savunucuları olan ulusalcı, laik Kemalist kurumların törenlerinde yapılan duaya göstermiyorlar? Üstelik bu Atatürkçü laik kurumlara, laik Kemalist ilkelere dayalı işlerinde başarılı olmaları için “şeriatına karşı oldukları Allah’a” dua edilmesi,  mahyadan daha ileri bir istismar ve araçsallaştırma olduğu halde sahip çıkıp destekliyorlar.

Görüldüğü üzere, Ali Erbaş’ın laik sistemin laiklikle hükmeden TSK, Yargı, MİT ve diğer kurumlarının törenlerini dolaşarak her birinde mevcut hallerini meşru gösteren dualar yapmasına, Allah’ın şeriatına karşı olan bu kurumların başarılı olması, çalışmalarının bereketli ve mübarek olması için Allah’a dua etmesine, yani İslam’ın şiarlarını laik kurumlara destek için araçsallaştırmasına çok abartılı bir şekilde sahip çıkıp savunuyorlar. Erbaş Haksözhaber’in ifadesiyle bu “güzel dua” ile  “inancın hayatın her alanını taalluk ettiğini ifade etmiş” imiş. Ne yani, İslam karşıtı laik kurumlarda onlara dua ederek İslam’ı araçsallaştırması, “… ‘inancın sokakta da, mahallede de olması ve sadece insanın içinde bırakılmaması’, ‘İnancın insan ile Allah arasında kalmayıp, ticaretine de siyasetine de adaletine de yargısına da’ yansıması ve yön vermesi” yani “inancın hayatın her alanına taalluk etmesi”  anlamına mı geliyor?

Bütün bu alanlarda yapılan dualar ve kullanılan İslâmî şiarlar, bu laik kurumların mevcut halleriyle devam etmelerini “dindar” kitleler nezdinde meşrulaştırmaktan başka bir anlam taşıyor mu? Bu uygulamalar, bizi İslâmî kimlik ve temel ilkelerimiz bakımından çok rahatsız edip İslam’ın laiklikle hükmeden bu Atatürkçü kurumlar için kullanılmasına itiraza sevk ederken, neden geçmişte aynı çizgide olduğumuz Haksöz Haber’i çok memnun edebiliyor? Nasıl oluyor da, Allah’a isyan edip laiklikle, şirk yasalarıyla hükmeden bir Atatürkçü kurumun bu yoldaki işlerinin “bereketli ve hayırlı olması” için, isyan halinde oldukları Allah’a yapılan duanın “çok güzel” olduğunu ifade edebiliyorlar? Eskiden olsa, bizim yaptığımız itirazları yapacaklarına inandığımız bu Müslümanlar, ne oldu da böyle bakar hale geldiler? Bütün bunlar, İslamoğlu’nun yaptıklarından daha mı mâsumdur?

En son olarak da İslamoğlu’nun, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin Kur’an’a aykırı olduğunu ileri sürmesi üzerine Haksözhaber onu yine hedef gösterdi, yine ağır eleştiriler yaptı, ama bu sefer çok daha haksız, mesnetsiz, tutarsız bir konumdaydı. İşin ilginci, yıllarca akîdevî alana giren birçok ilkesizliği birlikte yaşadıkları İslamoğlu’nu, tamamen sultanlık kültürünün ürünü olan bir içtihadî konuda, sanki Kur’an ve sünnete aykırı bir şeyler söylemiş gibi bir daha linç etmeye kalkıştılar.

İslamoğlu’nun İslâmî Temel İlkelere Aykırılıklarında Birlikte Olanlar, Fethedilen Yerlerdeki Kilise ve Havralara Nasıl Muamele Edileceğine Dair Kur’an, Sünnet ve Sahabe Uygulamasına Uygun Açıklamasına Bile Tepki Gösterdiler  

Daha önce kendileri gibi İslamcılık yaptığı ve bunun gereği olarak da AKP iktidarına destek verdiği süreçte İslamoğlu’nun tarihteki geleneğe uygun bir yaklaşımla kılıçla fethedilen bölgenin temsili konumdaki bir kilisesini “kılıç hakkı” olarak camiye çevrilebileceğini söylemiş, bugün ise o günkü görüşünün aksine Kur’an ve sünnete uygun olan yeni açıklamasıyla ters düşmüş, bütün mesele bu. İşte bu sebeple Haksözhaber şunları yazarak İslamoğlu’na haksız yere saldıran ve onu adeta Kur’an’a aykırı bir şey söylemiş gibi suçlayan birçok yorumun yazılmasını sağlamış bulunuyor.

