Mehmet PAMAK
İSTİKAMET KRİZİNE GİRMİŞ TEVHİDÎ UYANIŞ SÜRECİ ÖNCÜLERİNİ, HÂLLERİNİ SORGULAMAYA ÇAĞIRIYORUM – V. BÖLÜM
Maalesef tevhîdî uyanış süreci bakıyesi grupların büyük çoğunluğunun istikamet krizine girip birçok temel ilkeyi ihlal ederek destek verdikleri AKP’nin 20 yıllık iktidarında yaşanan büyük yozlaşma ve sekülerleşme o kadar ileri boyutlara ulaşmıştır ki, bazı iktidar yanlısı gazetelerin yazarları ve bazı aktif destekçi grup öncüleri bile artık dayanamayıp feryat etmeye başlamışlardır.
Tabii ki, istikamet krizindeki tevhîdî kesim öncülerinin bazılarının yönelttikleri bu eleştiriler, maalesef ilkesel ve bağımsız İslâm kimliğin gerektirdiği özgün eleştiriler olma boyutuna bir türlü ulaşmamakta, daha ziyade destekledikleri ya da liderini hâlâ sahiplenip kayırdıkları iktidarın dürüst bir kanadının içeriden eleştirileri mesabesinde kalmaktadır. Çünkü “Allah’ın indirdikleri ile hükmetmeyenlerin, inkâr etmedikleri sürece mü’min olmaya devam edeceklerine” dair te’vilden tahrife sapan akıdevî bir kirlenmenin pençesinde yaşadıkları zihnî kargaşa, hakikati görüp ona teslim olmalarına ve savruldukları büyük yanlıştan dönmelerine engel olmaktadır. Bu sebeple, “Allah’ın indirdikleriyle hükmetmeyenlerin konumu”yla ilgili bu önemli ilmî konuyu da Rabbimizin izniyle yakın zamanda kapsamlı biçimde sizlerle paylaşmaya çalışacağım.
Tevhîdî Uyanış Süreci Gruplarının AKP Üzerinden Laik Demokratik Bâtıl Siyasete Destekçi Olma ve Hatta İçinde Yer Alma Sapmasına Bir Başka Örnek: Anadolu Platformu ve AKDAV
Bir zamanların tevhîdî uyanış süreci öncülerinden “Zeki Baba” lakaplı Zekeriya Şengöz’ün onursal başkanlığında Turgay Aldemir’in genel başkanı bulunduğu, Ramazan Kayan’ın da hocası olduğu Anadolu Platformu adı altında ülke çapında örgütlenmiş bir grup ise, hocaları Ramazan Kayan hâlâ teorik tevhîdî söylemini belli ölçüde korumaya devam etse de, İslâmî kimliğin bağımsızlığını ve muhalifliğini korumakta acze düşerek; Sivil Dayanışma Platformu, Anadolu Platformu, Bülbülzade Vakfı ve Şehit Kamil Belediyesi tarafından düzenlenen “Yeni Anayasa/İlkeler ve Ortak Paydalar” başlıklı bir toplantıda, kendi ifadeleriyle “yeni Anayasada ilkelerin ve ortak paydaların neliği ve nasıllığını masaya yatırmıştır”. Bu toplantıda, Anadolu Platformu Başkanı Turgay Aldemir, Toplumsal Sözleşme başlıklı konuşmasında şunları ifade etmiştir: “Öncelikle yapılması gereken; bütün insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı bir yaklaşımdan beslenen bir anayasa yapmak olmalıdır. Siyasal katılım süreçlerini iyileştirmek; bu ülkede darbe tartışmalarına son vermek için politik ve bürokratik alana karşı sivil alanı güçlendirmek gerekmektedir. Yeni anayasayı yasalaştırma süreci eski anayasadan bağımsız olarak, onu referans almaksızın, özgün bir meclis kararı ile yürütülmelidir. Bu nedenle mecliste ortaya çıkacak temsil eksikliğini gidermek üzere, parlamento dışı siyasi partileri ve sivil yapıları da anayasa yapım sürecine katacak mekanizmaların oluşturulması gerekir. Toplumu merkeze alan, az maddeli bir toplumsal sözleşme için, çabalamalıyız. İç barış ve huzuru sağlayıp güven ortamını bu sözleşme ile tıpkı Hudeybiye’deki gibi sağlayabiliriz“.[1]
Tıpkı diğer kuruluşlar ile birlikte imzaladıkları önceki bölümlerdeki açıklamalarda yer verildiği gibi, laik anayasa yapımı ve değişikliği; Müslüman kimliği ve akîdesinin gerekli kıldığı ayrışma, muhalefet ve vahye dayalı anayasa dışında hiçbir beşerî laik anayasadan razı olmayacakları vurgusu yapılmadan sahiplenilerek, hep birlikte “bütün insanlarımızın temel hak ve hürriyetlerini garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı bir yaklaşımdan beslenen bir anayasa yapmak” için çabalamalıyız denilmektedir. Yani laikliği veri kabul eden ve “değiştirilemez, değiştirilmesi teklif dahi edilemez” put maddeler arasında sayan seküler bir anayasa yapımında rol üstlenmek ve böyle bir anayasayı “bütün insanların temel haklarını garanti altına alan, özgürlükçü ve insan odaklı” olmak kaydıyla birlikte yapmaktan bahsedilmektedir. Bir Müslümanın, vahyi esas almayan laik bir anayasanın yapılmasında teşriî işlev üstlenmesi ve böyle anayasayı sahiplenmesi akîdesiyle bağdaştırılabilir mi?
Üstelik Hudeybiye, Müslümanlar ile müşriklerden oluşan iki bağımsız tarafın arasında sadece bir barış anlaşması iken, bu ülkede anayasa yapımında Müslümanların bağımsız iradeleri de söz konusu değildir. Eğer bağımsız iradeleri söz konusu olsaydı, Müslümanların vahye dayalı bir anayasa yapmaları gerekirdi. Söz konusu edilen anayasa yapımında Müslümanların bağımsız iradeleri olmadığı gibi, yapılan da bir barış anlaşması olmayıp Müslümanlara da hükmedecek bir anayasanın ya da değişikliğinin hevaya göre ve şirk zemininde teşriînden ibarettir. Buna rağmen, tıpkı Haksöz çevresi ve öncülerinden Hamza Türkmen’in de sık başvurduğu saptırıcı örnekle, Hudeybiye ile benzeştirilerek, kendilerince kimi İslâmî unsurlar araçsallaştırılarak şirk anayasası yapımına iştirak etmeye meşruiyet kazandırılmaya çalışılmıştır.
Daha sonra da Ağustos 2013’te aynı grup, düzenledikleri 8. Anadolu Buluşması Toplantısında hükümetin bakanlarının da, AKP MKYK üyelerinin de, kimi liberal demokrat yazarların da konuşmacı olarak katıldığı bir toplantı düzenlemişlerdir. Bu toplantının sonuç bildirgesinde, daha önce “sivil anayasa” talebiyle ortaya çıktıkları, referandumda oy verme çağrısı yaptıkları ve AKP’ye oy vermeyi meşru sayıp insanları davet ettikleri gibi, bu sefer de şu ifadeleri cüretkârca kullanır hâle geldiklerini ibretle izliyoruz.[2] “İslam ümmetinin yeniden inşasında ve ulusal-küresel zulüm sistemlerinin sona erdirilmesinde ‘Yeni Türkiye’ stratejik bir konumda bulunmaktadır. 2007’den itibaren yaşadığımız süreç Yeni Türkiye’nin böyle bir ufka sahip olduğunu göstermiştir. Bu durum aynı zamanda Türkiye’yi küresel güçlerin hedefi haline de getirmiştir. Gezi Parkı olayları bu emperyalist saldırılardan biridir ve bu türden girişimlerin devam edeceği de anlaşılmaktadır… Anadolu Platformu, Yeni Türkiye’nin inşasında sorumluluk almaktan kaçınmayacaktır.”[3]
Tevhîdî uyanış sürecinden gelen bu grup, AKP’li bakanlarla, liberal demokrat akademisyenlerle bir araya gelip sistem içi görece olumlu buldukları politikaya destek veren açıklamalar yapmışlardır. AKP’nin projesi olan, Anglosakson laikliğini ve demokrasiyi geleneksel hurafeci tarihsel birikime dayalı İslam anlayışı ile sentez edip yeniden ihya etme hedefine yönelen, Osmanlı hinterlandında sosyolojik anlamıyla ve mevcut haliyle “Ümmet”i gözeten kimi politikaları izleyen “Yeni Türkiye” hareketini dava edindiklerini ve “Yeni Türkiye’nin inşasında sorumluluk” alacaklarını açıklayabilmişlerdir. Böylece özgün ve bağımsız tevhidî kimlikli bir İslâmî hareket olmak ve bunda ısrar etmek yerine, AKP’nin “Yeni Türkiye”yi inşa hareketinin parçası olmayı, (İslâmî duyarlılıkları sürse de) İslâmî çalışmalarını sistem içi siyaset zeminiyle bütünleşerek, yardımlaşarak ve hatta o zeminden elde ettikleri kazanımları koruma ve geliştirmeyi önceleyerek gerçekleştirme eğilimi içine girdiklerini ifade etmişlerdir.
Önceki bölümlerde verdiğimiz örneklerde yer alan tevhidî uyanış süreci bakıyesi kesimler ve öncüleri sistem içi değişimi temsil eden AKP üzerinden demokratik politikaya meylettiler, özellikle de anayasa referandumundan sonra çok daha fazla eklemlendiler. Önce oy vererek başlayan aktif destek, daha sonra laik parlamentoda teşri’ işlevi gören milletvekilliğini de meşru görmeye kadar götürüldü ve oraya girmek için aday olanlar da, hatta milletvekili olanlar da oldu. İşte bu tevhidî uyanış süreci grupları ve öncüleri, yıllarca karşı çıkıp mücadele ettikleri geleneksel hurafeciliği temsil eden tarikat, tasavvuf kesimleri ve gelenekselci cemaatlerle birlikte 97 STK (İsmailağa Cemaati, Menzil Cemaati, Erenköy Cemaati, Hüdayi Vakfı, Safa Vakfı, Sami Efendi Vakfı, İhlas Vakfı, Barla Platformu, TGTV, Bilim ve Sanat vakfı, Birlik Vakfı, Ensar vakfı, İHH İnsani Yardım Vakfı, Medeniyet Gençliği Vakfı, AKABE Kültür ve Eğitim Vakfı, AKDAV eğitim vakfı, Anadolu Eğitim Platformu, Yardım Eli vakfı vb.) AKP’ye destek ortak açıklamalarına imza atıp gazetelere tam sayfa ilanlar verdiler.
Görüldüğü üzere, temel İslâmî meselelerde sürekli hikmetsiz ve üslupsuz kavgalar yaparak insanları İslam’dan soğutanlar, yani Kur’an merkezli İslam anlayışına sahip olanlar ile hurafeci kesimler laik demokrasi sandığında “vahdet” oluşturup AKP’ye destek bildirileri yayınlıyor, gazetelere tam sayfa ortak imzalı ilanlar veriyorlar. Bunların birlikte imzaladıkları ilan metninde yazılanlar ise, tevhidî uyanış süreci bakıyesi kesimlere asla yakışmayacak ve çok geriye gidişi ifade eden sağcı, muhafazakâr, devletçi, “millici” bir muhtevadaydı. Geleneksel hurafeci kesimler ve tevhîdî kesimden sistem içine doğru meyledenler ortak imzaladıkları ilan metninde şunları ifade etmişlerdi: “Kendimizi öz yurdunda garip, öz vatanında parya hissediyorduk. Ancak milletimizin ferasetine yürekten inanıyorduk. ‘Yeter söz milletindir’ diyen merhum Menderes nasıl hissiyatımıza tercüman olduysa, milletimizin basireti vesilesiyle bir müjdenin geleceğini de biliyorduk. Milletin duası ve gayreti bu müjdeyi sandıkta tecelli ettirdi. “Biz şahidiz ki… 28 Şubat’ın bin yıl yaşamak için her aracı kullanarak direnmesi, her türlü saldırı ve tahrike başvurması karşısında ‘Hak’ta sebat edilmiş ve zorluklara göğüs gerilmiştir. Milli iradenin güçlendirilmesi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi, din ve vicdan hürriyetinin tam anlamıyla yerleşmesi için memnuniyetle karşıladığımız hayati adımlar atılmıştır”.
