Mehmet PAMAK

05 Ocak 2022

ÖMRÜMÜZDEN BİR YIL DAHA AZALDI, GELİN HÂLİMİZİ SORGULAYALIM

Bismillâhirrahmânirrahîm

Ömürler, ne kadar da çabuk geçiveriyor. On yıllar, su gibi akıp bitiveriyor. Daha dün gibi hatırlıyorum, Çanakkale’nin Ezine ilçesine bağlı Pınarbaşı köyünde geçen çocukluk yıllarımı. Hepiniz de kendi hayatınızda fark etmişsinizdir, dünya hayatının ne kadar kısa olduğunu ve ne kadar da çabuk bitiverdiğini. Kur’an’da da, bu kısalığa birçok atıf vardır. İnsanlar dünyadayken, Allah’a döndürülüp hesaba çekilmeyecekmiş ve ömürleri hiç bitmeyecekmiş gibi sorumsuzca yaşarken, ahirette ise dünyada “bir gün ya da daha az kaldıklarını” ifade ederler. İşte ömrün bu kısalığını, dünyadayken fark edip ömür bitmeden Allah’ın vahyine uygun yaşamak ve ahirete hazırlanmak gerekmektedir. Bu dünyada hayatını Allah’ın emirlerine göre yaşamayanların, ahirette kendilerine sorulduğunda, dünyada sanki hiç yaşamamışlar gibi bir algıya sahip olacakları hakkında Rabbimiz bizlere şöyle bilgi vermektedir:

“Allah, (inkârcılara) ‘Yeryüzünde kaç sene kaldınız?’ diye sorar. Onlar, ‘Bir gün, ya da bir günden daha az bir süre kaldık. Hesap tutanlara sor’ derler. Allah, şöyle der: ‘Çok az bir zaman kaldınız. Keşke bunu (daha önce) bilmiş olsaydınız. Sizi boşuna yarattığımızı ve bize tekrar döndürülmeyeceğinizi mi sandınız?” (Mü’minun, 23/112 –115).

“(Suçlular, ahirette) (kıyameti) hakikati gördükleri gün, onlara sanki (bu dünyada) bir akşam veya bir kuşluk vakti kalmış gibi gelecektir.” (Naziat, 79/46).

“…onlar vâdedildikleri azabı gördükleri gün, sanki dünyada sadece gündüzün bir saati kadar kaldıklarını sanırlar…” (Ahkâf, 46/35)

Seküler düşünenler ve dünyayı belirleyici kılıp “dalanlarla beraber dalanlar” (Müdessir, 43), dünyada kalıcıymış gibi yaşarlar, bu yüzden de her yeni yılın başlangıcında çılgınlar gibi eğlenip sevinirler. Oysa ilâhî irade tarafından takdir edilmiş kısacık ömürden bir yıl daha harcayarak, kaçınılmaz hakikat olan ölüme doğru bir yıl daha yaklaşılmıştır. Ama onlar bunun farkında bile değildirler. Yeni bir yıla girerken ya da yeni bir doğum yıldönümünde kaybettiği bir önceki yılda, “yapması gerektiği halde yapmadıklarını, yapmaması gerektiği halde yaptıklarını ve bunun hesabını” düşündüğünde ağlaması gerekenler, tam tersine gülüp eğleniyorlar, “doğum günü partileri” düzenleyip yeni isyanlar ve günahlar içinde kayboluyorlar. Şeytanın aldatması ve süslü göstermesi sonucunda ahiret ve hesap bilincini kaybedip dünyevileşiyorlar. Bu yüzden de, seküler bir mantıkla dünyada sürekli kalıcıymış gibi davranıyorlar ve her yeni yıla girerken ya da doğum günlerinde gülüyor, eğleniyor, seviniyorlar.

