25-03-2014 22:20

Kara Öz İle Acı Vat

Muhâfaza; saklayıp koruma, değiştirmeme, olduğu gibi bırakma, yürürlükte tutma demektir. Demek ki siz mevcut yapıyı, her şeyi aynen koruyacaksınız. Öyleyse bizim açımızdan mesele yok; sözün başındaki ifademi tekrarlayayım: “Sen benleştin.” Patagonya’da düzeni kim kurdu, kim koruyup muhâfaza ediyor, kim de niçin muhâlefet ediyor?

Kara Öz İle Acı Vat

Kara Öz İle Acı Vat

"Ortadoğu" ve Balkanların usta mizah yazarı Sayın YAZAR yazıyor...

Üç kısım, tekmili birden. Peşin fiyatına taksitle. Okuduk, okumadık, seyrettik, etmedik demeyin… Başlıyooor!    

“Besmele’yle başlayalım söze;

O, kimini sevindirip kimini üze.

Dosta varırız gülle,

Düşmana atarız gülle!”

Avrupa Kirliliği de denen Haçlı Birliği, Hasta Adam’ın mirası Patagonya’yı kendilerine benzetmek, kuyruklarına takmak için 15 ilâ 115 yıl arasında bir tarih verdiklerini sağır sultan bile duyduğuna göre siz de duymuşsunuzdur sayın kaarîler (“kaarîler”, okuyucular demektir; bu açıklama için alkış gerekmez, insanlık öldü mü canım? Bakın, sizi sözlüğe bakmaktan kurtarmış oldum; bu iyiliğimi unutmayın haa. Yazar, “bak ben Osmanlıca, hatta Arapça da biliyorum” deyip biraz bilgiçlik taslamak için bu kelimeyi kullanmış olmalıdır). Yazılı ve gizli Kopenhaç kriterlerine ne kadar uyup uymadığı, uymadıysa nasıl iyice bir uydurulacağına göre bu zaman belli olacaktır. Bu kuyruğa takılma tarihinin asırları bulmaması için Avrupa Kirliliği, Bay Şeytan’a danışmış ve hazır fırsat elindeyken, “öteki” durumundaki Patagonya’yı “kendi”lerinin durumuna getirmek için bir dizi etkinliğe karar vermiştir. Basîret ve Ferâset adındaki iki haber alma teşkilâtı üyemizin bildirdiğine göre, yakın bir zamanda “lightmüslümanlık”, “içi boşaltılmış, etkisiz hale getirilmiş müslümanlık” demeye gelen muhâfazakârlık artı demokratlık, merkezden çevreye doğru, müslüman olduğunu söyleyen herkese benimsetilmeye çalışılacaktır; Avrupa artı Amerika, bu konuda, yazmayanların yazması, yazarların azması ve tuzakçıların kazması için hiçbir masraftan kaçınmayacaktır. Bu yardımları Patagonya’yı sevdikleri için fedâkârca yerine getirecekleri, gerektiğinde kendi müttefikleri olan arz-ı mev’ud rüyası gören yaramaz çocuk (kendileri için yarar, eli öpülesi ihtiyar) tarafından GAP bölgesindeki yerleri satın alarak herkesin, özellikle baştakilerin hoşlandığı yeşil parayı (bu, tehlikeli olan yeşil değil, Amerikan yeşili, muhâfazakâr yeşili), yani dövizleri saçmayı, Patagonya’yı iyice bir kurtarmak, kendi aralarına alıp iyice sevip öpmek… için yapma kararı almışlar, bunu uygulamaya başlamışlar. “GAP’ı gaptırmam, köprüyü sattırmam” diyenlerin ecellerini bekledikleri için seslerinin çıkmadığını, silâhlı veya bol ilâhlı güçlerin baş müttefiki olan piyonist çeteleri kendilerinden saydıklarından bu alışverişten memnun oldukları haber alınmıştır (aslı yoksa, haber verenlerin günahı, biz sadece Basîret ve Ferâset tarafından derlenen haberi aktardık).    