İbret verici ve tevhidî uyanış sürecinden gelenler için üzücü olan şudur; seküler zihin, inanç ve hayat tarzına sahip CHP’li bir üye iken bu partiden ayrılıp görece halktan yana DP’yi kuran Menderes için “hissiyatımızın tercümanı” ifadesi kullanılıyor olmasıdır. Menderes, CHP’den ayrılıp DP’yi kurmakla, laik seküler bir anlayışa sahip olmaktan vazgeçip hidayete mi erdi ve Allah’ın hükümleriyle hükmetmeye mi başladı ki, Müslümanların hissiyatının tercümanı sayılabiliyor. Bâtıl sistem içinde yaşanan daha büyük zulmü görece olarak azaltarak sürdüren zulümât içi gri tonlu bir “ehven-i şer”, neden hemen İslâmî bir meşruiyet konumuna oturtuluveriyor ve ondan razı hale geliniveriyor? Menderes ya da benzeri, daha halktan yana veya görece olumlulukları olan ama batıl olmayı ve şirk zulmünü sürdüren politikacılar, eski statüko taraftarı darbeciler eliyle zulme uğradıklarında, onlara zulmedenlere karşı mazlumun hukukunu savunmak ayrı bir şey, onları kendimizi temsil konumuna oturtup meşruiyet kazandırmak ve onlara meyletmek ayrı bir şeydir.
Müslümanların “dua ve gayretlerle sandıktan nasıl bir müjde bekledikleri” konusu da üzerinde düşünmeleri ve ne duruma geldiklerini sorgulamaları gereken bir konudur. İlandaki daha sonraki satırlarda ise, çok daha vahim ifadelerle; “Milli iradenin güçlendirilmesi, demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi” “Hak” olarak takdim edilip ‘Hak’ta sebat etme olarak nitelendirilmiştir. Hak ile bâtılı karıştıran bir mücadeleyle şirke ait seküler demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi konumuna gelinmesinin “Hakk’ta sebat etmenin” sonucu olduğunu ifade eden bu ilanın altında tevhîdî uyanış sürecinden gelen kesimlerin de imzasının yer alması gerçekten üzücüdür. “Hakk’ta sebat etme” sonucunda ulaşılan hedef şöyle açıklanmıştır: “…demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi… adımları atılmış, “Sandık ve milli irade güç kazanmış, demokrasi dışı her niyet, milli iradeye kast eden her girişim cesaretle bertaraf edilmiştir”. Nasıl oluyor da, “Demokrasinin tüm kurum ve kurallarıyla işletilmesi” gibi hedefler Müslümanların da hedefleri arasına girebiliyor? Laik demokratik yoldaki bir mücadele nasıl oluyor da Hakk’ta sebat ederek sürdürülebiliyor? Ve nasıl oluyor da kurum ve kurallarıyla işleyişi seküler ve bâtıl olan demokrasinin, “Hakk’ta” sebat ederek güçlendirildiği iddia edilebiliyor? Bu iddia, “Hakk’a” iftira değil midir?
Yine geleneksel hurafecilerle tevhidî uyanış sürecinden gelip artık AKP’ye taban olmaya yönelmiş başka gruplardan oluşan 37’sinin birlikte imzaladıkları bir başka ilan daha gazetelerde tam sayfa yer almıştır. Bu son ilanın altındaki imzacılardan bazıları da şunlardır: İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH), Mimar ve Mühendisler Grubu, Hicret Vakfı, Bekader, Enderun, İnsan Vakfı, Umut Işığı Derneği vd. Burada ismi geçen ve bu tür AKP yanlısı bütün bildiri ve toplantılarda başrolde olan İMH hakkında da kısa bir not düşmek isterim.
İnsan ve Medeniyet Hareketi (İMH), daha kuruluştan itibaren AKP ile bütünleşmiş ve milletvekili çıkarmış, laik bir partinin öncü kadrolarında yer alıp hevaya göre hükmetmek üzere parlamentoya girerek ilk savrulan gruplardan birisi olmuştur. Daha 2001 yılında AKP kuruluş çalışmaları yapılırken, bu grubun öncülerinin böyle bir partiye meylettiklerini haber alınca, bana bu haberi veren Burhan kavuncu ile birlikte İstanbul Fatih’teki İnsan Vakfı merkezine gittik. O zamanki başkanları Mehmet Güney’in başkanlığında yönetim kurulu toplantıları vardı. Bizi de buyur ettiler ve katıldık. Onlara, laik demokratik bir parti içinde yer almanın ya da destek olmanın İslami kimlik ve ilkelerimizle bağdaşmayacağını delilleriyle anlatmaya çalıştım. Yönetimin yarıya yakını “Mehmet abi haklı söylüyor, uzak durmalıyız” derken Mehmet Güney, “hayır tam tersine içinde daha başlangıçta yer almalıyız, aksi takdirde iktidar imkanlarından başkaları istifade eder biz edemeyiz” dedi. Bunun üzerine yönetimin diğer yarısı da ona hak verdi ve sonuçta ikna edemeden oradan ayrıldık. Böylece daha kuruluş safhasından itibaren AKP’ye eklemlenip imkanlar devşiren ilk grup bunlar oldular. Milletvekili çıkardılar. Hatta onların bir milletvekili “TBMM İsrail ile dostluk grubu başkanı” bile olabildi. Daha sonra, elde ettikleri imkanlarla holdingleştiler, çok zengin oldular, birçok imkanları ve makamları elde ettiler, ama en temel ilkelerini ve tevhîdî kimliklerini yitirerek “mücahitler müteahhit oldular” sözünün söylemesinin de ilk vesilesi olmayı başardılar.
İşte başta bu grup olmak üzere, hurafeci kesimlerle tevhîdî kesimden bazı grupların birlikte imzaladıkları AKP’ye destek açıklaması, meşruiyetin ve gayr-i meşruluğun ölçüsünü vahyî/şer’î hükümlere değil de, demokratik standartlara uyduran ve demokratik mücadeleyi Hakk’a iftira ederek “Hak” olarak takdim eden ve bu demokratik mücadelenin destekçisi ve duacısı olacaklarını ifade eden şu satırlarla son bulmuştur: “Biz aşağıda imzası olanlar, milli iradenin gücüne yürekten inanıyor; her meselenin milletin arzusu istikametinde, meşruiyet dairesinde çözümünü savunuyoruz. Türkiye’nin her meselesi kendi mecrasında tartışılmalı, gayr-i meşru zeminlere çekilmemelidir. Milleti için başarıyla hak mücadelesi verenlere karşı haksızlık yapılmamalı, yeni vesayetler tesis edilmemeli, şahsi, zümrevî kaygılar ve menfaatler milletin, ülkenin ve demokrasi mücadelesinin önüne geçmemelidir. Bin yıl sürmesi beklenen projeyi 11 yılda sabır ve metanetle boşa çıkaranlara şükranlarımızı ifade ediyor, bu mücadelenin şahidi olduğumuz kadar, gelecekte de destekçisi ve duacısı olacağımızı ilan ediyoruz.”[4]
Pek çok tevhidî/İslamî konuda bu derece bir birliktelik teşkil edemeyen, bir araya gelip vahdete dair tek bir ortak bildiri yayınlayamayanlar ve bu eksiklikten rahatsız olup harekete geçmeyenler, yani on yıllardır tevhidde vahdet oluşturamayanlar, nedense sistem içi açılım konularında, laik sistemin anayasasını yine laik istikamette değiştirmeye oy verme konusunda, sonuçta TBMM’ye “nihai otorite ve nihai kanun koyucu” muamelesi yapma hususunda kolayca bir araya gelebilmekte ve kolayca ardı ardına ortak bildiriler yayınlayabilmekte, gazetelere ilanlar verebilmektedirler. Üstelik bu konuda yıllardır “geleneksel cahiliye” dedikleri hurafeci kesimlerle bile vahdet oluşturabilmekte ve ortak bildiriler yayınlayabilmektedirler. Bu husus bizi düşündürmeli ve sarsmalı değil midir? “Fe eyne tezhebûn/nereye gidiyorsunuz?” sorusunu sormamız önemli sorumluluğumuz değil midir?
Bakınız, o günkü hükümetin tasavvuf ve Osmanlı kültürü sentezi bir geleneksellik çerçevesinde bile olsa Kur’anî bilgi ve birikimi en fazla olan Bakanı Ahmet Davutoğlu bile coşkuyla onaylanmasını istediğiniz bu değişikliğe oy vermenin ne anlama geldiğini, doğru bir tespitle şöyle açıklıyor: “Bu referanduma ‘evet’ demek bu ülkede nihâi otoritenin, nihâi kanun koyucunun Türkiye Büyük Millet Meclisi olduğuna ‘evet’ demektir“.[5] TBMM’nin yaptığı anayasa değişikliğine evet oyu verenler, Davutoğlu’nun bu doğru tespitine rağmen neden oy verme çağrısı yaptılar? Yıllardır Kur’an halkalarında yetişenler, Kur’an merkezli sahih din anlayışını ikame ederek geleneksel ve modern hurafeleri izale etmek için yola çıkanlar olarak, bu kırılma noktasında tutumunuz bu mu olmalıydı? Bir Müslümanın demokrasinin doğal bir gereği olarak “nihâi otorite ve nihaî kanun koyucu olarak laik demokratik TBMM’yi kabul etmesi” tevhîdî akîdesiyle asla bağdaşmayacağı halde, bazı Müslümanların, Davutoğlu’nun ifade ettiği seküler zihniyet ve inançla hazırlanan “laik anayasa değişikliğine” “evet” oyu vermeleri ve üstelik herkesi de “evet” oyu vermeye çağırmaları ne anlama gelmiştir?
Anadolu Platformu onursal başkanı olup geçmişte tevhîdî uyanış süreci öncülerinden biri olarak ağır bedeller de ödemiş bir Müslüman olan Zekeriya Şengöz ise, 2015 yılı 7 Haziran seçimlerinin önemine dikkat çekerek, “Bütün millet toplu halde bir kez daha duruşunu ciddi bir şekilde sergilemek zorunda. 28 Şubat sürecinde bedel ödeyen birisi olarak şunu belirtmek isterim ki; yıllardır bu toplum değerlerinden uzaklaştırıldı, kimliği ve şahsiyeti itibarsızlaştırıldı, toplumun zenginliği talan edildiği, fukaralaştırıldığı bir süreçten geçmek üzereydi ama şu an toplum itibar kazandı toplum tekrardan özgürlüklerine kavuşturulmak üzere, toplum tekrardan barışık yaşamak üzere ve toplum tekrardan hak, hukuk ve adaletin sağlandığına inanmak üzere” diyebilmiştir. Bu kadar büyük bir yozlaşmanın yaşandığı, yolsuzluğun, yoksulluğun, adaletsizliğin, haksızlığın zirvede olduğu bir laik kapitalist iktidar dönemi için bu sözleri ifade edebilmiştir. Böylece hem sadece Kur’an’a çağırması gereken davetin muhataplarını hem de tevhide gelmelerine vesile olduğu çevresindeki Müslümanları laik demokratik bir patiye ve şirkle hükmeden bir iktidara destek olmaya çağırabilmiştir. Bunlara ilaveten “Toplumun yanında duran halkın hizmetkârı olduğunu söyleyen bir iktidara şu an dış güçler tarafından ve onların içerideki işbirlikçileri tarafından tekrardan tezgahlar ve oyunlar kurulmak üzeredir. Bu kurulan oyunların bozulması için toplum 7 Haziran’da hep birlikte topyekun sandığa gitmek zorundadır” şeklinde konuşmuştur.[6]
Türkiye çapında örgütlülüğü ve tevhîdî mücadele sürecindeki etkin varlığı sebebiyle çok önemli bir kaç gruptan birisi olan bu grup, görüldüğü üzere diğer çoğunlukla beraber büyük bir savrulma yaşamış ve sonuçta üçe bölünüp yeni arayışlara girmiştir. Ancak üç parçanın da ilkesel bir bölünme sonucu ortaya çıktığı söylenemez. Çünkü her birinin laik partilerle olan ilişkileri sürmekte, tabiri caizse Saadet Partisi, Gelecek Partisi ve AKP arasında gidip gelen ya da yeni kurulacak laik yeni bir partiye de sıcak bakan bir kafa karışıklığı her birinde sürmektedir. Bütün parçaların toplantılarında laik partilerin milletvekilleri ya da mahalli yetkilileri katılıp konuşma yapıyor ve destek veriyorlar. Bu çevredeki kafa karışıklığını daha 90’lı yılların sonlarında fark etmiştim. Aydın Menderes’in Refah Partisine katıldığı süreçte ona meyletmiş olan Davut Güler ile bir gece yarısına kadar süren bir sohbet yaparak bu eğiliminin tevhîdî ilkelerimizle asla bağdaşmayacağını anlatıp uyarmıştım. Ama o yine de “ağabey babası çok hayra vesile oldu, kendisi de bugün aynı hayra vesile olabilir, sahip çıkıp destek olmalıyız” demekte ısrar ediyordu.