Hâlbuki bu kısacık dünya hayatının kendisi için bir imtihan alanı olduğunu ve yaşanan her anın hesabının verileceğini idrak eden müslim kişi, hesabı verilecek bir yılın daha geride kaldığının bilinciyle, geçmiş olan zaman diliminde ahireti için neler biriktirdiğinin sorgulamasını öne çıkarır. Hüzünlenir, üzülür ve endişe içinde geçmiş ömrün ve yılın muhasebesini yapar. Mü’min şahsiyet, ömrünün sonuna biraz daha yaklaştığının bilinciyle Rabbine sığınıp dua eder. Yaptığı hata ve işlediği günahlarına tevbe eden hüzünlü bir ruh hali içinde olur. Bundan sonra ise, kalan ömründe Rabbini razı edecek ameller yapmayı dileyip yeni yıla, ahirete ve hesaba hazırlık bilinciyle giriş yapar. Çünkü mü’min olan bilir ki, Rabbimiz Asr Suresi’nde, zaman üzerine yemin ederek zamanın önemine dikkat çeker ve çok çabuk geçen zamanın/ömrün; hayatını “iman edip salih amel işleyerek, Hakk’ı ve sabrı tavsiye ederek” geçirmeyenler için bir hüsran sebebi olacağını bildirmektedir.

Rabbimiz, Bazı Ayetlerinde Dünya ve Ahiret Hayatına Dair Şu Hatırlatma ve Uyarıları Yapmaktadır

Rabbimiz, Ankebut Suresi, 64. Âyette; dünya hayatının geçici bir oyalanmadan ibaret olduğunu hatırlatarak, gerçek, asıl ve kalıcı yurdun ahiret yurdu olduğunu bildirmekte ve “keşke kullarım bunu bilseler de dünya hayatını ona göre değerlendirseler” vurgusu yapmaktadır: “Bu dünya hayatı ancak bir eğlence ve oyundan (oyalanmadan) ibarettir. Ahiret yurduna gelince, işte gerçek (asıl) hayat odur. Keşke bilselerdi!”.

İsra Suresi 18 ve 19. âyetlerde ise; “Her kim bu çarçabuk geçen dünyayı dilerse ona, yani dilediğimiz kimseye dilediğimiz kadarını dünyada hemen verir, sonra da onu, kınanmış ve kovulmuş olarak gireceği cehenneme sokarız. Kim de ahireti diler ve bir mümin olarak ona yaraşır bir çaba ile çalışırsa, işte bunların çalışmaları makbuldür.”

Şura Suresi, 20. âyette de şöyle buyrulmuştur, “Her kim ahiret kazancını isterse, biz onun kazancını artırırız, her kim de dünya kazancını isterse ona da ondan veririz, ama onun ahirette hiçbir nasibi yoktur.”

Haşir Suresi 18. âyette ise Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ey iman edenler! Allah’a karşı gelmekten sakının (ittekullah) ve her nefis (kişi), yarın/(ahiret) için önceden ne göndermiş olduğuna baksın. Allah’a karşı gelmekten sakının (vettekullah). Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan hakkıyla haberdardır.”

Görüldüğü üzere, “Allah’ın azabından korkup sakının ve Allah’ın emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanın” anlamına gelen iki “ittekullah” ifadesi arasında “her nefis yarın/ahiret için önceden ne hazırladığına, ne gönderdiğine baksın” deniliyor. Yani “hangimizin daha güzel ameller yapacağımız” konusunda imtihan olduğumuz kısacık dünya hayatında, Allah’ın azabından korkup sakınarak O’nun emir ve yasaklarına uyma sorumluluk bilincini kuşanmak suretiyle yarın/(ahiret) için ne gönderdiğimizi sürekli sorgulamamız ve sürekli böyle bir hazırlık içinde olmamız gerektiği hatırlatılıyor. Ayetin sonunda ise, yine yaptığımız ve yapacağımız amellerimize ve yaşadığımız hayat tarzına vurgu yapılarak, “Şüphesiz Allah, yaptıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Bakın “imanınızdan haberdardır” denmiyor, “yaptıklarınızdan haberdardır” deniliyor. Çünkü lâfzen iman ettiğinizi söylememiz yetmez, bu imanımızı, imtihan alanında amellerimizle, yaşantımızla ispat etmemiz gerekiyor. Bu sebeple ömrümüz bitmeden, sürekli biçimde ahiretimize ne gönderdiğimizi muhasebe etmeli ve Rabbimizce kınanıp hüsran sebebi sayılan “dünya için dünyada kalacak şeyler biriktirme tutkusu” (Tekâsür Suresi) yerine “ahiret için salih ameller biriktirme” tutkusunun (Haşir, 59/18) bizi kuşatmasını sağlamalıyız.

