Mehmet TEKKAYMAZ
PARÇALANAN TAKVA, ÇOĞALTILAN RABLER
Hayatımızın tüm saniyelerinde sırra kadem bastı. Niyetlerimizi parçalara böldük, hayat girdabında karşımıza çıkan tüm sorumlulukları, farklı ideallere yamadık, ferasetimizi kurban ettik durmaksızın. Bir bütün halinde düşünülmesi gerekeni, bu hale getirerek, bölünmüş parçaları dayandıracağımız birçok rabbin çıkacağını düşünmedik, düşünemedik, belki de işimize gelmedi. Hayatımızı adadığımız birçok mihrakın sevimli yanlarını hatırlatırken şeytanlar bize, hoşnut olduk bu durumdan ve bu anlayışlarımızı idealize etmeyi çeşitli gerekçelere bağladık.
Kıt verilmiş olan ile sonuçlar çıkardık, hayata tutunmalıydık kendimizce. Yaşama sevinci içimizde sürekli olmalıydı. Ailemiz bizden hoşnut olmalı, çocuğumuz her istediğine ulaşmalı, ben varlığını tümüyle hissettirmeliydik hücrelerimize. Bize hükmedenler daha da yücelmeliydi gözlerimizin önünde, bu şekilde daha da güçlü hissedebilirdik, ezildikçe ayaklar altında. Rabbe karşı sorumluluk duygusunun özünü bozmamızın sebebi, zihinlere yer etmekte olan yaşam kaygıları, hayata yönelik anlayışlarımızdı. Öyle de oldu. İş anlayışımız, arkadaş ilişkilerimiz, aile hayatımız, yönetim zihniyetimiz… birçok yer takva bekledi bizden, farkına varmadan takvamızı parçalara ayırdık. Kendimize, ailemize, mahallemize, devlete karşı takvalı olmalıydık. Aslı astarında parçalanan takvamız değil, hayatlarımız olduğunu, içinden çıkılmaz hayat sorunları ile karşılaştığımızda fark etmeye başladık. İdare edilmesi gereken tekken, idarecinin çokluğu çatışmaya sebep olacaktı her zaman. Rabler çatışmaya girdi gönül meskenimizde. Şeytanların sunduklarını, başımızın üstüne koyduk. Şerefimizin vesilesi, vazgeçilmez amaçlar silsilesi haline getirdik. Bize hükmedenler de biz gibi oldular. Put haneye dönen gönüllerimizde ürettiğimiz birçok hoşnut edilecek insanlar, kurumlar var ettik. Bize biz gibi parçalanmış gönüller, anneler, babalar, arkadaşlar, işler ve birçokları hükmeder oldu.
İlk önce kişiliğimizi parçalara ayırdık. Önce kul olarak yaratılmış bir insan olmayı unuttuk. Ardından, ardından da diğerlerini izaha gerek kalmadı. Birçok çelişki hayatımıza hakim oldu. Kul makamındaki insan bozuldu mu, gerisini izaha da gerek kalmayacaktı. Ardından sıralanacaktı; aile, sülale, mahalle, şehir, ülke, dünya ve daha her bir sosyal alan, dahası da vardı, mahlukatın tümü…
Köküne dinamit koyulmuş bir kaya parçası gibi paramparça olacaktı her taraf. Rabbe karşı sorumluluk bilincini yitirdikten sonra, kulluk makamından çıktıysa kul, kul için yaratılan da, ardı sıra, kendisi için yaratılanı da, her zaman dibi görünmez kuyulara sürükleyecekti. Sorumluluğun kime karşı olduğu belirlenmeden, sorumluluğumuzun sınırları algılanamayacaktı zihinlerimizde. Bunun sonunda tüm alanlar rabliğini ilan etmeye başlıyordu hayatımızda ve böyle de oldu. Kimimize aile, kimimize makam, kimimize devlet hükmediyor, hayatı şekillendirecek olan bizi yaratan değil, sorumlu olduğumuzu hissettiğimiz merciler oluveriyordu.
Hayatı parçalanmış zincir taneleri haline getiren zihinlerimiz, birçok bilim dalı oluşturmaya başladı insana dair. Fesada uğramış bireyleri inceleyen insanlar, psikolojiyi, fesada uğramış bireylerin oluşturduğu toplumları inceleyenler, sosyolojiyi, uyduruk zihin ürünlerini oluşturanlar, felsefeyi ve daha birçoklarını. Ama hiçbiri yaratılmış olduğunu düşünerek, yaratılmışların en şereflisi konumuna yerleştiremedi insanı, kendince ürettiklerini çok görerek, ilahlaştırdılar zihinlerini, ama birçok zihinleri de küçümsediler. Kendince ürettikleri eşyadan mütevellit alet ve edavatlarını yücelttiler, yaratılmıştan ürettiklerini ilk kez yaratma kabul ettiler. Yaptıklarından ve yapacaklarından rabbine karşı sorumlu olduğunu unutanlar, rabliğe soyundular bu şekilde.
İnsansa meselenin özü, toplum içinde olsa da bireysel olsa da yapacağını yapmalıydı kaynağa dayandırılmış eylem bütünlüğünü. Aslında adı, başını da, sonunu da düşünmekti, bir yerinde feraset varsa, öncesinde de niyet vardı. Sonucun varlığını kendi elinde bulunduramayanın, sonuç endeksli bir hesabı söz konusu olamazdı elbette. Kime karşı sorumlu olduğunu anlamak için adında saklanmış bir sır aramaya da ihtiyaç yoktu. Nelerin coşkusunu, hüznünü, kederini, mutluluğunu yaşıyorsak, sonuca hükmeden, yaptıklarımızdan dolayı bizi ebedi mutlulukla anlamlandıran, özüne çelişkisiz, tüm yapılanlara yönelik anlam bütünlüğünü yerleştiren, sağlıklı zihinlerin, bedenlerin, gönüller garantisini veren rabbimizin rızasına yönelik yapacaktık oysa ki tüm yaptıklarımızı. Sorumlu olduğumuz merciinin rabbimiz olduğu sözü bunu ifade etmiyor muydu? Oysaki tercihlerimizde, birilerinin mutluluğunun, birilerinin bizi sevmesinin ne önemi vardı.
Zihinlere, bedenlere ve gönüllere karşı sorumluluğun dayanağı, yaratana karşı sorumluluktan kaynaklandığı takdirde, özümüzü huzura yöneltecekti elbette. Rabbe karşı sorumluluktan kaynaklanan huzur, toplumu şekillendirecekti. Çünkü toplumun bizle şekillenmesi sünnetullah gereğiydi.