Hâlbuki, yukarıda izah ettiğimiz üzere babasının hayrı neredeydi ki, oğlunun da hayra vesile olması söz konusu olsun. Bunların “hayra” dair anlayışları da tevhîdî bakışları gibi fülûlaşmış görünüyor. Baba Menderes seküler zihin, inanç ve hayat tarzına sahip CHP’li bir üye iken bu partiden ayrılıp görece halktan yana kimi açılımları ve kimi haksızlıkları gidereceğini va’dederek DP’yi kurmuş, kurduğu laik iktidar Atatürk’ü koruma kanunu dâhil birçok yeni yasaklar yanında “ezanın Arapça aslıyla okunmasına” getirilmiş yasağı kaldırmış ve neredeyse bu kadarlık bir iyileşme adına muhafazakâr kitleleri laik Kemalist sisteme eklemleme işlevi görmüştür. Tıpkı bugünkü AKP iktidarı gibi. İşte o gün bu eğilimiyle savrulma emareleri gösteren AKDAV öncülerinden Davut Güler’in bugün aynı ilkesiz çizgisini devam ettirdiğini ibretle görmekteyiz. Ama bu sefer aynı savrulmayı tüm grup halinde top yekûn yaşadıklarını, ancak farklı laik partiler arasına sıkışıp kaldıklarını, ufuklarının nebevî yöntemi göremeyecek kadar kararmış olduğunu ibretle gözlemliyoruz.
İşte bu aymazlık ve büyük ilkesizlik sonucu laik bir iktidarın desteklenmesi ve şirk anayasa tasarısının onaylanması için böylesine kolayca savrulanların, aslında önceki birikimlerinin de çok sığ ve kaygan bir zemine oturmuş olduğu anlaşılıyor. Tabii ki sonuç büyük bir hüsran olunca, bazı itirazlar yükselmeye başlamış olsa da bu eleştiriler bile son derece yetersiz olup yine ilkesel ve bağımsız olmayan bir edilgenliğin zaaflarını taşımaktadır.
Nitekim Anadolu Platformu ikiye ayrılınca bu bölünmeyi eleştirip üçüncü bir parçada duruyor hissi uyandıran Davut Güler de, Zekâriya Şengöz ve Ramazan Kayan hoca öncülüğünde kurulan “İnsan ve Değer Hareketi”nin kuruluşu vesilesiyle yayınladıkları bildiriyi hedef alan eleştirilerinde bu hususa dikkat çekmektedir. Güler, bu hareket için, AKP yetkilileriyle birlikte (Aile Bakan Yardımcısı, AKP Fatih Belediye Başkanı Ergün Turan, AKP İstanbul İl Başkanı Osman Nuri Kabaktepe’nin selamlama konuşmalarıyla).açtıkları “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi”nin amacını anlattıkları bildiride, AKP iktidarı döneminde yaşanan büyük haksızlıklara hiçbir eleştiri yapmadan “insan ruhunu okşayan kavramlara” vurgu yapmalarının içi boş bir slogandan ileri gitmeyeceği haklı eleştirisini getirmektedir.
İnsan ve Değer Hareketi Genel Başkanı Zekeriya ŞENGÖZ 2 Mart 2022 günü yaptığı “Çeyrek Asrın Ardından 28 Şubat” konulu konuşmasında “…Batılı egemen güçler hem İslam’ı geriletmek istiyorlar hem de dönüştürmek istiyorlar. İki işi birden yapıyorlar. 28 Şubat aslında fiili bir müdahaleden öte zihnî bir müdahaledir. Müslümanların zihnini dönüştürmeye yönelik bir faaliyettir. Büyük oranda bu dönüşüm başarılı olmuş durumdadır… Deizm, Ateizm, amaçsız ve zevk eksenli yaşam ve boşlukta sürüklenen gençlik manzaraları her geçen gün daha çok görülmektedir. İslam’dan uzaklaştıran bu milletin zihnî dönüşümü 28 Şubattan bu yana çok bariz bir şekilde görülmektedir… İslam’da cihadın yeri ve ahkamın alanı daraltılarak uluslararası sistemle İslam arasında uyumsuzluk olmadığı söylenmek isteniyor, ‘cihat’ teröre bulaşmış şer cephe taşeronu bazı marjinal örgütlere terk edilmiş bir kavrama dönüşmüş, ahkam ise dinim vicdanlarda olduğu algısına kurban edilerek toplumun hayatında belirleyici olmaktan büyük planda uzaklaştırılmıştır. 28 Şubat’ta bizden istenen şey; küresel efendilerin kurguladığı sisteme uyum sağlamak, hayata rengini katmayan ruhsuz bir İslam’ı yaşamaktı. Tam da bu boyutu ile 28 Şubat anlayışı, sistematik bir şekilde ahlaki ve manevi çürümeyi teşvik etmekten bir an bile geri durmadı. Ülkemizde, haramlarla etrafı örülmüş yoz bir hayat yaşayanların düştükleri berbat hallere ilişkin her gün birçok olumsuz gelişme cereyan etmektedir. Yuvaları karartan kumar, içki ve uyuşturucu bağımlılığı derinleşiyor, zina, aldatma ve beraberinde gelen cinayet ve intihar vakaları hızla artmaktadır. Tüm bunlara rağmen içki ve ahlaksız yaşam tarzı tartışmaya kapalı tutulup sürekli ‘bir özgürlük alanı’ olarak lanse edilmektedir. 28 Şubat sürecinden bugüne 25 yıldır dayatılan bizim de takiple yetindiğimiz zihni dönüşüm; toplumda her geçen gün artan yoğunlukta benimsenerek hayat tarzına dönüşmektedir. Tarih şahitlik etmektedir ki kirli eller ve emeller tarafından hazırlanan, sözüm ona, 1000 yıllık stratejik planlar, meşru toplumsal direnişler karşısında rezil ve sefil bir şekilde akamete uğramaktan kurtulamadı… 2022 yılına geldiğimizde tabii ki kazanımlarımızı görmezden gelemeyiz. Rabbimize hamd etmemiz gereken onlarca gelişmenin olduğunun farkındayız. Sadece Kur’an kurslarının, imam hatiplerin açılması veya başörtüsünün serbest olması değil kazanımlarımız…(Bu kazanımlar, sadece halkı Allah ile atlatmaktan başka hangi olumlu sonuca yol açmıştır ki?-MP) Yine dün ne yazık ki İslam’la ve Müslümanlarla savaşan ordunun bugün ümmet coğrafyasının muhtelif bölgelerinde mücahitlerle ittifak içinde mazlumlara kalkan olması da çok kıymetli bir gelişmedir… (Tıpkı AKP destekçiliği yapmakta ve ilkesizlikte yol arkadaşınız olan Haksöz çevresinin yaptığı gibi, olayı saptırıp ulusal çıkarları için Kuzey Suriye’de ABD destekli bir PKK devleti kurulmasını engellemeye çalışan ve hâlâ kemalizmin ve laikliğin silahlı bekçisi olma niteliğini sürdüren TSK’yı da olduğundan farklı bir konumda göstermeye çalışarak Müslümanları yanıltıyorsunuz.-MP) Cumhurbaşkanımız Sayın Erdoğan Afrika seyahati sırasında Cezayir’de 28 Şubat darbesinin yargılanma sürecine ilişkin değerlendirmede bulunurken iki hususa değindi: Bunlardan ilki darbenin sivil kanadının halen yargılanmamış olmasının yarattığı rahatsızlıktı, diğeri ise hâlâ cezaevinde bulunan masum insanların yaşadığı mağduriyetler idi.”[7]
Görüldüğü üzere beş yıllık 28 Şubat sürecinde baskılarla başarılamayan birçok yozlaşma, özellikle Müslüman kesimde sekülerleşme, laikleşme, ailevî ifsad ve deizme kayma ondan sonra gelen 20 yıllık AKP döneminde yaşandığı halde, Zekeriya Şengöz hem de “İnsan ve Değer Hareketi” adına insan ve değer adına ne varsa çürütmüş politikaların bütün faturasını 28 Şubat’a keserek AKP’yi kayırmaya kalkışmaktadır. Üstelik 28 Şubatçı Doğu Perinçek, “geminin kaptanı Erdoğan ama rotayı biz belirliyoruz, Erdoğan Kemalist oldu yanımıza geldi, 28 Şubat bildirisini ben yazdım, tamamen doğru ve haklı bir bildiridir ve bu bildirinin gereğini bugün Erdoğan uyguluyor” dediği halde bu nasıl bir tarafgirlik ve kayırmacılıktır? Adil şahidlik vasfınıza ne oldu? Üstelik Ergenekoncu 28 Şubatçılar için aceleyle yeniden yargılama yasası çıkarıp beraatlarını sağlayarak yeniden işbaşı yapmalarını sağlayan da Erdoğan değil mi? Ayrıca 28 Şubat mağduru olarak siz hapisten çıkmış olsanız da hâlâ ceza evinde tutulup yeniden yargılama hakkı tanınmayan 28 Şubat ve Sivas mağdurları içerde çile doldurmuyor mu? Yani onlara zulmederek hapse atanları serbest bırakıp iktidar ortağı yapan da, yargı ve askerî bürokraside yeniden söz sahibi kılan da, onların mağdurlarını ise 20 yıllık iktidarında hâlâ zindanda tutan da Erdoğan değil mi?
“28 Şubatçı darbeciler, hiç “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” vb. açıklamalar yaparak İslam’ı tahrif etmeye çalıştılar mı? Laik devlet ve kurumlarını Müslüman halk nezdinde meşrulaştırmak amacıyla İslam’ı araçsallaştırıp halk Allah ile aldatarak ve Hak adına batıl istikamette zihnî bir dönüşüme uğratmaya çalıştılar mı? Birçok zulüm yapsalar da Müslümanları laikleştirmeyi, sekülerleştirmeyi başarabildiler mi? Bütün bunları gerçekleştiren, sizin de desteğinizle Erdoğan iktidarı değil mi? Aileyi yıkıma uğratacak yasa ve sözleşmeleri yürürlüğe koyarak, zinayı serbest bırakıp nikâhlanan genç evlileri hapislere tıkarak, bu alanda büyük ifsadı ve yozlaşmayı kim sağladı? Eşcinselliği tırmandırıp koruma altına alan yasa ve sözleşmeleri kim çıkardı? Başörtülüleri demokratikleştirip zihinlerini dönüştürerek bireysel hayatlarında da hevaya göre davranmayı ahlak edinmelerini sağlayıp 28 Şubatta direnen başörtülü kızların onurlu duruşunu yok edip başörtülü çıplakları çoğaltan kim oldu? İşte bütün bunları ve yaygın bir ifsadı, 5 yıllık 28 Şubat dönemi değil de sizin hâlâ sahiplenip destek verdiğiniz Erdoğan 20 yıllık iktidarında sağladı. Evet 28 Şubat ve diğer baskıcı Kemalist süreçler Müslümana zulmettiler, alçakça baskılar ve yasaklar uyguladılar, ancak açık düşman olan batıl, hak maskeli bâtılın İslam’a ve zihnî dönüşümünü sağlayarak toplumun İslam anlayışına verdiği büyük zararı asla veremediler. Tam tersine o dönemlerde Müslümanlar zulüm görseler de, direniş ruhuyla dimdik ayakta kalanlar ve onurlu biçimde İslamî kimlik ve ilkelerini savunanlar da az değildi. Ama AKP, 20 yıllık iktidarında bu kesimleri de büyük ölçüde dönüştürüp laik siyasete eklemlemeyi başardı. Buna rağmen bugün deizmin yaygınlaşmasını ve yaşanan zihnî dönüşüme dayalı büyük yozlaşmayı bile 28 Şubata yıkıp hâlâ Erdoğan dönemini aklamaya çalışıyorsunuz. Yazıklar olsun size ve yıllara sâri İslami birikimimizi yok eden bu ilkesizliğinize. “İnsan ve Değer Merkezi” adı altında bir açılışta AKP il başkanı ile yan yana durup laik Kemalist devletin bayrağını konuşma kürsüsüne koyarak görüntü verenlerin bu hâle gelmesi kaçınılmazdır.