Haşir Suresinin 19. âyetinde ise, “Allah’ı unutan ve bu yüzden Allah’ın da kendilerine kendilerini unutturduğu kimseler gibi olmayın. İşte onlar fasık kimselerin ta kendileridir.” buyruluyor. İman iddiasına rağmen hayatın tümünde ya da herhangi bir alanında sürekli biçimde Allah yokmuş gibi davranılıyor, Allah’ın hükümleri sürekli biçimde hayat dışına itilip şeytana, hevaya ya da tağutlara tâbi olunuyorsa, bu tutum “Allah’ın zikrinden yüz çevirmek“, “Allah’ı unutmak“, “ahireti ve hesabı ciddiye almamak” demektir. İşte âyette, Müslüman olduklarını ve iman ettiklerini iddia etmelerine rağmen böyle bir tercihte bulunarak Allah’ı unutanlara, Allah’ın da kendilerini unutturacağı bildirildikten sonra, bunların müslim değil “fasık kimseler” olduğu ifade ediliyor.

Hayatın bütününde, Allah’a döndürülüp hesaba çekileceğimiz bilinciyle yaşamak, tüm hayat alanlarında ve sürekli biçimde Allah’ı unutmamak sorumluluğumuz vardır. Bu sebeple, “ansızın gelecek olan ölüm”e hazırlanmak amacıyla, sürekli Allah’a yakın bir hâl üzere olmak ve tüm hayatı Kur’an’a tâbi kılmak gerekmektedir. Bu konuda Zümer Suresi, 55 ve 56. âyetlerde şu uyarıya yer veriliyor: “Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (Kur’an’a) tâbi olun.” “Kişinin: Allah’a yakınlık konusunda kusurlu davrandığım için bana yazıklar olsun! Gerçekten ben alay edenlerdendim (diyeceği günden sakının)!”

Nebe Suresi, 40. Âyette ise, Rabbimiz ahiretten bir sahneyi aktarmaktadır. Kullarından ahiret ve hesap bilinciyle hareket etmeyen, dünyada kalıcı gibi davranan ve bu yüzden dünya hayatını ahiretin tarlası olarak yeterince değerlendirmeyip önceden ahireti için yüzünü güldürecek salih ameller göndermemiş olanların pişmanlığından bir sahne aktarıyor.

Artık o gün (ahiret ve hesap günü) gelmiştir, önceden bugüne hazırlık yapmayanların, daha önce iki elleriyle gönderdikleriyle karşılaştıklarında duyacakları kahredici pişmanlıktan haber veriliyor: “Şüphesiz Biz sizi, yakın bir azap ile uyardık. O gün (ahirette), kişi önceden elleriyle yaptıklarına (önceden iki eliyle ahirete/yarına gönderdiklerine) bakacak ve inkârcı (ahiret ve hesabı dikkate almadan hevasına göre yaşayan) kişi: ‘Keşke toprak olsaydım!’ diyecektir.” İşte kaçınılmaz olan o güne, kısacık dünya hayatında iken hazırlanmalıyız. Ve ahirette hiçbir faydası olmayan “keşke toprak olsaydım” pişmanlığı ile kahrolmak istemiyorsak, dünya hayatımız boyunca ahirette yüzümüzü güldürecek salih ameller biriktirme yarışı içinde olmalıyız.

Hesap Gününde, Fayda Vermeyen Pişmanlıkla Geri Döndürülme İsteği ve Salih Amel Yapmaya Dair Taahhütte Bulunma Çırpınışı

Fecr Suresi, 23 ve 24. âyetlerde, ahirette artık faydası olmayan son pişmanlıktan bir başka sahne aktarılıyor. Bu sahnede, dünya hayatında iken ahiretinde yüzünü güldürecek salih ameller göndermeyenlerin büyük bir pişmanlıkla “keşke ahiret hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim” diye beyhude bir hayıflanma içinde olacakları bildiriliyor: “O gün cehennem getirilir, insan yaptıklarını birer birer hatırlar. Fakat bu hatırlamanın ne faydası var! (İşte o zaman insan:) ‘Keşke bu hayatım için bir şeyler yapıp gönderseydim!’ der.”