Sahnede oynanan oyunu gören Sayın Yazar, sözlerini şöyle sürdürdü: İşte, ülkeyi iktisâden kendilerine bağımlı, ahlâken ve dinen kendilerinden farksız yapmak için ha bire içten ve dıştan gösterdikleri sevecen gayretlerin… (âferin yazar efendi, nihayet sadede gelebildin; bu kadar uzun giriş olur mu, sen ne biçim yazarsın?) (Sus, ey içimdeki ses, bu giriş olmadan yazının mizahı eksilse de mesajı yeterli olmaz!), hâ ne diyordum, yukarıdaki yardımlar cinsinden her çeşit gayreti gösterenler var. Seve seve uydurup uyum göstertelim diye çok sevdikleri paralarını saçmaktan çekinmeyen cömert Batılılar var. Etkili ve yetkililer tarafından dost ve müttefik kabul edilen bu ülkeler tarafından tespit edilen, Patagonya’nın en önemli ihtiyaçlarından birinin doğum kontrolü olduğunu tespit edip meccânen birtakım şeyler dağıtacakları, okullarında dini kültür olarak, ahlâkı da bilgi olarak çocuklara yutturmaya yarayan dersin, kafa kâğıtlarındaki (tabii kafalarındaki) müslümanlık kimliğinin bu çağa ve Avrupalılığa yakışmadığını bizi sevdikleri için değerlendirmişlerdir. Buna benzer yardımlardan çekinmeyeceklerini vatanperver şekilde, yılışık tarzda, ama patron ve büyük birâder tavrıyla göstermişlerdir. Biz sizden daha zenginiz, daha enginiz ki biz size uymaya değil, siz bize tâ Tanzimat’tan bu yana uymaya çalışıyorsunuz. Eh şimdi biz de sizi iyi bir uyduralım. (20. asrın yarılarına kadar süren müstemleke/sömürge ülkeleri nasıl güttüğümüzü biz biliriz; öğrendik ki, sömürgecilik hem çok pahalıya mal oluyor, hem de oradaki halkı kendinize dost edemiyorsunuz; darbenin de, işgalin de, sömürgeleştirmenin ve kendine bir güzel benzetmenin de postmodern olanını icat ettik; hatta şimdilerde bir Efendi sayesinde dostmodern olanını da uygulattık.) Hâ, bütün bu yardımlar sırf Allah rızâsı (pardon, sizin hatırınız) için, unutmayın olur mu? Zehirli yılanın avını sevdiğinden bile çok sevdikleri direkt veya dolaylı işgal ettikleri Afganistan, Irak gibi, Patagonya’yı da çok sevdiklerini, büyük şeytan üzerine yemin ederek söylüyorlar, kırmızı başlıklı kız rolündeki ülkelere. Aynı şekilde yardım cinsinden, Patagonya’nın çevresinde Ortadoğu (ne demek doğu, Ortadoğu, dünya yuvarlak değil mi, doğu neresi, batı neresi, kime göre doğu, ortadoğu? Tabii kendilerine göre) doğu, doğunun ortası denilen yerlere de; “bak ne güzel müslümanlık! Demokrasiyle, putlarla ve Batı çıkarlarıyla uzlaşmış cici müslümanlık” Gelin siz de Patagonya’ya benzeyin! (Zaten benzemek istemezseniz ham ederim, özgürlükçü ve hümanist gösteren maskemi çıkartır, vampirliğimi ve yamyamlığımı size karşı da gösteririm!) Bu, kendilerine benzettiklerine benzetmek için, koyu renk kabul edilen yeşilleri renksizleştirmek, ya da çok renkli hale getirmek için bazı yeşiller saçmaktan çekinmeyen Patagonya ve komşularını candan seviciler var. İşte bu sevenler (sevsinler böyle sevmeyi…) ve yardım sevenler Patagonya’yı çevre ülkelere model ve örnek gösteriyor, etkili ve yetkili olduğunu zanneden, gaza gelen kuklalar, maşa olmaya bırakın itiraz etmeyi, sevinip övünüyorlar. “Vay be biz neymişiz, falan lider benim dostum, bana ismimle hitap etti biliyor musunuz? Ben de onun koluna girdim, yanında bacak bacak üstüne attım. Aslında, biz onları içimizde eritiriz, biz var ya biz Osmanlı çocuklarıyız, bak bir -28 asır geçsin-, yavaş yavaş adını bile telaffuz edemediğimiz şeriatı getireceğiz, onlar bizi gâvurlaştıramayacak, onları biz müslüman edeceğiz, kendimize benzeteceğiz…” Eh, Allah ömür verirse görürüz diyemezsiniz, sizin yerinize 184. torununuzun göreceği günlerle teselli olun. Yavaş yavaş gelecek denilenin gelmesi için, ona doğru adım atılması, ona yaklaşılması gerekiyor. Ama hızlı hızlı Avrupalılaşıyor ülke.