Davut Güler, yıllarca birlikte olduğu arkadaşlarının yeni yolu hakkında şunları söylemektedir: “İnsanın ruhunu okşayan kavramlar ve cümleler kurmak bir an için anlamlı görülebilir. Ama eğer o kavramları örseleyen onlarca olay yaşanıyorsa onlara bir satır cümleyle de olsa değinilmiyorsa o kavram ve cümleler bir retorikten öte bir anlam ifade etmez… Gerek büyük insan toplulukları veya fertler hukuksuzluk yaşıyorsa, bu hukuksuzluk sonucu büyük hak ihlalleri oluyorsa, insanların hayata tutunması her gün daha azalıyorsa, eğer bu feryat ve figanlar sizin gündeminizde yoksa “adalet ve özgürlük” nedir ve nasıl bir şey demezler mi? Bu çelişkiyi yaşayanları Rabbimiz “Onlar sanki elbise giydirilmiş kütükler gibidir..” (olarak tanımlıyor-MP) Bu bağlamda söz ve amel bütünlüğünü içselleştirip yaşama aktarılmazsa Allah korusun nasıl bir duruma düşüleceğini Rabbimiz işaret etmektedir…12 Eylül öncesini yaşayan ve askeri darbe sonrası yeniden örgütlenen, 28 Şubat Postmodern darbesiyle yani 2000’li yıllardan büyük sarsıntılar geçiren ve 2006’dan yeni bir anlayışla yeniden örgütlenen (ANADOLU Eğitim ve Davet Gönüllüleri PLATFORMU) bu yapı 15 yıl sonra; yaşanan yöntem ve yönetme tartışmasıyla (yöntem ve yönetme farklılığı veya metodik tartışmayı/ayrışmayı sıradan bir olay olarak görmemek gerektiğine inanıyorum.) başlayan bir süreç olumsuz sonuçlanınca, yapı tabir caizse bir elmanın dilimi gibi ikiye bölündü… (Kendilerini “İnsan ve Değer Hareketi” olarak tanımlayanların bildirisinde -MP) “Anadolu’daki 1000 yıllık İslamlaşma ve medeniyet mücadelesi bizim mücadelemizdir…” derken (tıpkı destekledikleri Erdoğan gibi-MP) Selçuklularla başlayan tarih referans alınmış. Bu noktada bir eleştiri hakkımızı kullanalım. Hâlbuki bu kadim topraklardan farklı kültürler ve kavimler yaşıyorlardı. Örneğin Kürtler 1400 yıllık İslam tarihinden önce de buralarda yaşamakta ve Türklerden önce de Müslüman olmuş bir kavimdir. Bu topraklardaki İslamlaşma 1000 yıllık bir tarih değildir. Bu retorik doğru bir retorik olmadığını biraz tefekkür edilirse, arkadaşlarımız da göreceklerdir.”[8]
İşte böyle “İnsan ve Değer Hareketi Merkezi” adı altında yeni bir başlangıç yapanların kuruluş bildirilerinde bol miktarda İslâmî kavram ve ilkeye atıfta bulunulsa da toplumda insanî ve İslâmî bütün değerleri çürütmüş, baskıcı, darbeci Kemalist statükonun bile dönüştüremediği “dindar, muhafazakâr” kitleleri sekülerleştirmeyi laikleştirmeyi başarmış ve yaşanan büyük yozlaşmaya sebep olmuş bir iktidarın yetkilileriyle birlikte bu açılışı yapanların “insan ve değerden” ve İslâm’dan ve ahlaktan bahseden cümleleri anlamını yitirmiştir. Üstelik AKP’li yetkililerle omuz omuza açılış yapıp bildiride bu iktidarın halka yaşattıklarına bir itiraz yapılmadığı halde bol İslâmî kavramlar ve ahlak vurgusu yapılıyorsa, bizzat yıllardır birlikte oldukları arkadaşları olan Davut Güler’in, “o kavram ve cümleler bir retorikten öte bir anlam ifade etmez” eleştirisi haklı bir eleştiri niteliği kazanmaktadır.
İşte bölünen parçalardan birisi bu büyük çelişkiyi yaşarken, diğer parça ise İslâmî vurguları ve ilkeleri tamamen terk ederek ve İslâmî bir cemaat olmak yerine İslâmî kimlikten sıyrılıp tam anlamıyla bir STK (Sivil Toplum Kuruluşu) haline dönüşmüş görünmektedir. İşte bu Sivil Toplum Kuruluşu ayrışmadan sonra yayınladığı 15. Anadolu Buluşmaları Sonuç Bildirgesi’nde, metnin başına koyduğu “İnsan ölünce üç şey hariç amel defteri kapanır. Hayırlı evlat, faydalanılan ilim, hayırlı eser.” Hadisi dışında tek bir İslâmî vurguya yer vermeme başarısını(!) gösterebilmiştir.[9] Bu metinde “Allah, Kur’an, âyet, vahiy, din, Rasûl, Peygamber, sünnet, Müslüman, mü’min, tevhid, muvahhid” kelimeleri bir kez bile geçmiyor. Tamamen mevcut küresel ve yerel seküler sistem içinde sivil toplum nasıl olur ve işlevleri nasıl olmalıdır sorularını cevaplayan, sivilleşme ve sivil toplum kuruluşları eksenli bir bildirge ortaya konmuştur. Bir zamanların İslâmî cemaat olmada önde giden grubu, artık sivil toplum kuruluşu olmayı içselleştirip kuruluş amacı ve faaliyet alanlarına dair açıklamaları Allah’sız, İslam’sız, Kur’an’sız, âyetsiz, sünnetsiz, dinsiz, tevhidsiz yapabilir hâle gelmiş bulunuyor.
Kuruluş amaçlarını açıkladıkları röportajlar verip sayfalar dolusu konuşmalarını, İslam’a ait hiçbir atıf olmadan yapabiliyor ve kendilerini, amaçlarını, misyon ve işlevlerini “Allah, Kur’an, ayet, vahiy, din, Rasûl, Peygamber, sünnet, Müslüman, mü’min, tevhid, muvahhid” kelimelerini hiç kullanmadan ve bu içeriklere hiçbir atıfta bulunmadan yapabiliyorlar. Gerçekten bir Müslüman olarak, özel olarak gayret sarf etsem bu kadar çok sayıda cümleyi Allah’tan ve dininden soyutlayarak kurmayı becerebileceğimi sanmıyorum. Bu ne hâldir? Bir Müslümanın birçok insanî ve toplumsal konuları ele alıp, birçok hayat alanlarını izah ederek sorunları ortaya koyup çözüm yolları gösterirken İslam’a hiçbir atıfta bulunmadan aklın, zihnin, insanın ve toplumun ıslah ve inşasından bahsetmesi nasıl mümkün olabilmektedir?
İşte bu Allah’sız, İslam’sız, Kur’an’sız, Rasul’süz, Sünnetsiz bildirgeden ibretlik bir alıntı: “Türkiye Sivil Toplum Kuruluşları öteki anlayışını bir tarafa bırakarak, esaslı bir dönüşümle kapsayıcı bir anlayışın hâkim olacağı bir fikriyat geliştirmek zorundadır. İnanmak örgütlülüğü, örgütlülük yolu güçlü kılar. Sivil Toplum Kuruluşlarını başarılı ve anlamlı kılan şey, sahip olduğu değerler sistemidir. İnsan da istikbalin inşasına katkı ile değer kazanır ve kendi değerleriyle hayatı kurgulamak isteyenlerin, referanslarını yenilemesi gerekir. Sivil Toplum Kuruluşları, insanı merkeze alan yaklaşımlarla yüreklere dokunarak ve merkezde yer alarak çalışmalarını yapmalı, birlikte yaşama mekanizmaları kurmalıdır… STK’ların kör taklitten kurtulmasının yolu sürekli yenilenmektir. Bunu başarmak için önce akli yenilenme sonra da ahlaken olgunlaşma gerçekleştirilmelidir. Kalple iletişim kuran her türlü akıl yürütme eylemi ahlaki olana da kapı aralar. Küresel çapta yaşanan olaylar ve ulus ayırımı yapmaksızın herkesi tehdit eden küresel ölçekteki sorunlar karşısında, sivil toplum yapıları üzerinden şekillendirilecek küresel bir farkındalığın oluşturulması için çok fazla bir zamanın olmadığı görülmeli ve her türlü zorluğa karşı, sivil yapıların daha talepkâr tutum sergilemesi sağlanmalıdır. Sürdürülebilir, gerçekçi ve üretken bir çaba içinde, sorgulayıcı zihin her daim işler kılınarak, sivil toplum zihni ve yapılanması yeniden inşa edilmelidir.”
Görüldüğü üzere, bir takım dünyevi hesaplarla, uydurdukları maslahatlarla verilen tavizler sonucunda, tevhîdî istikameti koruma konusunda sorumsuz ve ilkesiz davranışlar sergilemek nebevî yöntemi terk edip bâtıl sistem içine savrulmalara sebep oldu. İşte tevhîdî kesimin büyük çoğunluğunun bu ilkesizlikler sonucu laik batıl sistemin partilerine meyletmeleri, sonuçta büyük bir yozlaşmaya yol açmış bulunuyor. Sadece bazılarından örnekler verdiğimiz ülke çapında örgütlü tevhidî uyanış süreci gruplarının geldikleri noktaya bakın. Benim terk ederek Müslüman olduğum laik siyasî alana büyük bir ilkesizlikle daldılar ya da destekçi oldular. Sonuçta hem kimliklerini hem değerlerini hem de onurlarını bu alanda kirletip paramparça oldular. Buna rağmen hâlâ akledip bu büyük yanlıştan dönmeyi ve yaşanan büyük ifsada karşı ıslah seferberliği başlatmayı gündemlerine bile almıyorlar. Böyle olunca da bu seküler laik demokratik bataklıkta çırpındıkça daha çok batmaktan kurtulamıyorlar İnşaAllah vahiy ve Rasûlün güzel örnekliği ekseninde akledip düşünerek bu yanlış yoldan dönme feraset ve basiretini yeniden kuşanırlar.
Gidişat O Kadar Kötü, Sekülerleşme ile İslâmî Kimlik ve Değerlerden Uzaklaşıp Yozlaşma O Kadar Derin ve Yaygın ki, İktidar Destekçilerinden Bile Feryatlar Yükseliyor
Meselâ laik demokratik iktidarı meşrulaştırmak için en fazla gayret gösteren ve maalesef bu konuda dini de kullanan bir ilâhiyatçı olan ve Tayyip Erdoğan’ın danışman hocası Hayrettin Karaman bile şunları yazmak zorunda kaldı: “Eline para geçen ve zengin olan ‘dindarlar’, lüks ve israfta dinsiz veya dini hayatı gevşek/kusurlu olanları fersah fersah geçtiler. Müslümanca örtünmenin içtimai hayata katılmaya engel olmaması için yıllarca mücadele ettik, değerli bedeller ödendi, sonunda engeller kalktı, bu defa da sözde örtünenler ‘örtülü açıklar’ nitelemesinin örneği haline geldiler. Birçok ‘dindar’ işadamının işyerinde Müslümanca düzen, hakkını verme ve liyâkati gözetme yok. Birçok ‘dindar’ (böyle görünen ve bilinen) olup kamu otoritesi kullanan kimsenin elindeki imkân ve yetkiyi kötüye kullandığına dair pek çok örnek var.”[10]
Yine iktidar yanlısı Yeni Şafak Gazetesinden Özlem Albayrak da şunları yazıyor: “…muhafazakârların, gittikçe daha çok sekülerleşiyor olmalarının tartışılması gerekiyor… Türkiye’deki dindarların çoğunluğunun asıl sorunu, İslâm’ın kurallarını inkar etmeden İslâm’ın kuralları yokmuş gibi yaşamak. İslâm’ın kendine muhafazakâr, dindar diyenlerin hayatının hiçbir yerine dokunamaması. Bu insanlar Müslüman ama İslâm’ın ilkeleri onların hayatını belirlemiyor, çevrelemiyor, şekillendirmiyor. Buna da sekülerizm deniyor ki; tıpkı deizm gibi, sekülerizm de modern hayatın bir sonucu.”[11]
Bir başka Yeni Şafak yazarı İsmail Kılıçarslan da şu tespitleri yapıyor: “Şöyle bir manzara düşünün, dardan daha dar bir kıyafet ve bütün hatlar ortada. Ben, tesettürü sadece başörtüsünden ibaret sanan anlayış sadece laiklerde olur sanıyordum ama bizim kızlara da sirayet etmiş gibi. Dünyevilikle uhrevîlik arasında sıkışıp kalan Müslüman gençler savrulup duruyorlar… Mesela Ramazan programı sunuyorum, reklam arası diyorum, ilk reklam faiz reklamı… Hepimiz bu sistemin parçası haline getirildik. Ve sıkıştık kaldık… Şunu biliyorum; sistem kendisine benzemeyen her şeyi AK Parti iktidarı ile kendi içine almayı başardı.”
AKP iktidarında, bir yandan bağımsız İslâmî eğitim ve tebliğ çalışmalarına darbe vurulurken, bu çalışmalar baskı altına alınıp sindirilmeye çalışılırken, diğer yandan tâkip edilen neo-Kemalist ve neo-liberal politikalarla eğitim, kültür ve ekonomi alanında sekülerizmin egemenliği sürdürülmekte, bunun sonucunda, “dindar nesil yetiştireceğiz” diye yola çıkanların yol açtığı büyük yozlaşma ve çürüme son derece ürkütücü boyutlara ulaşmış bulunmaktadır. Evet, AKP döneminde yaşanan sekülerleşme ve yozlaşma o kadar yaygın ve derin bir hale gelmiştir ki, artık AKP’nin öncülerinden olanlar bile bunu itiraf etmektedirler.