Secde Suresi 12, 14 ve 15. âyetlerde ise aynı beyhude pişmanlık şöyle aktarılır:

-“Suçlular, Rablerinin huzurunda boyunlarını büküp, ‘Rabbimiz! (Gerçeği) gördük ve işittik. Artık şimdi bizi (dünyaya) döndür ki, salih amel işleyelim. Biz artık kesin olarak inanmaktayız’ dedikleri vakit, (onları) bir görsen!”

-“(Onlara şöyle denilecek:) “O hâlde, bu gününüze kavuşmayı unutmanıza karşılık azabı tadın. Biz de sizi unuttuk. Yapmakta olduklarınıza karşılık ebedî azabı tadın.”

-“Bizim âyetlerimize ancak, kendilerine bu âyetlerle öğüt verildiği zaman secdeye kapanan (itaat eden), kibirlenmeksizin Rablerine hamd ederek tespih (itaat) edenler inanırlar.

Bu beyhude pişmanlıklarla kahrolmamak için, Allah’ın hayatımıza yön vermek için indirmiş olduğu Kur’an’ı, hayat kitabı olduğu bilinciyle ve hakkıyla okuyup onunla amel etmek gerekmektedir. Görüldüğü üzere bu pişmanlıklarla kahrolanlar, geri dönmenin imkânsız hâle geldiği bir noktada, büyük bir pişmanlıkla Rabbimize yalvarıp “bizi geri döndür ki, salih amel işleyelim” diyorlar.

Hâlbuki dünya hayatında iken, hayat kitabı Kur’an’ı hakkıyla okumuş olsalardı; Rabbimizin, hayatı ve ölümü yaratma amacının bile “hangimizin daha güzel ameller yapacağımızı sınamak” olduğunu bildirdiğinden haberdar olacaklardı. “O, hanginizin daha güzel amel yapacağını sınamak için ölümü ve hayatı yaratandır…” (Mülk, 67/2). Evet, Kitabı hakkıyla okusalardı, yapmaları ve yapmamaları istenen hususlara dair emir ve yasaklardan, vahyî bilgi ve ölçülerden de, daha hayattayken haberdar olup gereğini yapabilecekler ve bu duruma düşmeyeceklerdi.

İşte bu faydasız pişmanlıklarla kahrolmak istemiyorsak, ömür bitmeden önce sürekli hâlimizi sorgulayıp ahiretimize ne hazırladığımızı gözden geçirmeli ve vakit varken günahlarımızdan tevbe edip ahiretimiz için salih ameller biriktirmekte yarışmalıyız.

Allah’a ve Rasulüne İtaatla Geçirilmediğinde Hüsran Sebebi Olan Zamanın Yeni  Bir Yılında, Geliniz  Hâlimizi Sorgulayıp Tevbe Edelim

Ey mü’min kardeşlerim ve ey tüm insanlar! Geliniz, bu kısacık dünya ömrünün yeni bir yılının başlangıcında, kaybettiğimiz önceki bir yılın, hatta tüm ömrümüzün sorgulamasını ve henüz hesap günü gelmeden muhasebesini yapalım. Aslında her yıl tekrarlanan doğum günlerimizde de kutlama yapıp eğlenmek yerine, ömrümüzün bir yıl daha azalmasına rağmen ölüme hiç de hazır olmadığımızı fark edip hayatımızı gözden geçirmeli ve bir muhasebe yapmalıyız. Gülüp eğlenmek yerine, her an bitebilecek kısacık imtihan dünyasında, bizi yaratıp hayatımızı lutfeden ve öldürüp hesaba çekecek olan Rabbimize hakkıyla kulluk yapamadığımız için hüzünlenip bu konuda bir sorgulamayı ve ıslah çabasını gündem yapmaya çalışmalıyız.

Allah (c), bizi hesaba çekmeden önce, daha dünyadayken biz kendimizi vahyin ölçüleriyle hesaba çekelim ki, ölüm gelmeden hatalarımızı düzeltme, yanlışlarımızı ıslah etme ve günahlarımızdan tevbe etme imkânımız olsun. Kendimizi ve geçmiş yıllarımızı sorgulayalım; Allah yolunda nasıl bir cehd ve gayret içinde olduk? “Yalnız Allah’a kulluk yapmak” olan yaratılış gayemize uygun bir hayat yaşıyor muyuz?  Bu amaçla, Kur’an’ı hakkıyla okumak ve vahyin ilk şahidi, güzel örneğimiz olan Rasulün (s) sünneti ekseninde vahyi doğru anlamak, öğüt almak ve yaşamak sorumluluğumuzu yerine getirdik mi? Allah’ı razı etmek için ne tür çabalar gösterdik ve hangi sâlih amelleri işledik?