İçimdeki ses (eh, okuyucuyu temsil eden sese de “içimdeki” dedi ya yazar, aşk olsun!) lâfa balıklama dalarak diyor ki: “Eee, nerede kaldı, bizim Karagözümüz, Hacıvatımız, Başlığın dediği gibi Kara Özümüz? Yazar, şimdi sayıları pek kalmadı ya, eski Eminönü işportacılarının bir zamanlar bir jilet satmak için küçük bir yılanı kavanoz içine koyup, “az sonra bu yılanı oynatacağım, şarkı söylettireceğim” deyip önce jiletleri pazarladıkları, yılanı da ağız kalabalığıyla unutturmaya çalıştıkları gibi, yazar da sağ gösterip sol vuruyor, kaptırdı kendini, Acı Vat yazıya girmek için sabırsızca sıra bekliyor.”

Geliyorum, geliyorum oraya, ama trafik çok sıkışık; biraz geç oldu, ama giriş köprüsünde tıkanıp kaldım. Vallahi billâhi birkaç cümle sonra oraya geliyorum, az daha sabredin. Hatta, halk ciddi yazılardan pek etkilenmiyor; ciddi olmadığı sanılan bu yazılara ciddi tepkiler, yorumlar gelirse bakarsın yazının ikincisi, üçüncüsü gelebilir; bir perdelik olmaz Kara Öz oyununu, Kara Öz’le Acı Vat’ın bizlerle oynaması ve bu oyunun hikâyesi.

“Yazar Efendi, hâlâ kendini savunuyor, bizi câhil yerine koyuyorsun; bak kızdırma biz okuyucuları, ne yapacağımızı biliriz ha… Ne mi yaparız? Yazıyı okumaktan vazgeçeriz! Nerede bizim Kara Öz’le Acı Vat’ımız? Biz oyu, oyunu çok severiz. Maç, futbol, yetmez! Kahvelerdeki kumar bizi kesmez; Altılı, İddaa ile iş bitmez. Bize çeşit çeşit oyunları sevdiren Acı Vat’lar da: “Ver oyunu, gör oyunu” der. Oyunun dışındakiler de oyunbozanlık etmemek için bizi uyarıp “oyla, oyalanmayla oyuna dalanlarla dalmak için gelmediniz imtihan dünyasına” demez.

Sayın Yazar: Efendim, “dost ve müttefik” ve dahi cömert ve de yardım sever ve Patagonya’nın halkını kendisine bir güzel benzeterek, uydurarak kendi aralarına almayı lütfen kabul eden Batı cenapları, Kopenhaç’ta kararlaştırdıkları gizli kriterlere göre, halkında çok sayıda müslüman olan ülkeler için bir büyük iyilik düşünmüşlerdi. Neydi, Esoşeyti Pres mi ne o ajans da rivayet etmişti hani, bu ülkenin müttefiki olduğu rivayet edilen kocaman ülkenin bazı ajans denilen râvilerine göre, yakında beklenen Mehdî gelecekti. İktidar da yönetimi Gülen Mehdi’yle paylaşarak yavaş yavaş Amerika’dan gelecek kurtarıcının gelmesi için zemin hazırlıyordu. Halkın “yavaş yavaş getirecekler” dediği o idi. Halkın değilse de yönetimin dost ve müttefiki, Pensilvanya çiftliğinde bizim için Mehdi hazırlıyordu. Tüm işaret fişekleri gözükmüş; gelmek üzere, gelecek, geliyor, gel…(di) denilmek üzereyken, bir de baktı hökümet, dış güçler Mehdi diye canavar beslemişler. Neredeyse ham edecekti “boşbakan”ı. “Boşbakan”, baş yakan olmaya mecbur olmuştu; Saçı sakalı “F tipi”ni andıranları daha önce baş tacı ederken, şimdi onların başını yakmaya çalışacaktı. Zaten kendi ifadesiyle ne istedi ise vermişti, koalisyon ortağı kabul etti. Bir ona, bir kendisine; kardeş payı. Kendisine tersane ona dersane, oğlana Boğaz’da yat ona Amerika’da kat. Diyalog dediler, sadece onunla diyalog kurdu, hoşgörü dediler, her yaptığını hoş gördü, başka cemaatleri boş gördü. Daha ne yapsın; onun gibi bedduaya mı çıksın? “Aha, eline dizine dursun e mi, Pensilvanya’n denize batsın. CHP’li olasın e mi?” Bazıları bu yardımlaşmaya şirk dediler. İlâhlaştırılan devlet de şerik kabul etmiyormuş, görüldü. Allah’a şirk koşanlara kimse yan gözle bakmıyor, ama devlete şirk koşturmaz devletlüler. Patagonya başta olmak üzere bütün Ortadoğuya uzlaşabileceği ve bu muhâfazâr demokratlığı beğenmeyenleri de uyum için uyduracağı böyyük bir lidere, uluslar arası, yani ümmetçi halifelere, mehdi ve İsa’lara ihtiyaç var. Her türlü fedâkârlıktan ve maddî finansından çekinmeyen sevgili Batı, müslüman ümmetin ihtiyacı varsa, onu da biz hallederiz deyü, Halife ya da Mehdî çıkaracaktı. İsa (a.s.) gökte yaşadığına ve gökten ineceğine (!) göre,  Artık gökten uçakla mı gelmeli, paraşütle ak minarenin şerefesine mi indirilmeli, son rötuşlar yapılıyordu.