Bu bağlamda, AKP Genel Başkan Yardımcılığı ve hükümette Başbakan Yardımcılığı görevlerini yıllarca yürütmüş bir isim olan AKP Van milletvekili Beşir Atalay bile, henüz AKP’nin öncülerinden olmayı sürdürdüğü sıralarda bir sempozyumda yaptığı konuşmada bu büyük yozlaşmanın kendi dönemlerinde gerçekleştiğini şöyle itiraf ediyor: “Gençlerimiz… Çabuk zengin olmak ve makamlara yükselmek istiyorlar. Belki de bunlara bizim hükümet dönemi yol açtı. Fazla meşakkat çekmeden çok şeye sahip olmak isteyen bir gençlik var. Bu bir büyük problemdir. Türkiye’de şu an burjuva Müslüman diye tabir ettiğim bir hayatı görüyorum. Fazla saltanatlı yaşayan, çok harcayan, israfı olan bir Müslüman burjuva kesimi ve gençliği gözlemliyorum“.[12] Tabii ki, AKP, bizzat kurucu ve dâimî lideri Erdoğan’ın ağzından “demokrasi ve laiklikle İslâm bağdaşır”, “paranın, ekonominin dini imanı olmaz”, “bu çağda faizsiz ekonomi mi olur?” söylemlerinde ve buna paralel laik-liberal-kapitalist pratikte ısrar edince varılacak sonucun böyle seküler bir yozlaşmanın yaşanması ve Atalay’ın itiraf ettiği gibi lüks-israf içinde çürüyen “Müslüman burjuvalar“ın yaygınlaşması kaçınılmazdı.
Yıllarca AKP destekçiliği yapmış Abdurrahman Dilipak da AKP döneminde yaşanan büyük yozlaşmaya şu satırlarla dikkat çekip uyarmak gereğini duymuştur: “Kimse “hakediş”ine bakmıyor, gerçekten haketmediğiniz bir şeye sahip olma tutkunuzun arkasında ne var. Ya da gerçek anlamda hak’eden birinin hakediş’ini alamaması sizi hiç mi rahatsız etmiyor. Ya da onun olması gerekeni siz almak isterken hiç mi vicdanınız sızlamıyor. Ve siz bir de Allah’a ve ahiret gününe inandığınızı mı söylüyorsunuz. Bu sözünüz hem sizi, hem muhatabınızı, hem de toplumu ifsat eden bir şey yapıyorsunuz. İnsanların dine ve dindarlara güvenini yok ediyorsunuz. Siz, din kardeşinizi koruduğunuzu zannederken aslında siz dine de, din kardeşlerinize de zarar verdiğiniz gibi, insanların dine bakışını sabote eden, insanların dinden uzaklaşmasına sebeb olan bir hain olmuyor musunuz bu durumda?”[13]
“Son on yılda, o kadar cami ve İmam Hatip açıldı ama dinden uzaklaşma inanılmaz ölçüde arttı. Bu başarıya o sizin laikçiler bile inanmıyor. Söylem ile eylem arasındaki fark insanları dinden ediyor.”[14]
AKP öncülerini yetiştiren zemine yakın duran Prof. İhsan Süreyya Sırma da internet ortamında yayınlanan bir videoda “Vakit TV” adına sorulan “Ak Parti iktidarında Müslümanların rahat bir ortamda yaşaması ve İslâm’ın yaşanması açısından Türkiye iyi bir konumda mı?” sorusuna, “söyleyeceklerimi ne kadar yayınlayabilirsiniz bilmiyorum, belki de sansür edersiniz ama ben yine de söyleyeyim” diyerek şunları ifade ediyor: “Ak Parti döneminde Müslümanlar,.. seküler oldular, dünyevî oldular, on beş sene önceki İslâmî şuuru kaybettiler. Çok İmam Hatip ve İlahiyat açılıyor ama insanlar Kur’an’dan ve İslâm’a bağlılıktan uzaklaştılar, dünyaya daldıkça dini unuttular. Müslümanlar seküler olunca güzel evlerin, bahçelerin ve lüks arabaların sahibi oldular, ama Müslümanlar kitap okumaz oldular. Başka çevreler kitap okuyor ama Müslümanlar kitap okumuyorlar. Okumayınca da İslâm’a aykırı durumlar ortaya çıkıp yaygınlaşıyor. Kur’an’ı hiç okumuyor ve bilmiyorlar böyle olunca da dünyevî bir hayat kuşatıyor.“[15]
İşte böyle yakınmalarla AKP döneminde yaşanan büyük yozlaşmaya haklı vurgular yaparak üzüntü duyduklarını beyan eden bu erdemli örnekler bile sonuçta, tespit edip yakındıkları bu büyük kirlenme, sekülerleşme ve yozlaşmayı laik kapitalist politikalarıyla bizzat sağlayan Erdoğan ve iktidarını desteklemeye de devam ederek, bu yozlaşmada pay sahibi olduklarını görememektedirler.
Tevhîdî uyanış sürecinden geldiği halde daha sonra AKP ile bütünleşip milletvekilliği adaylığına kadar ulaşmış Kemal Öztürk de; daha önce “din düşmanı ve tâğût devlet” olarak tanımlayıp devleti “düşman” olarak gördüklerini, AKP yönetiminde devletle tanışıp bir nevi ehlileşerek düşmanlıktan çıkıp devlete uyumlu hâle geldiklerini ifade etmek suretiyle bu konuda şunları yazmıştır:
“Bizim devlet eleştirimiz, dini kaynaklı bir eleştiriydi. Devleti, ‘din dışı, din düşmanı, Tağut devlet’ olarak görürdük… Refah Partisi’nin kazandığı belediyeler, devletle olan ilişkilerin yeni baştan yorumlanmasına neden oldu. ‘Halka hizmet Hakk’a hizmettir’ sloganı önemli bir etki yapmıştır. O güne kadar devleti düşman görenlerin, belediyede halka hizmet etme imkânı bulması, fikirlerin değişmesine neden oldu. Devletin aslında düşmanımız olmadığını, bizi dışlayan ve ötekileştiren zihnin, iktidarı elinde tutan insanların fikri olduğunu düşünmeye başladık… Erdoğan, belediye başkanlığı döneminde İslâmcı aydınları, fikir adamlarını, akademisyenleri sistemin içine çekti ve dönüşümün daha hızlı olmasını sağladı. Ardından kurduğu AK Parti’de İslâmcı aydınlara önemli roller oynama fırsatı verdi. … Birçoğu Ankara’ya gelerek bürokrasi ve siyasette kritik görevler üstlendi… Sonuç olarak İslâmcılar … devlete düşman da değildir artık. Ancak İslâmcıların evrensel iddiasını kaybettiği, muhalif duruşunu yitirdiği ve yeni fikirler üretemediği eleştirisini önemsiyorum”.[16]
Görüldüğü üzere Kemal Öztürk, “İslâmcı” olarak nitelenen Müslümanların artık laik devletin karşıtı olmaktan çıktıkları, evrensel iddialarını ve muhalif duruşlarını yitirdikleri ve bunun müsebbibinin de Müslümanları devletin içine çekerek onları bazı mevkilere getirerek dönüştüren Erbakan-Erdoğan, yani RP-AKP politik çizgisi olduğunu, içeriden bir isim ve hatta bu dönüşüm serüvenini bizzat yaşayan bir kişi olarak açıkça ifade ve itiraf etmiştir.
Bir yanda ülke Müslümanlarının ve neredeyse İslâm ümmetinin lideri ve “sırat-ı müstakim” üzere İslâmî bir davanın önderi gibi tanıtılan R. Tayyip Erdoğan var. Ve o sürekli yaptığı, “laiklik İslâm ile bağdaşır”, “din bireyseldir”, “laiklik dînî özgürlüklerin güvencesidir”, “laik olun, laiklikten korkmayın” gibi Hak ile bağdaşmayan ve ilmî karşılığı da olmayan bâtıl açıklamalarla ülke ve bölge insanlarının zihinlerini dönüştürmeye çalışmaktadır. Allah Kur’an’da açıkça, bireysel ve toplumsal ekonomik, siyasî, sosyal, hukukî ve ahlakî bütün hayat alanlarını düzenleyecek hükümler vazetmiş ve kamu, özel ayrımı yapmadan bütün hayat alanlarında kendi hükümlerine tabi olmaya çağırmışken, Tayyip Erdoğan bireysel planda Müslüman olunabileceğini, ancak kamu alanının ve devlet işlerinin hevanın ürünü laik demokratik yasalarla, cahiliye hükmü ile düzenlenmesinin mümkün ve hatta gerekli olduğunu ve bunun da İslam’la çatışmadığını iddia ve iftira edip, Müslüman halkları cahiliye hükmünü kabule, tevili mümkün olmayacak derecede açıklıkla çağırmıştır. Üstelik herhangi bir sürç-i lisan olmadığını îma edercesine, Mısır’da gündem yaptığı bu davetini Tunus’ta da ısrarla tekrarlamıştır. Tayyip Erdoğan’ın laik demokrasi konusunda ısrarla yaptığı yönlendirme, küresel emperyalist devletlerin yıllardır yapmaya çalıştıkları İslam’ı alternatif olmaktan çıkarıp (BOP’la da yapılmak istenen) bölgeyi batı paradigması ve batı hattı içinde tutacak laik demokratik değişime zorlama hedefi ile örtüşmekte ve bu amaca hizmet etmekteydi.
Ayrıca birçok AKP yetkilisi de açıkça, “dindar, muhafazakâr kesimleri biz laikleştirip sistemle barıştırdık, sisteme dâhil ettik.” itirafında bulunmakta ve bununla övünmektedirler. Mesela, diğer bölümlerde de belgeleriyle açıkladığımız üzere, AKP kurucusu, milletvekili ve bakanı Mehmet Ali Şahin, “Dindarları biz laikleştirdik” demiştir. İşte M. Ali Şahin’in laikliği içselleştirip savunan o sözleri: “İslam insanı olur ama İslam devleti olmaz… “Benimki ‘tahkiki laiklik’tir, ‘taklidi’ değil. Tahkik ederek devletin laik karakter taşıması gerektiği sonucuna vardım ve bunu her yerde, en radikal uçların bulunduğu yerde söylerim…”[17] AKP Genel Başkan Yardımcısı ve Parti Sözcüsü Mahir Ünal da “Cumhurbaşkanımız devletin uzun yıllar mağdur ettiği Müslümanları, dindarları, öfkesi ve kızgınlığı artmış bir kesimi, sorunsuz bir şekilde rehabilite etti, sisteme dâhil etti.”[18] Aslında 12 Eylül Mahkemelerinde yapılan yargılamalar sırasında Necmettin Erbakan’ın da yagıca hitaben söyledikleri aynı hakikati ifade etmekteydi: “…duruşmada savcının kendisini sürekli şeriat getirmekle suçlaması karşısında; hâkime dönerek, “Biz Laik Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan bu yana, rejime soğuk bakan Müslüman halk kitlelerini bu rejime ısındırmak için kurulmuş ve bunu büyük çapta başarmış bir siyasi parti olduğumuz halde, Sayın savcı tam aksi bir amaç taşımakla bizi itham ediyor…” diyerek esas görevini açıklamıştır.”[19]
AKP yandaşı medyanın yazarı liberal Ali Bayramoğlu da 01 Şubat 2012 tarihli yazısında şu doğru tespiti aktarmaktadır: “Türkiye’de yaşanan her kriz aslında İslâmî alanda bir değişimi ifade etti. Ve değişim “laikliğin demokratikleşmesi” istikametinde oldu. Türkiye İslâmî kesimin taşıyıcılığında “seküler toplumsal bir model” üretti, başka bir deyişle İslâmî kesim kimliğini(!) muhafaza ederek seküler dünyayla barıştı. AK Parti’nin bu çerçevede motor rol oynadığı, İslâmî kesimin içinden doğan, buna karşılık “siyasetin İslâmîleşmesi”nin önüne dikilen toplumsal ve siyasal “tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevi”ni yerine getirdiği açıktır.” Görüldüğü üzere Bayramoğlu da AKP’nin “siyasetin İslâmîleşmesi”nin önüne dikilen toplumsal ve siyasal “tabiî bir engel, hatta dönüştürücü işlevi” gördüğünü hem de yandaş gazete sütununda yazabiliyor, çünkü herkesin gördüğü ve bildiği gerçek tam da budur.
Ayrıca aynı paralelde yaygın bir propaganda ve “laikliğin İslâm’la bağdaştığı” bâtıl iddiasını desteklemek üzere konuşup yazan birçok “tarihselci”, “İslâmcı” aydın, yazar ve hatta ilâhiyatçı akademisyenlerin oluşturduğu bulanık bir ortam söz konusudur.
Diğer yandan, Müslümanlar da bağımsız İslâmî kimlikli bir yapı oluşturup Erdoğan ve AKP’nin İslâm’ı ve Müslümanları temsil etmediği gerçeğini ortaya koymamakta, hatta tam tersine çoğunluk İslâmî gruplar AKP ve “Reis”lerinin peşine takılıp bu tür açıklamalar karşısında edilgen bir tutum içinde sessiz durmakta ve her şeye rağmen sahip çıkıp desteklemeye devam etmektedirler. Bu sebeple, imanın ve İslâmî temsilin mihenginin kalmadığı sahih İslâm anlayışını temsilde büyük bir zaafın yaşandığı bu süreçte gidişat o kadar kötüdür ki, çok geç de olsa vicdanlı insanlardan yükselen feryatlar giderek yaygınlaşmaktadır.