Haksözhaber, 19 Şubat 2022 tarihli “Baş Döndürücü Değişim” başlıklı haberinde şunları yazdı: İslamoğlu, Ayasofya’nın camiye çevrilmesinin Kur’an’a aykırı olduğunu ileri sürdü. Birbirini tekzip eden açıklamalarıyla Mustafa İslamoğlu ne yapmak istemektedir? Kimlere yaranmak için böyle komik durumlara düşmektedir? Dünden bu güne yaşanan büyük değişim yarın ne getirecek? İzzetten sonra zillet bir Müslümana yakışır mı?”

Gördüğünüz gibi, tam anlamıyla aşağılayıcı ve hedef gösterici bir üslupla, İslamoğlu’nun Kur’an ve sünnete ve hatta sahabe uygulamasına da aykırı olmayan bir açıklaması sebebiyle “baş döndürücü bir değişim” yaşayıp “Müslümana yakışmayan” biçimde “izzetten zillete” sürüklendiği iddia edilmektedir. Ne demek isteniyor? Kur’an ve sünnette olmayan “kılıç hakkı” gereği “Kiliseyi camiye çevirmek” fiilini işlemek ya da savunmak “izzet”, bunun Kur’an’a uygun olmadığına dair Hak sözü söylemek ise “zillet” mi oluyor?  Sakın bu tepkinizin altında yatan asıl sebep de destekçisi olduğunuz iktidarın Ayasofya’yı tekrar camiye dönüştürerek statüko dini adına toplumda elde ettiği desteğe zarar vereceği endişesi olmasın. Gelin daha iki yıl önce sizin yazarınızın yazdığı yazıda yer alan bizce de doğru olan tespitlerle meselenin İslâmî açıdan nasıl okunması gerektiğini bir daha gözden geçirelim.

Kur’an-ı Kerim’de bu konuya ışık tutacak ayetlerde şöyle buyrulmaktadır: “Onlar yalnızca; ‘Rabbimiz Allah’tır’ demelerinden dolayı haksız yere yurtlarından sürgün edilip çıkarıldılar. Eğer Allah’ın insanları kimini kimiyle yenilgiye uğratması olmasaydı manastırlar, kiliseler, havralar ve içinde Allah’ın isminin çok anıldığı mescidler, muhakkak yıkılır giderdi. Allah kendi dinine yardım edenlere kesin olarak yardım eder. Şüphesiz Allah, güçlü olandır, aziz olandır” (Hacc: 22/40)

Dinde zorlama yoktur. Doğru yol sapıklıktan, hak batıldan ayrılıp belli olmuştur. Artık kim tağutu reddedip Allah’a iman ederse, işte o kopması mümkün olmayan en sağlam tutamağa yapışmıştır.(Bakara: 2/256) ayeti ve bu anlamı içeren Yunus suresinin 99. ayeti ile Kehf Suresi’nin 29’uncu ayeti, dinde zorlama anlayışının kabul edilemez olduğunu vurgulamaktadır. Ayrıca İslam Hukukçuları, gayr-i müslimlerin İslâm toplumundaki hürriyetlerini “Onları kendi inançlarıyla baş başa bırakma prensibi” ile ifade etmişlerdir. (Serahsî, Muhammed b. Ahmed Şemsuddin, el-Mebsut, Daru’l-Ma’rife, Beyrut 1989/1409, XI, s. 102.)