Kendimizi hesaba çekelim ve daha fazla geç kalmadan harekete geçelim. Neleri yanlış yaptık? Nerede hata ettik? Günahlarımız için istiğfarda bulunduk mu, tevbe ettik mi? Kısacık dünya hayatımızı sonsuz ahiret yurdumuz için iyi değerlendirebildik mi? Dünyamızı, ahiretimizin tarlası olarak iyi ve bereketli biçimde ekip biçebildik mi? Ahirette önümüze çıkacak olan amellerimizi dünyadayken gözden geçirip, günahlardan tevbe ederek ve salih amelleri çoğaltarak orada yüzümüzü güldürecek iyilikler, güzellikler biriktirebildik mi?

Evet ey Müslimler! Allah’a ve Rasulüne itaatla emrolunduğumuz  bilincini kuşanıp bu imanî sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebildik mi? İçimizden kaç kişi, Rasûlün (s) davet yolundaki ilk pratiğini gerçekleştirip akrabalarını toplayarak, onlara tevhidi mesajı ulaştırmak için özel çaba harcadı? Anne-babalar olarak, çocuklarımızın İslami eğitimi için aynı safta durup, onları ateşten koruyucu tedbirleri birlikte alabildik mi? Yoksa birimiz bu çabayı gösterirken diğerimiz duygusallıkla çocukları sahiplenme adına engel olup onların dünyevileşmesine mi sebep oldu?

Evlatlar olarak, anne-babalarımıza karşı Kur’an’da bildirilen sorumluluklarımızı yerine getirebildik mi? Onların kadrini bilebildik ve rızasını kazanabildik mi? Allah (c), kendisine şükredilmesini emrettiği âyette “anne-babanıza da şükredin” (Lukman, 31/14) ifadesini kullandığı ve başka birçok ayette “anne-babaya öf bile dememeyi” (İsra, 17/23), “sizi şirke zorlasalar bile bu konu hariç onlara meşru konularda itaat etmeyi” (Lukman, 31/15, Ankebut, 29/8) ve her şartta “anne-babaya iyilikle davranmayı, ihsanda bulunmayı” (Nisa, 4/36; İsra, 17/23; Ahkâf, 46/15) emrettiği hâlde, evlatlar olarak Allah’ın bu emirlerine uyabildik mi?

Ey mü’min kardeşlerim! Bunalım içindeki insanlığın, zulümatın karanlığından vahyin aydınlığına çıkması için gerekli olan cehd ve gayreti gösterdik mi? Asr Suresinde zikredilen hüsrandan kurtuluş reçetesinin temel unsurlarından olan “Hakkı tavsiye” bağlamında tevhidî davetin yaygınlaşması amacıyla nasıl bir mücadele verdik?  Kendimizin ve insanlığın kurtuluşu için hangi çabaları gösterdik, hangi fedakârlıklarda bulunduk?

İnsanlığa karşı şahid kılınma sorumluluğumuzun gereği olarak neler yaptık? Sorumluluklarımızı, hakkıyla yerine getirebildik mi? Yoksa bireysel ibadetlerle yetinip kurtarıcı mesajı daha çok insana ulaştıracak cemaat faaliyetlerinden koparak bahçelerimize mi çekildik? Allah yolunda mü’min kardeşlerimizle bütünleşip vasat ümmeti oluşturma amaçlı tebliğ ve eğitim çalışmalarında yerimizi alarak fedakârlıklarda yarışmak yerine, bu bilinç ve duyarlıklarımızı kaybederek bireyselleşip dünyevileştik mi? Ya biz bu haldeyken, yani duyarlıklarımızı yitirmiş ve kolektif İslâmî çabalardan koparak bahçelerimizde rehavet içinde kaybolmuşken ölüm kapımızı çalarsa, Rabbimize nasıl hesap vereceğiz?