Ancak ilginçtir, laikliğin İslam’a uygun olduğunu iddia ederek İslam’a iftira mahiyetindeki açıklamaları yapmalarına rağmen, tevhîdî kesim öncülerinin çoğunluğu, hatta bir takım feryatlar yükseltenler bile Erdoğan ve partisine desteği ısrarla sürdüren büyük bir çelişkiyi yaşamaktadırlar. Yukarıda zikredildiği üzere “laiklikle İslam’ın uzlaştığını” iftira eden sapkın inanç, söylem, amel ve politikaların sahipliğini ve uygulayıcılığını yaparak, İslam’ı ve Müslümanları darbeci kemalistlerin başaramadığı ölçüde dönüştürüp laikleştiren ya da laik hükümetlerin savunucusu ve destekçisi haline getiren AKP ve lider kadrolarını “mü’min, Müslüman” ilan edip toplumun İslam anlayışının tahrifine katkı sunmaktan çekinmemişlerdir.
Diğer bir ilginçlik ve kendileri adına utandırıcı olan husus ise, Erdoğan’ın politikalarının yol açtığı bazı haksızlıklara, hukuksuzluklara ve resmi ideolojiyle bütünleşen söylemlerine yapılan eleştirilerin binde birisini bile, Erdoğan’ın laik devlet politikalarını ve kurumlarını meşrulaştırmak amacıyla İslam’ı araçsallaştırmasına ve İslam’ı tahrif eden açıklamalarına yöneltmemeleridir. Bırakın böyle bir eleştiri yapmayı, tam tersine Haksöz örneğinde olduğu gibi, sistemin laik ve Atatürkçü kurumları olan TSK, MİT ve Yargıtay’da Erdoğan ve Diyanet Başkanının yaptığı dualara sahip çıkıp övdükleri gibi destek veren haberler yapmaları bile söz konusu olabilmektedir.
Her şeyi yozlaştırıp kirletmiş ve en önemlisi İslam’a büyük zararlar verip toplumsal ahlakı çürütmüş bir iktidarın dönemiyle ilgili eleştirilip itiraz edilmesi gereken o kadar çok husus var ki, buna rağmen itiraz edenler sadece bazılarına eleştiri getirip aktif desteklerinin devamını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Bazı konularda itiraz edip eleştirenler, “biz doğrularını destekleyip yanlışlarını eleştiriyoruz” diyerek kendilerini rahatlatmaya ve konumlarını meşrulaştırmaya çalışıyorlar. Ancak itiraz edip eleştirmedikleri konuların tamamını da destekledikleri sonucunun çıkması sebebiyle “laiklik İslam ile bağdaşır”, “din bireyseldir” misali İslam’ı tahrif etmeye yönelik açıklamaları ve İslam’ı laik devlet ve kurumları için araçsallaştırmaya ve aileyi yıkan, gençliği seküler ve deist hale getiren, yolsuzluk, yoksulluk ve haksızlık üreten politikalara ve daha nicelerine destek vermiş konumuna düşmüş bulunuyorlar.
Tevhîdî uyanış sürecinden gelip işte böyle hak ile bâtılı karıştırarak AKP destekçiliğine savrulan kesimlerden de henüz ilkesel olmayıp içeriden eleştiriler nevinden de olsa, bazı uygulamalara yönelik ciddi tepkiler, eleştiriler, hatta kimilerinden “nereye gidiyoruz, mahvolduk, tükendik, kirlendik” içerikli feryatlar yükselmeye başlamış bulunmaktadır. Bunlardan sadece birkaç örnek verecek olursak, mesela yıllardır AKP destekçiliği yapan, AKP’den milletvekilleri çıkaran Anadolu Platformunun bireysel olarak farklı ve özgün bir çizgide durmaya çalışan, ama ortak platformda ise, tüm insanî ve İslâmî değerleri çürüten AKP’lilerle omuz omuza olmaktan da kaçınmayan hocası Ramazan Kayan şunları yazmaktadır:
“Artık dünyevîleşmek bir sapma olarak görülmüyor; bir yaşam tarzı olarak sunuluyor… Müslümanların dünyevîleşmesi yetmiyor bir de dinin kendisi dünyevîleştiriliyor… Dünyevîleştikçe düşüyoruz… İçeriksizleşen din… Derûnî zenginliğini, enfüsî derinliğini yitirmiş Müslümanlar çıkıyor piyasaya… İnsanların yapmadıkları şeyleri yapıyor görünmeyi marifet sanmaları zamanla sathiliğe ve sapmaya neden oluyor… Gelinen noktada; ‘İslâm başka, Müslümanlar başka’ ikilemine sanki biz neden oluyoruz… İkircikli, çift kimlikli bir ruh hali, yani şizofrenik bir durum ortaya çıkıyor… İslâm bir vadide, Müslümanlar bir başka vadide… Anlaşılan o ki, risk derinden geliyor; önce bilinç kayması sonra kalp kayması ve en son ayak kayması beliriyor… Kuşkusuz İslâm’ın içinin boşaltılması İslâm’a yönelik bir suikasttır… Amelsiz Müslümanlık… Âhiretsiz Müslümanlık… Ya da cihadsız İslâm… Ahkâmsız İslâm… Neredeyse İslâmsız bir Müslümanlık ihdas edecekler… İnandıkları gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlıyor… Keyfîlik ve gevşeklik üzerine kurulu bir yaşam İslâmî kuralların önüne geçiyor… Kulluğu piyasa koşulları belirliyor… Amelsizlik, akîdeyi de âhireti de zorluyor…”[20]
Ancak bu haklı itiraz ve eleştirileri yapan Ramazan Kayan’ın, hocası olarak göründüğü grubu ve öncüleri, bütün bu yozlaşmaya yol açan AKP iktidarının peşinden sürüklenip eklemlenirken, kendisinden grubunun bu savrulmasına somut bir itiraz gelmediğini ya da bir ayrışma çabasının olmadığını, tam tersine savrulan grubunun ardı sıra sürüklenerek meşruiyet kazandırdığını ve böylece de bu ilkesizliklerden sorumlu hale geldiğini ibret ve üzüntüyle gözlemliyoruz.
Yıllarca ve hâlen AKP’yi destekleyen ve Tayyip Erdoğan’ı, “mü’min ve muvahhid bir şahsiyet” ve “ümmetin umudu” olarak niteleyecek kadar sahiplenen Özgür-Der Genel Başkan Yardımcısı, Yeni Akit ve Haksöz yazarı Kenan Alpay bile artık şunları yazmak zorunda kalmıştır:
“15 Temmuz sonrasında güya Fethullahçı cuntayla mücadele adına Kemalist-ulusalcı söylemler, semboller ve pratikler tekrar öne çıkarılır oldu. Oysa Fethullahçı cuntayla mücadele için cuntacılık faaliyetleri hususunda onlardan çok daha tecrübeli ve acımasız olan ‘Mustafa Kemal’in Askerleri’nden medet ummak korkunç bir akıl tutulmasıdır. İstendiği kadar içeriği boşaltılmaya, değiştirilmeye çalışılsın Kemalist söylem ve sembolleri öne çıkaran muhafazakâr-demokrat siyaset tarzı dönüşmek, başkalaşmak ve celladına âşık olmaktan başkaca bir seçenek bulamayacaktır önünde… Muhafazakâr-demokrat bir takım soslar katarak Kemalist kültler etrafında temin edilecek milli birlik ve beraberlik pozları aldatıcıdır. 2200 sene gerilerden başlatılarak Türkçü söylemin referans kaynağı ‘devlet-i ebed müddet’e ve Gazi Paşa’nın rehberliğine yapılan vurguların siyaseti, bürokrasiyi ve toplumu hangi bataklıklara sürüklediğini unutmayalım. Tuhaf ve acı ama önce ahlak ve maneviyat sloganlarının karikatürize olduğu, dindar nesil ideallerinin kariyer ve magazin kültürüne kurban edildiği iklim muhafazakâr-demokrat hükümet döneminde yaygınlaşıyor. Akademi ve medyanın, sivil toplum ve cemaatlerin de Hükümet’in resmi ideoloji güzellemelerini boş gözlerle seyrettiği, yer yer coşkuyla sahiplendiği bir dönemdeyiz. Hikmet-i hükümetten kimse sual etmiyor gibi. Ne kadar dindar olacağını bilemeyeceğimiz fakat muhakkak Türkçü ve Atatürkçü formatta yetiştirileceği anlaşılan nesillerin nasıl bir şeye benzeyeceğini birlikte göreceğiz”[21]
Alpay bir başka yazısında ise şunları söylemektedir: “15 Temmuz sonrasına baktığımızda, Cumhurbaşkanı’nın ‘her türlü milliyetçilik ayaklarımızın altındadır’ ifadesinden bu güne, ‘2500 yıllık devlet geleneğimiz’ söylemine evrilen milliyetçi söylemine” de dikkat çekerek, iktidarın yola çıkış hedeflerindeki sapma görüntüsünün temelinde etkin bir unsur olarak “hiçbir günahı küçümsememek ve günah işlemeyi küçümsememek” ilkesinin önemsenmemesini gördüğünü ifade ediyor. Ve yazısını şöyle sürdürüyor: “Eğer kayırmak, rüşvet almak, komisyonculuk, haram-helâl demeden elde edilen paralarla yakınlarımıza bir hayat sağlanmaya başlanırsa, tüketim anlayışımız, eğitim ve eğlence anlayışımız değişip günah denizine doğru yol alınmaya başlanırsa; orada artık resmî ideolojiyi normal görmek hatta kutsallaştırmak kimseye anormal gelmez. Çünkü şeytan günahları normalleştirmiş ve insanlara hallerini meşrulaştırmış demektir.”[22]
Kenan Alpay son bir yazısında da şu tespit ve uyarıları yapmaktadır:“Muhafazakâr demokrasi çizgisi dindar-mütedeyyin siyasi kadroları da kitleleri de ummadıkları yerlere savurmuş, kendilerini tanıyamaz hale sokmuştu. Küçük komisyonculuklarla başlayan kurnaz siyasetçilik serüveni rüşvetle, proje ortaklığıyla sınıf atlama hayallerine evrilmişti artık. Aşına, ekmeğine haram karıştıranın siyasal hattına, itikadına küfrün ve şirkin yerli ve milli unsurlarını karıştırması mukadderdi zaten. Öyle oldu, Atatürkçü bir muhafazakârlık, Gazi Paşacı bir dindarlık uydurulup pazara sürüldü. Müthiş bir siyasi atak yapıldı; Türkçülük MHP’ye, Atatürkçülük CHP’ye bırakılmayacaktı artık. Bundan böyle yerli ve milli olmak en makbul ideolojiydi. Devlete sadakat ve Türk milliyetçiliğine hizmet yolunda geri kalana hayat hakkı tanımamak yolu tutulacaktı. Yakın siyasi tarih yeniden yazılıyor, İslâmî değerler yüce devlet ve necip millet kriterlerine uyumlu hale getiriliyordu. Bu sayede adalet değil devletin âli menfaatleri önceleniyor, merhamet etmek lütfu ilahiye mazhar olma vesilesi değil korkunç sonuçlara yol açacak büyük bir zaaf sayılıyordu. Artık ayaklar altına alınan kavmiyetçilik davasına umut bağlanır olmuş, üstünlüğü dile, renge, âileye değil takvaya refere eden vahyin buyrukları hızla unutulur olmuştu. Makro milliyetçilikle mikro milliyetçilik el ele vermiş iman ve İslâm kardeşliğini delik deşik edip günlük kullanımlar için paspas ediyordu… Kendini dindar sayan seküler tipler, takva sahibi olma iddiasındaki günahkâr güruhlar akıl ve kalplerindeki İslâmi kodların yerinde yeller estiğini hâlâ idrak edemiyorlardı. İslâmî değerler bu kesimlerin artık ne akıllarına ne de kalplerine istikamet verecek konumdaydı. Onlar Kemalist aydınlanma ve ilerleme projesine karşı sergiledikleri muhalif direnci terk edip sekülerizm ve mistisizm sarkacında salınan niceliğin iktidarına tutkulu-bağımlı sıradan politik objelere dönüşmüşlerdi çünkü.”[23]
Ben de bunları yazan Kenan Alpay’a şunları söylemek isterim: Yazdığınız bütün bu kötülükler, “mü’min, muvahhid” ve “ümmetin umudu” ilan ettiğiniz Erdoğan’ın gücünün en zirvede olduğu ve bakanlar kurulu ile bürokratları tek başına atadığı ve denetlediği bir dönemde gerçekleşti. AKP’nin, Kemalist vesayetin baskısının daha yoğun olduğu dönem olan 2007’de Cumhurbaşkanlığını da alana kadarki iktidarı, İslâm’a zararının olmadığı ya da çok az olduğu görece daha olumlu görünen bir dönem olmuştur. Ancak bundan sonraki dönemde, askerî vesayetin gücünün giderek azalması, Tayyip Erdoğan’ın dini daha çok kullandığı ve giderek kendisini İslâmî kesimi temsil eden bir lider gibi takdim edip toplumu “Allah ile aldatmaya” başladığı, İslâm adına daha fazla konuştuğu bir süreci başlatmıştır.