“Hz. Muhammed (sav)’in, Hristiyan olan İbn-i Haris b. Ka’b ve kavmine yönelik ilan ettiği anlaşma metni şöyledir: Doğuda ve Batıda yaşayan tüm Hıristiyanların dinleri, kiliseleri, canları, ırzları ve malları Allah’ın, Peygamber’in ve tüm müminlerin himayesindedir. Hıristiyanlık dini üzere yaşayanlardan hiç kimse istemeden İslam’ı kabule zorlanmayacaktır. Hıristiyanlardan birisi herhangi bir cinayete veya haksızlığa maruz kalırsa Müslümanlar ona yardım etmek zorundadırlar.(İbn Hişam, Ebu Muhammed Abdulmelik, Es-Siretü’n-Nebeviyye, Daru’t-Türasi’l- Arabiyle, Beyrut, 1396/1971, II/141-150)

“Müslümanlar, Otantik İslâmî pratikleri Muhammed Peygamber (s) ve sonrasında yönetime seçilen dört halife ile sınırlı tutarlar… Bu sebeple Emeviler ile başlayan krallık ve imparatorlukların icraatları esas alınmaz. Özellikle Asr-ı Saadet’te Hz. Peygamber (s) ve ilk 4 halife dönemlerinde bu konudaki uygulamaları belgelerle gün yüzüne çıkaran, İslam Tarihçisi Muhammed Hamidullah, gayr-i müslimlere tanınan dinî ayin ve ibadet özgürlüğünü icra etme hürriyetinin sağlandığı kilise, havra/sinagog ve benzeri mabetlerin korunmasını kayda değer belgelerle ispat etmiştir. Bu vesikalardan biri olan ve Necran Hıristiyanlarıyla yapılan antlaşma, onların mabetlerine dokunulmayacağını şu şekilde ifade etmektedir: Kiliselerin hiç biri yıkılmaz. Kiliseleri camiye ve evleri Müslüman evlerine dönüştürülemez…(İbn-i Sad, Tabakatu’l Kubra, C.1 sf.291)

“Kilise ve manastırlar saygınlık ve dinî gereklilikleri için harcama yapmaya ihtiyaç duyarlarsa bu harcama zimmetlerine borç olarak yüklenmez. Bilakis, İslâm toplumundan onlara bir ihsan ve lütuf olarak devlet hazinesinden “Beytü’l-mal”dan yardım edilir.

“Buraya kadar gördüğümüz Kur’an’da ve Sünnet’te kiliselerin camiye çevrilmesine bırakınız cevaz verilmesi böylesi bir davranışın yasaklandığıdır. Tarih içerisinde yüzyıllar sonra yapılan aksi uygulamaları savunmak adına öne sürülen bir argüman ise Mekke’nin fethi sonrası Kabe’nin putlardan temizlenmesidir. Oysa öne sürülen bu örnek/kıyas yanlıştır; çünkü Ka’be yapılışı/aslı itibarıyla bir müşrik mabedi değildi. Hz. İbrahim tarafından Tevhidî bir mabed olarak inşa edilmîş zaman içinde putlar konmuştu. Hz. Muhammed’in yaptığı işlem başka bir dine ait olan bir mabedi dönüştürmek değil zaten dejenere edilmîş bir mabedi aslına döndürmek/ restore etmek olmuştu. Rasulullah hayatı boyunca hiçbir kiliseyi ya da havrayı ele geçirip cami yapmamıştır. Aksine bunu yasaklamıştır. Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman ve Hz. Ali dönemlerinde tek bir kilise ya da havra camiye çevrilmemiştir.

Bu tutum, Hz. Ömer’in Kudüs’ü fethinde “Hz. Ömer’in Güvence İlanı” olarak bilinen tarihi belge ile köklü hale gelmiştir. Hz. Ömer fethin nişanesi olan bu vesikada bu konuyla ilgili olarak öne çıkan umdeler şunlardır: – Onların canlarına, mallarına, kiliselerine, haçlarına, yerleşik ve göçebe olan bütün fertlerine verilen bir teminattır. -Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir. İçindeki kutsal eşyalara dokunulmayacaktır…”[13]

“İslam anlayışının bir yansıması olarak tezahür edecek olan eman (güven) anlayışı 88 yıl süren haçlı işgalinin ardından 1187 yılında Selahaddin Eyyubi tarafından tekrarlanacaktır.