Haydi kardeşlerim! Bir an önce bu ataletten çıkıp yeni bir hamle yapalım. Kendimizi hesaba çekelim ve ölüm gelmeden hâlimizi ıslah etmek ve tevhidî daveti en yakınımızdan başlayarak merhametle tüm insanlara hâl ve kal ile yaymak için Allah yolunda seferber olalım.

Bilginin Ahlakını Kuşanan Tutarlı Mü’minler ve Dava Adamları olabildik mi? Sistemden Bağımsız İslami Kimliğimizi ve İstikametimizi Koruyabildik mi?

Ey mü’min kardeşlerim! Kendimizi hesaba çekelim. Acaba dinimizi, davamız edinebildik mi? İslami davet, eğitim ve şahidlik yolunda adanmış dava adamları olabildik mi? İslam hakkında bilgi edinmekle yetinmeyip bilginin ahlakını kuşanabildik mi? Söylediği Hakk’ı öncelikle kendisi yaşayan tutarlı ve ahlaklı mü’minler olmayı başarabildik mi? Tevhidî davamızı, bütün hayat alanlarında doğru ve güzel temsil edip hâl ve kâl ile davetin örnek temsilcileri olabildik mi?

Rabbimizin emrine uyup cahiliye hükmünü terk ederek O’nun asla daha güzeli olmayan en güzel hükümleriyle düzenlemek suretiyle (Maide, 5/50) hayatımızı, yine O’nun daha güzeli olmayan en güzel boyasıyla boyayabildik mi? (Bakara, 2/138).

Bize bakanlar, Allah’ın rengiyle boyanmış bir hayatı görebiliyor mı? Ya da bizim müslim olduğumuzu hayatımızın bütün alanlarında görünen “secde izi”nden  mi tanıyorlar? Hayatımızı Allah’a rükû ve secde ettirebildik mi? Sadece namazda değil bütün hayat alanlarında aynı kıbleye yönelmeyi ve her hayat alanında Allah’a rükû/boyun eğmeyi ve sadece Allah’a secde/itaat etmeyi başarabiliyor muyuz?

Toplum içinde, âdil, emin, güvenilir ve ahlaklı şahsiyetler olarak temâyüz edebildik mi? Rasulullah (s) daha vahiy gelmeden bu güzel ahlâkı temsil edip “Muhammedü’l Emin” olmuşken bizler vahiyle buluştuktan sonra bile bunu başaramıyorsak, sebebi üzerinde düşünüp nefsimizle hesaplaşmalı değil miyiz?Karar ve uygulamalarımızda, söylem ve eylemlerimizde, davamızı mı, yoksa nefislerimizi mi ön planda tuttuk?

Rasulullah çok daha zor şartlarda Mekke’de bütün mü’minlerin toplandığı ‘Darül Erkam’ı, “Kur’an Toplumu nüvesini” oluşturup 13 yılda İslam’ın iktidar olduğu Medine’ye ulaştığı halde neden bizler yaklaşık yarım asırdır Darül Erkam gibi kuşatıcı ve örnek bir yapı bile oluşturamadık? On yıllardır neden tevhid akîdemiz vahdetimize yol açmıyor? Geçici bilmemiz gereken gruplarımız, neden vahdete giden yolu tıkayan bir “put” hâline dönüştü âdeta? Neden grup kimliklerimiz, bizleri kardeş kılan İslâmî kimliğimizin önüne geçti? Hangi yanlışlarımız, bizi bu hâle sürükledi?

Allah ve Rasulünün, terk etmemiz halinde  kalplerimizi birbirine çarparak hepimizi birlikte helak edecek bir azabın kuşatmasına karşı uyardıkları halde “emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” sorumluluğumuzu gereğince yerine getirebildik mi? Yoksa bu büyük sorumluluğu Allah için ifa etmeye çalışan fedakâr kardeşlerimizi dışlayıp dünyevi duygusallıklarla münkere meyledenleri mi dost edindik? “Emr-i bi’l ma’ruf ve nehy-i ani’l münker” sorumluluğunun yerine getirilmesine en fazla ihtiyaç olan böylesine büyük bir yozlaşma ve çetin bir fetret döneminde bu görevi ifa edenlerin yok denecek kadar azaldığı acı gerçeğini yaşıyoruz. Bu sebeple böyle bir süreçte her zamandan çok daha önemli olan “emr-i bi’il ma’ruf” görevini fedakârca yapanlara dua edip teşvik etmek yerine tepki gösterip dışlayanlar ve münkere meyledenleri mü’minlere tercih edenler, bu büyük günahın altından nasıl kalkacaklarını düşünme duyarlılığını neden kaybettiler? İlkeleri ihmal edip duygusal ve nefsanî ilişkileri ya da uydurdukları kimi maslahatları belirleyici kılanlar, böylesine bir ilkesizliği yaşadıkları halde bunun farkında bile olamıyorlar. Neden?

