Mehmet TEKKAYMAZ

18 Mayıs 2013

KALEM SİYAH, KÂĞIT BEYAZ, KELAM AYDINLIKTI

 

Sebebine muttali olduğum bir korkunun etkisine rağmen niyetlenmiştim. Hüzünlü bir buse bıraktı parmaklarım. Kargaşalar düşüncelerimi tırmalarken, âlemler kayıyordu renklerin bir ahenk oluşturduğu beynimde. Kalem gövdesiyle parmaklarımı kırarcasına kenetlendi ellerime. Yalvarıyordu! Sanki alınması beklenilen bir kasemden sonra, harekete geçecek bir savaşçı edasıyla bakmıştı imanımın meskenine. Anlam verememiştim bakışlarına, herhalde boşlukta hissetmiştir biran kendini dedim. Gereksizdi diyebileceğim bir istekte bulunacağını fark etmiştim divit ucu kâğıt ile bağlantıya geçtiğinde kalemin. Bu sebeptendir, kalbimdeki imanın sıcaklığını hissettirmeye çalıştım ona. O, bembeyaz kâğıdın üzerine, damarlarındaki kanı aktırmaya başladığı anda, nakşedeceği güzelliği ki, onunla muhatap olan gözlerin sahiplerine bir haykırış, başkaldırı arzusunu ve ruhu verebileceğini görmesini istemiştim. Çünkü nakkaş, nakşedeceğini "kalem ile yazmayı öğreten"den öğrenmişse, artık kalemin sızlanmasına, yalvarmasına gerek kalmazdı. Bağrında taşıdığı siyah kanı aşkla, heyecanla toprağa saçılan tohum gibi dökmeliydi beyaz kâğıdın bağrına.
 
Kalbimdeki imanın sıcaklığını hisseden kalemin tereddüt halinden uzaklaştığını görmüştüm nihayet. HAKK için nazlanışı, divit ucu bağlantıya geçtiğinde, ak gövdesine leke vurulan kâğıt üstünde kalemin, siyah hâkimiyet alanını oluşturmaya başlamıştı artık, nazı da niyazı da nakış nakıştı...  
 
Siyah örtmeye başlamıştı beyazlığı. Neden olduğunu bildiğim, bilinen bir güven ve huzur hissetmiştim siyah lekelerin nakşettiği beyaz kâğıdın aydınlığında. Aydınlığını yaşadığımı bilmeliydi, önümde sinesini ancak HAKK için açmak üzere yaratıldığının bilincinde olup bembeyaz kesilen kâğıt. Kendisine zulmedilmediğinin güvenini vermek zorundaydım ona. O da, saf beyazlığıyla huzur da verse insana, o huzurun anlamsız bir sekinete sebep olacağını, karanlık sinelere aydınlığın, ancak sinesine nakşedilen siyah lekelerde gizli olduğunu biliyordu. Huzurlu olduğunu belli etmişti artık, çünkü zalim elinde zulüm görmüyordu. HAKK’ın hâkim olduğu kalemin yüksek tesirini görmek istiyordu bağrında.
 
Sevindiklerinin farkındaydım artık, maşukunu bulmuş âşıklar gibi duruşları ve coşkuları vardı. Çünkü artık toprağı yararcasına fışkıran bir fidana can olacaklarının farkındaydılar. İfadeleri şekillendirenin şer olmayacağının… Huzurun dinginliğini yaşamak istercesine sekinete ulaşmıştı kalpleri. 
Yaratılış gayesine uygun kullanıldı mı eşya, öyle bir bakış arz ederdi ki insana, yük olmazdı sahibi ona. Kalemin yazmayanı diye bir şey kuruntudan ibaretti. Çünkü kalemin mürekkebi Allah’ın boyası oluverir, o mürekkebe sinesini açan kâğıt da mutlu...
 
​Elbette HAKK’ı yazmalı HAKK’a çağırmalıydı bir kalem. Allah demeli, sünnet demeli, teslimiyetindeki samimiyetini yaratanına göstermeliydi. Kalemin hitabını rahman belirlemeli, kelama şekli mutahhar kelimeler vermeliydi. Beyaz sinesine kâğıdın, kalemin damarlarındaki kan ile nakış nakış işlenen, batıldan uzak tutarak vahdete çağrı olmalı değil miydi? Çünkü kelam aydınlık yurduna çağıran ferahlığı bilakis özünde taşımıyor muydu? Ve artık şekil veren kaleme kelam olduğu müddetçe, rengi siyahta olsa gönüllere aydınlık bahşedecekti. Ancak o zaman siyah olan aydınlığı temsile şayandı. Her bir harf fışkırırcasına divit ucundan çıkarken kalemin, nakşettiği kâğıdı okuyan hayatlara aydınlık bahşetmeye namzet olmalıydı. Bu haliyle ancak kucaklardı onu görenler.
 
Eğer ki gündem oluşturan kalemler, gündem olmuşlarsa yüce kelamın korkutan yönüne, o zaman kalem ile öğretinin öğrettiğinden uzak, şeytan fısıltılarını yazmış olurlardı HAKK’a bağrını açtığından dolayı bembeyaz kesilen kâğıtlara. Zulüm başka nasıl okurdu ki Kalem ile kağıda... Çünkü okunmasını emreden, her ne okunacaksa, anlaşılacaksa dimağlarda ve sımsıkı kavranacaksa… ve bununla şuur oluşacaksa ancak kendi adıyla okunmasını emretmişti. O adın özü ise; yönetenin, yetiştirenin, sevk ve idare edenin kendisi olduğunun farkına varılmasıydı.
 
Bilinmez ise bunlar, o adı bilmenin ne anlamı var. Üzerinde bu vasıfları bulunduran şanıyla neyi yakıştırmışsa insana, yakışan şekliyle okunmasını istemişti, yazanlar için neden böyle olmasındı... yoksa okumak sadece metinde bulanının sese aktarılması mıydı? Okunan bu temelde okunmadığından değersiz ise, yazan ellerin vay haline değil miydi? Çünkü yaratan RABB’ın adıyla okunmayan her şey anlamsız bir okuma ise, kalemin sevk ve idaresini belirleyen RABB'ı ötelemek, bağrını HAKK için açmış nice kağıt ve kaleme zulüm olmayacak, yazmayı öğretene nankörlüğü ayyuka çıkmayacak mıydı kalem tutan ellerin? İşte o zaman kalem siyah kalacak, kağıdın beyazlığı hazan, kelamlar karanlığın neferi olacak, kalbi katılaştıran nakışlar işlenecekti. Ancak ne zaman yazan, mutahhar bir kaynaktan besleniyor, kalem ile öğretenin istediği şekilde başlıyorsa işe; kelam, kalem ve kâğıt kalplere aydınlıktı artık.