Hz. Ömer (ra), “Kiliseleri mesken yapılmayacak, yıkılmayacak ve kısmen dahi olsa işgal edilmeyecektir” hükmüyle Kur’an’ı ve Rasulullah’ın Sünnetini izlemiştir. Kudüs’ün fethi sırasında Hz. Ömer, Kimame kilisesinin avlusunda oturmuş. Namaz vakti yaklaşınca kilisenin dışına çıkıp kapının eşiğindeki basamakta tek başına namaz kılmıştır. Sonra oturup patriğe hitaben; “Şayet kilisede namaz kılsaydım benden sonra Müslümanlar burada namaz kıldı diye kiliseyi elinizden alabilirlerdi diye empatik yaklaşımını dile getirmiştir.

Bu konuda ileri sürülen tek örnek Şam’ın fethi’nden sonra inşa edilen camidir. Şam’ın fethinin ardından (14/635) Jüpiter pagan mabedi kalıntıları üzerinde Hz. Ömer’in temsilcisi Ebu Ubeyde b. Cerrah (ra) tarafında cami inşa edilmîştir. Yani bir kilise camiye çevrilmemiş zaten atıl olan bir harabe salonu değerlendirilmîştir. Emevî Kralı Velîd b. Abdülmelik (705-715) tarafından mâbed harabesinin batı tarafında bulunan kilise sadece aradaki duvar yıktırılarak (DİA, VII, 48, 49) bütün bu sahayı kaplayacak olan bugünkü büyük caminin inşası başlatılmıştır. Yani bugünkü Emevi Camii’ni 4 halife döneminde sahabiler kiliseden camiye çevirmemiştir. Aksine Ebu Ubeyde b. Cerrah Humus şehrinin ahalisiyle yaptığı güvence antlaşmasında da mevcut kiliselere dokunulmayacağını camiye dönüştürülmeyeceğini hükme bağlamıştır. (Hamidullah, Vesaiku’s Siyasiyye s. 467-468.)

Emevilerin darbesiyle otantikliğini kaybeden Müslüman yönetim anlayışı aslında karşı-devrimci bir sapmayı ifade etmekteydiEmeviler, Kur’an’ın İslâmî epistemolojide belirleyen-hakem rolünü etkisizleştirerek kendi resmi ideolojileri çerçevesinde İslam’ı tahrif ettiler. Ardından iktidara gelen Abbasiler, Selçuklular ve Osmanlılar da bu deforme edilmîş kültürü sürdürdüler. Dolayısıyla Osmanlıların tüm uygulamaları Müslümanlığa ya da İslam’a mal edilemez ve kutsal değildir. Bu sapmayı da şayet düşman barışa yanaşmaz da savaşırsa o kente zorla girildiğinde kiliselerin işgal edilebileceği gibi bir gerekçeye dayandırdılar. Oysa ileri sürülen bu gerekçe, Ebu Ubeyde’nin Hz. Ömer döneminde Şam ve Humus’taki icraatları savaşarak girilen şehirler-barış ile teslim alınan şehirler argümanını boşa çıkartmaktadır. Şayet öyle olsaydı Ebu Ubeyde Şam’da mevcut kiliseyi camiye çevirir ya da Hristiyan Bab Touma mahallesindeki tarihi kiliselerden birini cami yapardı. Ama bunu yapmak yerine atıl bir alanı cami yaptı ve yan tarafta bulunan kiliseye dokunmadı. Humus’ta da aynı şekilde kiliselere dokunmadı.

Mabetlere saygısızlık ve onların dönüştürülmesi gibi uygulamaların Kur’an’a, Sünnet’e ve ilk 4 halife uygulamalarına aykırı olması bir yana, tebliğ usulü açısından da sakıncaları malumdur. Karşılıklı saygıya dayanmayan, ahlaki ve adil olmayan bu tarz hareketler farklı din mensupları arasında sadece tarihsel husumetlerin derinleşmesine yol açmaktadır. “İşte böylece, siz insanlara şahid/örnek olasınız, Rasul de size şahid olsun diye sizi vasat (örnek/mutedil/sağduyulu/adil) bir ümmet/toplum yaptık. (Bakara: 2/143) Başkasının mabedini zorla camiye dönüştürdüğünüzde sizin mabetlerinizin de zorla dönüştürülmesini zımnen/dolaylı olarak onaylamış olursunuz. Ahlaki üstünlüğün kaybına yol açar.”[14]