Ayrıca, neden, uyduruk “maslahat”lar ve batıl sistem içi geçici “kazanım”lar adına 30 yıllık tevhidî birikimi harcamaktan, tevhidî mücadeleye zarar vermekten çekinmeyenlerimiz oldu? Tevhidî daveti, topluma hâl ve kâl ile taşıma sorumluluğu olanlar, neden İslam’ı tahrif eden laik bir parti liderinin peşine takıldılar ve onu “muvahhid ve ümmetin umudu” ilan ettiler? Neden hoca, âlim, “İslamcı aydın” olarak tanınanlar, “cemaat ve kanaat önderleri”, İslâmî değer, kavram ve ölçülerimizi, laik sistemin İslam’ı da tahrif eden bir partisinin desteklenmesinde “araçsal bir malzeme” olarak kullanmaktan çekinmez hâle geldiler?

Tevhidî davetle ve vahyin şahidliğini/güzel örnekliğini oluşturarak toplumu vahiyle arındırıp inşa etmesi gerekenler, neden topluma kötü örnek/”yalancı şahid” olma durumuna sürüklendiler ve insanların İslam’dan uzaklaşmasına sebep oldular? Neden, en az 30 yıllık tevhidî birikimimizi, laik, liberal, kapitalist seküler siyaset alanına “aktif destek” vermeye yönlendirip harcadık? Neden bunca yıllık birikimimizin, laik-kapitalist siyaset alanının yoz ilişkileri içinde kirlenmesine yol açtık? “Festakim kema umirte”/”emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 11/112) emrine rağmen, neden tevhidî istikameti korumakta zaaf gösterdik ve neden yaşanan yaygın “istikamet krizi”ne sürüklendik?

Bilmeliyiz ki, hayatımız, ancak Allah’a teslim olup sadece O’na rükû ve secde ettiği, vahye ve Rasûlün sünnetine uygun yaşandığı zaman anlamlı ve değerli olur. Allah’ı unutan ve O’nun kitabına ve Rasûlün (s) güzel örnekliğine uymayan bir ömür, asla anlamlı ve değerli değildir. Tevhidî istikameti korumakta zaaflı bir “İslami kimlik” ve akıdevi ilkelerden tavizkâr bir hayat, hüsran sebebidir. Böyle bir ömür, bin yıl sürse de Allah yanında hiçbir kıymeti yoktur. Sadece tevhidî istikameti koruyarak Allah’a rükû ve secde ettirilen ve Kur’an’a uygun yaşanan hayat ve ömür, çok kısa da sürse, Rabbimizin katında değerli, bereketli ve hayırlıdır.

Madem “Kur’an’ın indirilmeye başlandığı gece bin aydan hayırlıdır”, o halde “Kur’an’ı okumaya, anlamaya, yaşamaya ve onun kurtarıcı mesajını yaymaya tahsis edilmiş bir gün de yine bin aydan daha hayırlı” olarak algılanmalıdır. İşte bu bilinçle, her günün, gecenin, yılın ve bütün ömrün, Kur’an’a uygun olarak ihya edilmesi için seferber olunması gerekir. Bu büyük ve önemli sorumluluğumuzu, Rasulün sünnetinin rehberliğinde hakkıyla yerine getirebildik mi?

Rabbimiz, yukarıda sorduğumuz sorulara doğru cevapları vererek ve tüm bu sorumluluklarımız için seferber olarak hâlimizi ıslah etmeyi, yanlışlarımızdan dönmeyi, günahlarımızdan tevbe etmeyi ve kalan ömrümüzü Kur’an ve sünnete uygun biçimde yaşayıp rızasını kazanan mü’minlerden olmayı, hepimize nasip etsin inşaAllah.