Bu dönem ise, laik demokratik bir siyâsî liderin kendisini Hak olarak sunmaya, sırât-ı müstakîmi temsil ettiğini söylemeye ve böylece İslâm’ı tahrif etmeye yönelik konuşmalarını zirveye çıkardığı bir dönem olmuştur. AKP lideri gücünü perçinleyip tek başına ülkeyi yönetecek yetkiye ulaştıkça İslâm’ı daha fazla kullanmaya başlamış ve artık iyice benimsemiş olduğu laiklik ve kemalizmle uyumlu bir İslâm anlayışı oluşturma gayretiyle İslâm’a en çok zarar verdiği döneme geçilmiştir. Yani İslâm’a en çok zararın verildiği, laikleşme, sekülerleşme ve yozlaşmanın en fazla yaygınlaştığı dönemler Erdoğan’ın daha güçlü olduğu dönemlerdir. İbret alınması gereken durum ise, bu büyük yozlaşma döneminin, özellikle 2010’dan itibaren, başta Kenan Alpay, Hamza Türkmen, Bahadır Kurbanoğlu ve diğer Haksöz yazarları, Özgürder yetkilileri olmak üzere tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin büyük ekseriyetinin laik başbakan Erdoğan ve laik kapitalist partisinin iktidarını gazete ilanları ve TV konuşmalarıyla destekledikleri döneme denk gelmesidir.
Kenan Alpay ve onun gibi tevhidden sonra laik kapitalist AKP destekçiliğine savrulanlar bilmelidirler ki, 2010 referandumuyla şirk anayasasına verdiğiniz “aktif destek”le başlayıp laik demokratik bütün seçimlerde ısrarla sürdürdüğünüz ve herkesi de çağırdığınız büyük sapmaya meşruiyet kazandıran yazı ve sözlerinizin üzerinden on yıl bile geçmeden içerden de olsa bu ağır eleştirileri yapar hale gelmiş olmanız bile, hâlâ yanlıştan dönmenize yol açmıyorsa, bu hâl öncelikle çok büyük bir kirlenmenin zihinlerinizi işgal edip dönüştürdüğünün göstergesi olabilir. Aynı zamanda, bu hâliniz, onca İslâmî birikiminize rağmen sizin on yıl sonrasını göremeyecek ve bu batıl yolun kaçınılmaz olarak bu sonuçlara yol açacağını fıkhedemeyecek kadar feraset ve basiretten uzak kalmanıza yol açan sığ bir birikime sahip olduğunuzun işareti olabilir. Sonuçta da yıllarca yaptığınız Kur’an ve siyer okumalarınızın sizde bu basiret ve ferasetin oluşmasına vesile olamaması, bu tür Kur’an çalışmalarını içselleştiremediğinizin ve bilginin ahlakını kuşanmakta zaaf içinde olduğunuzun göstergesi olabilir.
Nitekim AKP iktidarının politikalarına yönelik eleştirilerinizin sadece Türkçü ve Atatürkçü eğilimlerin artışıyla ve kimi hukuk ihlalleriyle sınırlı olması da ilginçtir. Diyanet İşleri Başkanıyla birlikte devletin şirkle hükmeden ve şirk sisteminin bekçiliğini yapan laik ve Atatürkçü kurumları olan Yargıtay, TSK ve MİT açılışlarında onlara dua ederek İslam’ın araçsallaştırılmasından hiçbir rahatsızlık duymayıp tam tersine buralarda yapılan duaları “çok güzel dualar” olarak niteleyip sahiplenerek övgüyle karşılamanız da ilginç bir biçimde İslâmî birikiminizin seviyesini göstermektedir. Oysa Türkçü ve Atatürkçü bir çizgiye kaymalarından çok daha önemli olarak “Din bireyseldir”, “ekonominin dini, imanı olmaz”, “laiklik İslam ile bağdaşır”, “biz sırat-ı müstakim üzereyiz bizden ayrılan sapmıştır”, “biz hakkız ve batıla karşı Hak-batıl mücadelesi sürdürüyoruz” vb gibi onlarca saptırıcı açıklamayla sürekli “İslam’ı, Hakk’ı ve Sırat-ı Müstakim”i tahrif etmeye ve laik devlet ve iktidarı için araçsallaştırmaya yönelik söylemlerine, propagandalarına dair tek bir itirazınızı duymamamız da sizin Kur’an ve sünnet konusunda yeterli bir birikime sahip olmadığınızı göstermekte değil midir?
Büyük ilkesizliklere imza atıp bâtıla destek vermeye savrularak bu kadar yaygın ve derin bir yozlaşmanın müsebbibi olan bu kesimler; hak maskeli bâtılın peşine takılıp destek vermekle ve “Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen hükmedicileri Müslüman ilan eden” bir tahrifatı yapmak suretiyle bu büyük yozlaşmadan sorumlu olduklarının idrakiyle pişmanlıklarını izhar edip tevbe etmedikçe Allah’ı razı edemez, Müslümanların güvenini kazanamazlar. Bu tevbe ve pişmanlıklarıyla birlikte yanlış yaptıklarını kamu oyuna açıklayarak bu büyük sapmayı mahkûm etmedikçe de, asla sorumluluktan kurtulamaz ve arınamazlar. İslâmî temel ilkelere ve nebevî yönteme aykırı davranıp İslâmî mücadeleye zarar verdikleri için Müslümanlardan özür ve helallik istemedikçe, bu tür içerden eleştirilerle bir nevi günah çıkartma gösterileri yapmaları kendilerini asla kurtaramayacak ve kendilerine güveni yeniden sağlayamayacaktır.
İslam’ı Araçsallaştırıp Laik Kapitalist Devlete ve Politikalarına Meşruiyet Sağlamak Amacıyla Kullanmada O Kadar İleri Gidildi ki, İslam’a CHP Dönemlerinde Verilemeyen Zararlar AKP Döneminde Verildi
Özellikle de 2010 şirk anayasa referandumundan itibaren dozajı giderek artan din adına konuşma, dini istismar edip kendisini İslâmî bir lider gibi sunma zulmü, sonuçta İslâm’a CHP’nin ve darbe süreçlerinin bile veremediği büyük zararlar vermesine yol açmış, muhafazakâr ve Müslüman kesimlerdeki sekülerleşmeyi, laikleşmeyi zirveye çıkarmıştır. CHP iktidarı olsa, şüphesiz Müslümanların kendilerine daha fazla zulüm yapabilirdi, ama asla İslâm’a, İslâmî uyanışa, İslâmî bilince ve sonuçta da Müslümanların inancına ve ahlâkına bu kadar büyük bir zarar veremez, Müslümanların bu derece yüksek oranda yozlaşmasına yol açamazdı. Çünkü CHP iktidarı “İslâm laiklikle bağdaşır”, “Din bireyseldir”, “ekonominin, paranın dini imanı olmaz” ya da “Kur’an güncellenmeli” vb. söylemlerle İslâm’ı tahrif amaçlı çabalar ortaya koysa, CHP zihniyetinin İslâm’a karşı açık düşmanlığı sebebiyle, onların bu söylemlerini muhafazakâr ve Müslüman olan kesimler ciddiye almazlardı. Üstelik açıkça karşı çıkıp tavır koyarlardı.
Ancak CHP döneminde sadece Müslüman’a ve haklarına zarar verilirken, sûret-i haktan görünen AKP döneminde ise doğrudan İslâm’a ve başta âile olmak üzere toplumun temel değerlerine zarar verilmiştir. Böylece İslâmî uyanış süreci belki de uzun yıllar toparlanamayacak kadar büyük bir darbe yemiş, ama buna rağmen de AKP “Müslüman” kesimler desteklenmeye devam edilmiştir.
Bütün bunlara rağmen, bir daha ifade etmek istiyorum ki, Kenan Alpay gibi içerden ve sınırlı da olsa AKP politikalarını artık eleştirmeye başlayanlar, 7-8 yıl sonrasını bile görmekten aciz kalan idrak ve basiretlerini sorgulayıp yaptıkları büyük ilkesizlikleri, vahye ve nebevî yönteme aykırılıkları ve İslâm’a da İslâmî mücadeleye de büyük zararlar veren çok önemli yanlışlarını, kamuoyu önünde itiraf ve mahkûm ederek, istikamet üzere bağımsız ve İslâmî kimlikli bir dâvetçi ve ilkesel bir muhalefet konumuna hâlâ dönmeyecekler mi?
Az da olsa daha bağımsız bir yaklaşım ortaya koyanlar olsa da ifade edilen pişmanlık ve eleştirilerin çoğu, iktidardan umdukları beklentileri karşılanmayanların veya iktidarla sorun yaşayanların ya da AKP’nin daha dürüst ve hukuka saygılı kanadı (mesela bir zamanki AKP’nin Ahmet Davutoğlu kanadı) olmak isteyenlerin içerden eleştirileri olmaktan öteye bir anlam taşımamaktadır. Bu sebeple, son dönemde AKP ve Erdoğan ile Gelecek Partisi ve Ahmet Davutoğlu arasında sıkışan laik demokratik siyaset zemininde, adeta girdikleri bataklıkta çırpınanlar gibi bir çıkış yolu da üretememektedirler. Tabii ki, Kur’an’ı ve Rasûlün örnekliğini, nebevî yöntemini bu derece terk edenlerin kaçınılmaz sonu böyle bir kaosa ve bataklığa sürüklenmektir. Üstelik Ahmet Davutoğlu başa geçse ne değişecektir? Laik sistem içinde laik demokratik ilkelere, laik kemalist anayasa ve yasalara itaat ederek, hangi siyâsî parti ve hangi lider iktidar olursa olsun, hevâya göre yasa yapmaya, şirk ve zulüm yönetimi olmaya devam edeceği açık değil midir? Böyle bir laik partinin içinde yer almanın veya destek olmanın akidevî bir sapma oluşturacağı, nasıl oluyor da hâlâ fark edilmiyor?
Bu büyük yanlışları yapanlar, bu yaptıklarının, vahyin ölçülerine, akîdevî ilkelere ve Nebevî yöntemin esaslarına göre yanlış olması yanında, artık yaşanan pratikle de çok büyük bir yanlış olduğunun “ayne’l-yakîn” olarak da ortaya çıktığını neden göremiyorlar? Yapılan bu bâtıl amel ve bu ameli meşru göstermek için ortaya konan te’vilden tahrife kadar birçok söylem ile bâtıl siyasete destek dâveti sonucunda gelinen nokta; demokratikleşen “Müslüman”ların istikamet krizine girip, artık yaşadıkları gibi inanmaya başlamaları, hevânın ilahlaşması, dünyevîleşme ve sekülerleşmenin kuşatması altına girmeleridir.
Sonuçta İslâmî mücadele zemini ve tevhîdî uyanış süreci büyük kan kaybı yaşamış, kendi çevremizdeki birikimin çok boyutlu kirlenmesi dışında, ayrıca ortada Hakk’ı doğru temsil eden bir mihenk görevini ifa edecek, seküler siyasetten, laik iktidardan bağımsız İslâmî kimlikli kuşatıcı bir yapı kalmayınca daha yaygın sapmaların da sebebi olunmuştur. Laiklikle, şirkle hükmeden, geleneksel ve modern bid’at ve hurafeleri İslâm diye takdim edip zulme, adaletsizliğe ve yolsuzluğa bulaşmış olan bir iktidarı desteklemek için araçsallaştırılan Kur’ân ve İslâmî kavramlar sebebiyle, İslâm’a da büyük zarar verilmiştir. Üstelik büyük medyatik imkânlarla topluma İslâm adına sunulan Hak ile bâtıl karışımı bu din, fıtrata aykırı geldiği için de yeni nesillerin İslâm’dan uzaklaşmalarına, yaygın biçimde sekülerleşmelerine, hatta deizme kadar savrulanların giderek artmasına yol açılmıştır.
Evet, toplumu tevhîdî istikamette dönüştürme ve vahiyle yeniden inşâ etme sorumluluğu taşıyanların, laik sistem içi kirli politikanın içine aktif biçimde girmeleri çok büyük zararlara yol açtı. Ferdin, ailenin ve toplumun ifsadına yönelik bunca tahribat, özellikle son 15 yılda, kendisinin İslâm adına hareket ettiğini, Hak olduğunu ve bâtıla karşı hak mücadelesi verdiğini, kendisinin sırat-ı müstakîm üzere olduğunu ve kendisinden ayrılanların saptığını iddia ederek suret-i hak’tan görünüp İslâm’ı istismar ederek kitleleri Allah ile aldatan AKP iktidarının en güçlü olduğu döneminde çok daha yoğun biçimde yaşandı.