“Eee, hâlâ mı trafik açılmadı, Kara Öz yolda kaldı? Yazıyı Kara(g)öz’süz bir-iki cümle daha uzat, okumayı bırakıyorum vallahi…”

Yazar: İşte, bu başrol oyuncusundan önce, sahneye eğlendirici küçük sanatçıların gelmesi ve halkı sahne alacak büyük sanatçıya hazırlaması ve halkın gazını alması için, hemen herkesin sevip kabullendiği Nasıl Ettin Hoca’lar, Kara Özler gelmeliydi.

“Oh be! Rahatladım, nihayet Kara Öz’ün ismi çıktı, ama ben olmasaydım, sık sık araya girmeseydim, yazarı tehditlerle mecbur etmeseydim, siz bu sayıda Kara Öz’ün K’sını bile göremezdiniz. İyi de neredeyse sayfalar dolmak üzere. Vallahi, bu yazıda Batı var, İsa, Mehdi var, akçası ve akçesi var da Kara’sı Kara Öz’ü hâlâ yok, sadece “geliyor, gelecek” diye bir-iki ilân, hepsi bu. Yazar bizi kandırıyor mu yoksa? Yazar efendi, jilet mi satacaksın yoksa?”

Yine sözüne kaldığı yerden devam eden sayın yazar (yani ben oluyorum, başkaları sayın demiyorsa ben bari kendime sayın, pek sayın diyeyim)  dedi/yazdı ki: Kara Özler gelmeliydi de, öyle Orhan Gâzi veya Yıldırım Bayezid zamanında Bursa’da yaşayan Orhan Câmi veya Ulu Câmi inşaatında çalışan, dolayısıyla kılık-kıyafeti, sakalı, câmi inşaatında çalışmasından dolayı câmiyle, müslümanlıkla ilgili kültürü ile gelmesi, kaş yaparken göz çıkartabilirdi. Onların nasıl getirileceği çok zor değildi Batı için, ama hangi kimlikle getirileceği önemliydi. İşin ikinci basamağını halletmeden birinci basamağına başlamak riskli olduğu için, Patagonya’da son yıllar Ramazan’larda halkı terâvihten, Ramazan’ı ibâdet ve takvâ ayı olmaktan çıkaran bir rol üstlendirmekte ustalık gösteren medya ve bağlı bulundukları holdingler ve onların da arkalarındaki etkili ve yetkili ve derin güçlere yasalar ve yasaklar çıkarttırmalarına, uydurulmak istenen ülkenin, Karagöz’ü modern yasalara uydurmaları gerektiğine karar verdiler. Bu hinliği, pardon cinliği akıllarına getiren büyük şeytanın da yardımı unutulmamalıdır. Karagöz’ün ülkeye geleceğini, işbirliği içinde bulunduğu müttefik Si AEy tarafından haber alan bakanların ve bakmayanların üstündeki yasa yapan derin güçler, Yök ya, anamasa ve sargıtay ve o biçim medya tarafından aldığı güç ve rüzgârla kılık-kıyâfet ve devrimleri ihyâ yasaları çıkardı. Böylece ülke, böyyük dost ve müttefik Yu Es Ay’daki (USA demek istiyor, ama diyemiyor -mu- yazar) Demokratlar ve Cumhuriyetçiler şeklinde uygulandığı gibi, ülke biri kara, diğeri ak iki güç, birbirlerini dengeleyerek halkın sırtına oturtulmuş tahteravalliye binip inecekler, demokrasi oyunu, kukla oyunu olan Karagözle Hacıvat’a benzeyecekti. İsimler ve kıyâfetler önemliydi, devir zaten imaj devri, çağ modern çağ, zaman Avrupa treninin arka vagonuna nasıl edip yapışmak zamanıydı. Demokrasinin ve uyumun ihtiyaç duyduğu canbaz olsun diye bir yasa tasarısı hazırlanıp kaşla göz arasında “kabul edenler, etmeyenler? Edilmiştir” el çabukluğuyla kabul edilivermişti. Ne, bu yasadan haberiniz mi yok? Zaten sizin neyden haberiniz var ki?!“Bizim sizin bilmenizi istediğimiz şeyleri, bizim istediğimiz kadar duyar ve bilirsiniz; ajanslar, medya, yönetimler, derin ve çukur devlet bizim elimizde. Siz vitrine, oyuna bakın durun, biz içine ve oyuncuyu yönlendirmeye çalışalım!” diyen yetkili şahıs, müslüman halkın anasının ağlayacağını şimdiden görüp kıs kıs gülüyordu. Ve böylece ülkeyi yönetecek kuklalar olarak meşhur kukla oyuncuları dinsel (pardon siyasal) simgeyi çağrıştıran giysileri çıkartılacak, başlıkları atılacak, medeniyet yuları takılacak, sakalları tıraş edilecekti. Bu operasyon yumuşak biçimde yavaş yavaş uygulanacak ve sıra isimlerinin değiştirilmesine gelecekti. Tahteravallideki oyunculardan birinin adı Hacı İvaz/d’dan galat “Hacıvat”ın Hacı’sı dinsel çağrışım yaptığından dolayı (ee, o kadarcık istismar da olsun hani) iktidar rolünü oynayana hacılık unvanı verilecek, çok atıp tuttuğu, devamlı nutuk attığı için Acı Vat, diğeri ak’ı temsil etmediğinden, kimse kimsenin kara gözüne, kara kaşına hayran olmadığından ve arkadaşının ismi değiştirilirken bak, diğer meslek liselerini de (pardon kere pardon, bu okullar da nereden çıktı?) Karagöz ismini de değiştirmek gerekiyordu, oyun böyle oynanır, kuklalar böyle oynatılırdı. O, ak’ın karşıtı idi, Acı Aat’ın ak dediğine kara demek zorundaydı. O ak değildi, hem de özüyle de; o yüzden diğer kuklanın adı Kara Öz oluyordu.