Haksöz yazarlarından Bülent Şahin Erdeğer’in konuya dair oldukça yeterli olan yazsısından, önemine binaen uzunca bir alıntıyı yukarıda aktarmış bulunuyorum. Son derece açık biçimde anlaşılmış olmalıdır ki, İslam toprak fethini değil gönül fethini esas aldığı için, Kur’an, sünnet ve sahabe uygulamasında bir belde kılıçla da alınsa, oradaki kilise ya da havralardan birisinin bile camiye çevrilmesine cevaz veren bir dayanak asla yoktur. O halde, İslamcılık ittifakında dayanışma hâlinde, laik şirk anayasasına desteği ibadet ve İslâmî sorumluluk olarak sunmanız misali akîdevî alana dair ilkesizlikleri birlikte yaşadığınız arkadaşınızı, ictihad alanındaki üstelik Kur’an’a sünnete ve dört halifenin uygulamalarına da uygun olan bir görüşü sebebiyle hidayetten sapmış, irtidat etmiş gibi hedef yapmak her hâlde İslamcılık dinine uysa da Allah’ın dini İslam’a asla uymaz. Bu tür uyarılara da asla tahammülünüz yoktur. Ama bilin ki ahiret ve hesap vardır ve bütün yapılanların hesabı orada sorulacaktır. Eğer ahiret ve hesap bilinci, siyasal bir ideoloji niteliği taşıyan İslamcılık’ta da varsa kendinizi geç kalmadan sorgulayıp yanlış gidişiniz sebebiyle altına girdiğiniz büyük vebalden kurtulmak için tevbe etmelisiniz.

Haksözhaber bir başka yazıyı alıntı yaparak yine İslamoğlu’na yüklendi: “İslamcılıktan pişman olan yazar kitaplarını geri çağırsın!”

Haksözhaber “İslamcılıktan pişman olan yazar kitaplarını geri çağırsın!” başlıklı bir yazıyı 25 Şubat 2022 de alıntı yapıp yayınlayarak yine İslamoğluna yüklendi ve “Lütfen ‘İslamcılık’ yaptığını ve tövbe ettiğini söylediğin, o yıllarda iyi pazarladığın ve iyi kazandığın kitaplarını geri çağır ve bu kitapların bedellerini GERİ ÖDE!” çağrısını gündemine taşıdı.

Haksözhaber’in tasvip ederek yayınladığı İpek Arslan’ın hertaraf.com’da yayınlanmış yazısındaki ifadeler şöyle: Siz kazandığınız tüm parayı, tövbe ettiğinizi söylediğiniz ve kendinizi ‘İslamcı’ olarak tanımladığınız o dönemlerde ‘İslamcılık’ anlayışı çerçevesinde yazdığınız kitaplardan kazandınız. Kendileri İslamcı oldukları için size omuz veren o erkeklerin para desteklerini, kermeslerde çörek-börek-yemek-el işleri yapıp satan kadınların haklarını, çeyizini İslam için verdiğini düşünerek sizin vakıf borç ve giderleriniz için satışa çıkaran kadınların fedakârlığı üzerinden kazandıklarınızı da iade etmelisiniz. O dönemde size omuz veren İslamcıların size, ‘vakıf, yayınevi, şöhrete ulaşmanızı sağlayan televizyon, dergi…’ kurmanız için sebil ettikleri emeklerinin karşılığı olan geliri ‘helal’ etmediklerini söylemeliyim.”

Biz de diyoruz ki, Ali Bulaç ve Ahmet Ağırakça daha önce yazdıkları kitaplarda yazdıklarının tam tersini yazıp söylediklerinde, böyle bir çağrı yapmak bir yana ve savrulan anlayışlarını düzeltmeden, tevbe edip döndüğünü açıklamadan baş tacı edip Özgürder şubelerinde konuşmacı yaptığınız bir süreçte İslamoğlu’na yönelik bu çifte standart neden? Sırf kutsalınız olan İslamcılığı reddettiği ve desteklediğiniz iktidarınıza sırtını çevirdiği için mi? Oysa bizim, ilkesizlikleri ve savrulmaları sebebiyle eşleştirdiğimiz süreçte, “İslamcılar”ın ekseriyeti eleştirmek yerine aynı ilkesizlikleri Mustafa İslamoğlu ile birlikte gerçekleştiriyorlardı. Peki ya siz, bugün tam zıttı bir konumda bulunduğunuz “İLKELER” kitabınız başta olmak üzere daha önce yayınladığınız kitapları ve onlardan kazandıklarınızı ne yapmayı düşünüyorsunuz?