Tevhîdî uyanış süreci öbeklerinin önemli bir kısmı, bu büyük ifsâdın yaşandığı süreçte de destek vermeyi sürdürerek, laik iktidarın Allah ile aldatmasının tesirini arttıran bir rol oynadılar ve maalesef bu fesadın bir parçası oldular. Böylesine yaygın ve kuşatıcı bir ifsâdın, Hak adına gerçekleştirildiği bir süreçte, “dindar”lar laik, Müslümanlar seküler, imam hatipliler bînamaz (% 80’i namazsız), yeni nesiller ise seküler ve deist olmasın da ne yapsınlar?
Sonuçta, bakın ne hâle gelindi? Laik demokratik iktidara eklemlenmek Müslümanları nasıl dönüştürdü? Ne kadar büyük bir kirlenme yaşandı? En temel duyarlılıklar nasıl oldu da bu derece kaybedildi? Üstelik bütün bu kirlenme ve yozlaşmaların, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk vb. birçok kötülüğün faturası, doğrudan İslâm’a ve Müslümanlara kesildi. Çünkü bağımsız İslâmî kimlikli alternatif temiz bir yapı ortaya konmayıp AKP içinde ya da yanında yer alınınca, medyada ve kamuoyu önünde sürekli AKP savunuculuğu ve aktif destekçiliği yapılınca, AKP liderliğinin aynı zamanda İslâm’ı ve Müslümanları da temsil ettiği imajının oluşmasına yol açıldı. Bu yüzden iktidarın kirliliği, AKP içi kavgalar birçok Müslüman kesimi de kuşattı. Bütün bunlara değer miydi? Bu kirli ve yozlaştırıcı zeminden bir an önce uzaklaşılması gerektiği neden hâlâ akledilemiyor?
Üstelik iktidarla bu kadar iç içe olmanın ve yıllarca medyada savunuculuğunu yapmanın, aktif destekçi ve taraf olmanın, hatta başkalarını da “tarafını belli etmeye” çağırmanın sonucu bu kesimlerin davetçi vasıflarını da yok etmiştir. Çünkü tebliğin muhatabı konumundaki diğer muhalif kesimlerin, kendilerini iktidar kavgasında rakip olarak görmesine, davetin muhatabı konumundaki “Pelikan”ların dahi kendilerini AKP içinde rakip olarak görüp kötü bir dille saldırmalarına sebep olmuşlardır.
Evet, maalesef durum ve gidişat çok kötüdür. AKP iktidarlarının programlarıyla gerçekleşen gönüllü sekülerleşme ve laikleşmenin sonucunda acı gerçek şudur ki, Kur’an’ı hakkıyla okumaktan uzak düşmüş on milyonlarca “Müslüman”, vahyin ölçülerinde Müslüman olmanın gereklerinden habersiz ve uzak bir konumda oldukları halde, Müslüman olduğunu zannederek hüsrana doğru sürüklenmektedir.
Tüm insanlığın ihtiyacı olan bir mesajı taşıyan Kur’an elimizde olduğu halde ve insanlık karanlıkların, sömürü ve zulümlerin ortasında bu mesajın aydınlığına ve adaletine muhtaç iken ve üstelik tarih de, insanlığın kurtuluşuna vesile olacak tek nizam olan İslâm’ı, tek alternatif olarak insanlığın gündemine sokmaya zorlarken, biz ne haldeyiz? Tarihin insanların gündemine İslâm’ı sokmaya dair bu akışını, bu zelil halimizden dolayı ya da kendi hatalarımızdan ve tevhidî dirilişle ümmetleşememekten kaynaklanan güçsüzlüğümüz ve temsil zaafımız sebebiyle biz engelliyorsak, bu büyük vebalin hesabını nasıl vereceğiz?
İslâm ümmetinin tevhîdî bir uyanışla ve yeniden kaynağa dönerek öz yörüngesinde gelişmesini, yeniden izzet kazanıp ayağa kalkmasını engellemek, İslâm’ı kendi coğrafyasında boğarak yeni sömürgecilikle kaynaklarını talan etmek üzere küresel korsanlar ABD-İsrail öncülüğünde ve AB desteğiyle ahlâksızca terör estirmektedirler.
Böyle bir süreçte, zikrettiğimiz bunca yozlaşmanın ve Müslümanları sekülerleştirmenin müsebbibi olan laik bir iktidara destek uğruna Müslümanlarla vahdeti oluşturma çabalarını feda etmek sapması sürdürülürse, Rabbimizin huzurunda nasıl hesap verilecektir?
Bütün bu yozlaştırıcı politikalar ile eğitim ve kültür alanındaki sekülerleştirme sonucunda, muhafazakâr ve geleneksel “Müslüman” kesimlerde Özal ile başlayan gönüllü sekülerleşme (Dünyevîleşme; Allah’ın ve dîninin karıştırılmadığı, hevâya göre yaşanan hayat alanları oluşturma), kapitalistleşme AKP döneminde tevhîdî kesimi de kuşatarak zirveye ulaşmış bulunuyor. Ölçüsüz kazanma ve azgın bir tüketimi esas alan, lüks ve israf eksenli kapitalist kültür, “Müslüman”ları giderek daha fazla kuşatıyor.
Hatta 15 Temmuz’dan sonra Kemalistleşme eğilimleri de, tepedekilerin öncülüğünde ve örnekliğinde AKP destekçisi tabanda çok yaygınlaşmış durumda. Öyle ki, 15 Temmuz sonrası AKP dönemi, “neo-kemalist dönem” denmeyi hak edecek bir görünüm arz etmektedir. Sonuçta “Müslüman” olduğunu iddia edenlerin çok büyük kısmının Kur’ân’da zikredilen “Müslim” olma nitelikleriyle alâkasının olmamasına dair yüzyıllardır süregelen acı gerçeklik, Türkiye’de AKP iktidarının oluşturduğu yozlaştırıcı zeminde daha da derinleşip yaygınlaşmış ve önceki geleneksel âidiyetin de gerisine düşülmüştür. Hatta saray ulemasının te’vilden tahrife kayan iktidar yanlısı tutumları ve statüko dinine destekçi yorumlarıyla tevhîdî kesimin bile önemli bir kısmının kafasının karışmasına yol açılmış, sonuçta da tuzun kokmasına ve yaşanan yozlaşmanın daha yaygın ve daha derin bir boyuta taşınmasına sebep olunmuştur.
Bütün bunların önemli sebeplerinden birisi de, bu savrulan kesimlerin Allah’ın inzal ettiği şerefli “Müslim” adımızı terk edip kendilerini, emperyalistlerin ürettiği ve İslam’ı siyasal bir ideoloji konumuna indirgeyip kulluk bütününü parçalayan “İslamcı” kelimesiyle tanımlamalarının yol açtığı zihnî bulanıklık ve kavram kargaşası olabilir mi? Düşünüp akletmeyecek misiniz?
Heeeeeeey, istikamet krizindeki tevhîdî uyanış süreci öncüleri! İlkesizlik yaparak laik demokratik siyasetin içine dalmanızın yol açtığı bu halin zelil sonuçlarını görüp hâlâ uyanmayacak mısınız? Bâtıl siyasete eklemlenmeniz sonucunda yaşanan büyük yozlaşmanın ve kokuşmanın faturasının İslam’a kesilmesine ve başta yeni nesiller olmak üzere davetin muhatabı olan kitlelerin İslam’dan uzaklaşmasına sebep olan bu kötü gidişatın daha ne büyük kötülüklere yol açtığını hâlâ fark etmeyecek misiniz? Hâlâ akledip bu büyük yanlıştan dönmeyecek misiniz? Laik parti tarafgirliği ve şirkle hükmeden iktidarın aktif destekçiliğini yapmak ya da ganimet kapmak için terk ettiğiniz mevzilerinize ne zaman geri döneceksiniz?
Dipnotlar:
[1] http://www.anadoluplatformu.org.tr/etkinlikler/1426. 29.04.2013.
[2] Burada şu şerhi düşmek de adaletin gereğidir: Ramazan Kayan, referandum sürecinde kendisinin hocası, öncüsü olduğu AKDAV vakfının laik TC anayasasındaki değişiklik referandumunda “evet” oyu verme çağrısı yapan kuruluşlar arasında yer alması konusunda kendisine bir soru tevcih edildiğinde; “ben ne oy veririm ne de oy vermeye çağırırım, bu konuda vakıf ile beni aynı değerlendirmeyin” cevabını vermiştir. Tabii ki, öncüsü, hocası olduğu bir vakfın, meşru olmayan bu kararına karşı böyle edilgen bir tutumla yetinmesi ne derecede kabul edilebilir, o da ayrı bir konudur.
[3] Anadolu Platformu, 8. Anadolu Buluşması Sonuç Bildirgesi, 28 08 2013. http://www.anadoluplatformu.org/etkinlikler/1697
[4] http://www.haber7.com/guncel/haber/1102209-97-stkdan-hukumete-tam-destek-bildirisi
[5] http://www.dunyabulteni.net/haber/120877/davutoglu-referanduma-evet-meclise-destektir
[6] Meşale Derneği’nden 7 Haziran Seçimleri Çağrısı, 05.06.2015. https://www.hurriyet.com.tr/yerel-haberler/malatya/mesale-dernegi-nden-7-haziran-secimleri-cagrisi-37123505
[7] http://www.insanvedegerhareketi.org/?p=739
[8] http://www.haberdurus.com/haber/insan_deger_hareketi_ile_ilgili_bir_degerlendirme-57868.html
Erbakan da Erdoğan da Anadolu’daki Müslümanların tarihini bin yılla ifade edip Selçuklu ve Malazgirt’i Anadolu’nun Müslümanlaşmasının başlangıcı olarak esas alırlar. Halbuki Kürt Müslümanlar Hz. Ömer döneminden beri bölgede vardılar ve üstelik Malazgirt’teki Alpaslan’ın ordusunda bile on bin civarında Müslüman Kürt vardı. Malazgirt savaşı da Rumlar ve Türkler arasında değil Müslümanlar ile Hıristiyan Haçlılar arasında gerçekleşmiş bulunmaktadır.
[9] https://www.anadoluplatformu.org.tr/sonuc-bildirgesi-2/. 30. Ağustos. 2021.
[10] Hayrettin Karaman, Ahlak Herkese Lazım, 25 Nisan 2019, Yeni Şafak Gazetesi.
[11] Özlem Albayrak, Deizm mi, sekülerizm mi?, Yeni Şafak Gazetesi, 11 Nisan 2018.
[12] Beşir Atalay, 05 Kasım 2016, Bolu Abant Tabiat Parkı, Vuslat Platformunun ‘Ufuktaki Yeni Türkiye Gençlik ve Geleceği’ sempozyumu. http://www.timeturk.com/burjuva-musluman-bir-genclik-goruyorum/haber-363423.
[13] https://www.habervakti.com/akil-tutulmasi-1
[14] https://www.habervakti.com/biz-neden-mesuluz
[15] https://www.youtube.com/watch?v=kCD6yAEdOf8
[16] Kemal Öztürk, “İslâmcılar Devletçi mi Oldu?”, Yeni Şafak gazetesi, 07. Ocak. 2016. http://www.yenisafak.com/yazarlar/kemalozturk/İslâmcilar-devletci-mi-oldu-2025067
[17] Haksözhaber.net. http://www.haber7.com/siyaset/haber/175647-bakan-sahin-dindarlari-laiklestirdik. – http://www.gazetevatan.com/-dindarlari-biz-laiklestirdik–83315-gundem/
[18] http://www.milliyet.com.tr/yazarlar/serpil-cevikcan/-ataturk-un-idealini-ak-parti-2499341/
[19] İslâmî Hareket Üzerine Ercümend Özkan’la Söyleşi, Anlam Yayınları, s,355, 370. (MNP’nin kapatılmasının ardından yurtdışına (İsviçre) giden Erbakan, bir süre sonra Muhsin Batur’un (Eski Hava Kuvvetleri Komutanı) marifetiyle, MSP’yi kurmak üzere özel bir kurye ile Türkiye’ye getirtildiği de hatırlanmalıdır.)
[20] Ramazan Kayan, Milat Gazetesi, 29. 01. 2019.
[21] Kenan Alpay, “Kemalizmin Kerametleri Dindar Nesile Telkin Edilirken”, Yeni Akit Gazetesi, 21 Mayıs 2019.
[22] Kenan Alpay, Haksözhaber, 09 Ocak 2019.
[23] Kenan Alpay, Aklın ve Kalbin Kodları Dönüşürken, Yeni Akit, 02 Ağustos 2019.