Bu alt yapı oluşturulduktan sonra, teknolojik ve iletişim aygıt ve eğlenceleriyle, özellikle de kitle imhâ silâhı ve Batının içimizdeki ajanı olan Hollywood filmleri ve TV programlarıyla Batılılar gençlerimizi ve her yaştan insanımızı kendilerine bağımlı hale getirdi. Play station, internet, sinema, VCD ve benzerleri, bir yandan afyon, bir yandan da oltadaki yem görevi yaptı. İnsanımız mı oyuncakları, oyuncaklar mı onları oynuyor, tartışılacak şekilde hayatı oyuna çevirdi. Bu oyunun arkasında başka oyunlar vardı. Planın ikinci aşamasına geçilebilir artık denildi. Sahte kahramanlardan, gerçek kahramanların sahtelerini piyasaya çıkarma aşamasına gelindi. Halk arasındaki popla, topla, filmle, diziyle düş(ün)en, yani gözüyle düşündüğünü sananların anlattığına göre “Batı bu beyim, yapar; sanal bir dünya oluşturur. Adamlar zaman tüneli icat etmiş, 500-600 yıl önce yaşamış Karagöz ve Hacıvat’ı bu zamana ışınlamış ve iyilik olsun diye modern ülkemize armağan etmiş.” Ama araştırmacı yazar (öhö, öhö; kendimi övmek gibi olacak, ama ne yapalım gerçek böyle) Ortadoğunun ve Balkanların en büyük mizah yazarı (henüz mizah yazdığı yok, ama bakın deneme yapıyor, o da olacak) yattığı yerde yaptığı büyük araştırma neticesinde bunun böyle olmadığını oyunun oynandığı yerde (“yatağında hayal kurduğu mekânda” olacak, ama çaktırmayın!) bu site çin keşfetti. Aslında keşfetmenin yolu, ona göre zor değildi. Sanal dünyadan sıyrılıp (bunun için Matrix olmaya gerek yok, zâten o da sanal ve hayal!) gerçek dünyada yaşadığını fark etmek, kullara kulluk yapanların oyunlarının, yalanlarının arkasında ne yattığını görmeye çalışmak oyunu görmeye ve hatta bozmaya yeterdi. Bay Yazar’ın sizler için her türlü fedâkârlığı göze alarak (göze nasıl alınır, göze fedâkârlık nasıl konur, onu bilmiyor ama, olsun!) yaptığı araştırmaya göre, Batılılar hep yalan söylüyor. Hem, bu zaman makinesini de, bundan en az 10 asır önce bu ülkenin tasavvufçu, tarikatçı evliyâsı icad etti, bilmiyorlar mı? Bu makinenin adına “tayy-i zaman” deniyordu. İlk füzeden hızlı uçağı da evliya icad etmiş ve binmişti; ona da “tayy-i mekân” adı verilmişti. Denizde ilk yürüyen, havada ilk uçan da bu toprakların evliyâsıydı, Batılılar nâber? Ama bu müthiş buluşları, mûcitleri müslüman sayıldığı için icatlar tarihine ve de Guinnes rekorlarına geçirmiyor kefereler, yaa; dudaklarınız uçukladı değil mi Batılılar ve bâtıllar?! (Bu sözde evliya adı verilen gerçek dolmaları bu sitenin okuyucularına yutturmak biraz zor, ama, yerlerse)