Dipnotlar:

[1] Mustafa İslamoğlu, 25 Mayıs 2007, http://www.mustafaislamoglu.com/siyaset-ve-haysiyet_H4222.html

[2] (www.sivildayanismaplatformu.org – http://www.tgtv.org/web/guest/tgtv-uye-listesi).

[3] “Ortak akıl” ve “TGTV” çerçevesinde hareket eden bu tür gruplara, son anayasa açıklamalarında katılan ve görece bir üslup farklılığıyla da olsa, sonuçta evet oyuyla referanduma aktif destek açıklaması yapan, ancak tevhîdî duyarlılıklarını korumak noktasında çoğunluğa nazaran görece daha olumlu noktada duran ve şirk sistemi ile şirke dayalı anayasasını tümden reddettiğini ve İslâmî taleplerini açıkça dillendiren bir kesimin, bulunduğu nokta meşru olmamakla beraber diğerlerinden daha farklı bir kategoride değerlendirilmesi gerekmektedir.

[4] http://www.ozgurder.org/news_detail.php?id=1414

[5] https://www.karar.com/karar-tv/islamoglu-bir-curuk-iplige-hulya-dizmisiz-1650417

[6] Sami Hocaoğlu: Çürüme, Yeni Şafak Gazetesi – 23 Eylül 2005

[7] Mustafa İslamoğlu, 19 Mayıs 2020 Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı münasebetiyle yayımladığı mesajında, ”Bu toprakların işgalden kurtuluşunda emeği geçen başta Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları olmak üzere, emeği geçen herkesi rahmet ve minnetle yad ediyorum’ ifadelerini kullanabilmîştir. İslamoğlu twiterden yaptığı rahmet ve minnet dileklerini, ”Barış içinde birlikte yaşayacağımız özgür, aydın, huzurlu ve müreffeh bir ülkede yaşamak en büyük dileğimizdir’ sözleriyle sürdürdü. Mustafa İslamoğlu, 90’lı yıllarda yaptığı konuşma ve yazdığı eserlerde M.Kemal karşıtı görüş ve ifadelerle tanınan bir isim olma özelliği taşıyor. Tevhid dersleri isimli sesli yayınlar ve Anadolu İslâmî Hareketleri isimli eserinde M.Kemal dönemini zulüm ve istibdat yılları olarak nitelendiren tespitlerde bulunan İslamoğlu’nun son dönem yaptığı açıklamalar “fikir mi değiştirdi?” sorusunu gündeme getirdi. M.İslamoğlu’nun 19 Mayıs’ta M.Kemal için yaptığı rahmet ve minnet temennisine çok sayıda takipçisi ve cemaat müntesibi de tepki gösterdi.

[8] En’am, 6/155.

[9] Âl-i İmran, 3/132

[10] Tevbe, 9/71.

[11] https://www.haksozhaber.net/basortulu-annelerin-ordu-evlerine-alinmadigi-gunlerden-basortulu-subaylarin-oldugu-g-146323h.htm

[12] https://www.ulusal.com.tr/gundem/bakan-akar-tsknin-ataturkculugunu-sorgulamak-kimsenin-haddi-h284594.html

[13] Belgedeki Şahitler: Halid bin Velid, Amr bin As, Abdurrahman bin Avf ve Mu’aviye bin Ebi Süfyan, hicri 15 (Miladi 636) yılında hazırlandı ve yazıldı. (Eman metni hakkında detaylı bilgi için bkz: Awaisi, Abd Al Fattah
“İslam Fetih Hukukunun Can Verdiği Belge – Ömer Emannamesi”,
Derin Tarih Kudüs Özel Sayısı 10, 2017, s.52-59)

[14] Bülent Şahin Erdeğer, Independent Türkçe, İslam kiliselerin camiye dönüştürülmesine nasıl bakar?, 24 Temmuz 2020