Batılıların bu iki perde kahramanını zaman tüneliyle ülkemize getirdiği katmerli yalandır, yalan! Kara(g)öz’le (H)acıvat, aslında bir kukla oyunudur; canlı değillerdir ki, zaman tüneline konulup 5-6 asır öncesinden zamanımıza getirsinler (Evet, kimsenin akledemediği bu müthiş buluşumun, benim zekâmı ortaya koyduğunu lütfen takdir et sayın okuyucu. Etmezsen küserim bil). Her Ramazan’da, işi oruç, ibâdet, takvâ gibi hususlardan eğlenceye döndürmek için her çeşit tv. ve de Acı Vat partili belediyeler, kurdukları çadır tiyatrolarında teravih vakti bu kuklaları (ve de kuklaya bakanları) oynatırlar. Gerçekle hayal ve sanal’ın arasındaki farkı göremeyen “banal”lar (ferâseti olmayanlar demek istiyor yazar bu kelimeyle, hâlâ mı anlamadınız? En azından anlamış gözükün, halkın yaptığı gibi). Batının cafcaflı yalanlarına, filmlerine inandıkları gibi “âmentü” diyor, Batılılar tarafından pop ve top kafalı yapılan, uyuşturulan insanımız. “İyi de başkaları niye göremiyor?” diyecek olursanız, kimse işten, maçtan, dizi dizi diziden, yani oyundan gözlerini ve akıllarını ayıramıyor ki, baksın. Baksa onlar da görecek. “Pek sayın yazar nasıl gördü?” mü diyorsunuz? “Herkesin baktığı yerin tersine baktığı için mi?” Belki de. Bazı şeyler bakılan yere göre değişir, küçük açılar bile önemli olur bazen diyor, büyük bir filozof, pardon o, filozofluktan nefret eder; hikmet erbâbı olarak. “Onun ölümsüz mizahî eser(ler)i Türkçe, başka dillere tercüme bile edilmedi” diye onun şimdilik tek mizahî eseri olan bu satırları sakın ha küçük görmeyin (Zâten bu yazıları, gözünüz, olduğundan küçük görürse, okuyamazsınız). Benim bir sürü zahmete katlanıp sağ elimi sol kulağımın hizasında tutarak yazdığım bu müthiş yazıları okumak isteyen yabancılar Türkçe’yi öğrenip yazarı kendi dilinden okuma zahmetine katlansınlar; okumanın da bir bedeli olmalı değil mi canım!? Her tercüme ve sadeleştirme üslûp özelliğinden çok şeyler kaybettirir değil mi ya! Bay Yazar’ı okumak ise daha çok bedel/zahmet ister. Haydi, siz Türkçe’yi bilenler çok şanslısınız, şükredin; Sayın Yazar gibi yazarlarınız var ve siz onu kendi dilinden okuyup anlayabiliyorsunuz.             

Ve sahneye çıktılar Kara Öz’le Acı Vat. Kara Öz’ün anlamı kolaydı. Özü, vicdanı, inancı kara olan. Acı Vat ismine gelince, herkesin bildiği gibi o iyi atar, yani nutuk atar, ona buna çatar, atar-tutar. O yüzden “Acı Vat” denilmiş, Hacıvat yerine. Ulemanın icmâ ettiği en sahih görüş bu; günümüzün saray ulaması kabul edilen Yanet İşleri de aynı görüşte. Ve herkesin başbakanı olsa da esas olarak başörtülü “bacı”ların ve onların babaları “hacı”ların “acı”larını nutuk atarak dindirdiği, bu tür kerametlerine çokça şahit olunduğu için Acı Vat denilmiş bu böyük zata, esah kavil bu. İsmi Acı Vat oldu ki, halk bir harf değişikliğini çok önemsemez, geri tepebilecek oyun tutsun, değiş(tir)im yavaş yavaş yapılsın. Hâsıl-ı kelâm kravatı ve takım elbisesiyle sahneye çıktı Kara Öz ve Acı Vat. Haydi, alkış… (Hey sakallı radikal, sen niye alkışlamıyorsun? Sahnede oyun mu sergileniyor? ‘Tabii oyun sergiliyor’ mu dedin? Sus, tıkarım ha! Her ikisini de alkışlaman gerekmiyor, ülkede demokrasi var, biz karışmayız; ister onu alkışlarsın, ister diğerini. Oyun bozup hiç birini alkışlamamak diye bir hak olmaz, bu olsa olsa irticâ olur.)

Sergilenen Kara Öz oyunu sandıkta. Perdede değil mi? Perdenin arkasındaki sandıkta.

Bütün bu rivâyetlerin mizah ve hiciv gereği övgü veya yergi olma ihtimâlinden dolayı siz tüm bu rivâyetleri pek ciddiye almayın, olur mu? (Olur, olur!) Karagöz piyeslerinde perde kapanırken, eğlence olsun diye bazı sözlerin dostları incitmesinden endişe edilip özür dileme sadedinde ve sırf latîfe olsun diye söylenip fazla ciddiye alınmasın, hoş görülsün diye; “her ne kadar sürç-i lisan ettiysek affola!” denir. Bilindiği gibi hicivsiz mizah olmaz. O yüzden bu tür yazılar kalemle değil, iğne ve taşla yazılır; Dostları iğnelemek, düşmanları taşlamak için. Yazar iğneyi kendine batırmaktan bile çekinmez (‘of, iğne yarasından her yanım delik deşik oldu!’ Çaktırma yazar, biz biliyoruz bu iğne yaralarının çoğu içi ağrı kesici dolu şırınga cinsinden iğneler…) Sözün girişinde Sayın Yazar, böyyük şiirlerinden birini inşâd ederek ne demişti, haa ne demişti? “Dosta varırız gülle / Düşmana atarız gülle” dememiş miydi? Ne çabuk unuttunuz? Belki içinizde bilmeyenler vardır; insanlık ve öğretmenlik icabı öğretmiş olayım; ben çok gül gördüm, bilirim: Gül dikensiz olmaz, gerçekten olmaz. Gülü seven dikenine katlanacak. Ha, siz Çankaya’daki (Ezan kaya değil, Çan kaya) gülü de sevmezsiniz belki, o zaman dikenlerine de katlanmak istemezsiniz. Size de yaranılamıyor. Demokrasi denilen bahçedeki güller nylon olacak tabii, bir de güzel kokmasını mı bekliyorsunuz? Gülün değilse de, gül bitsin diye dökülen gübrenin kokusu seçimlerden sonra daha bir duyulacak.

Sayın Yazar der ki:  Söze Besmele’yle başlayalım. Filistin’deki genç mazlumlar gibi, biz de zâlimleri, tâğutları taşlayalım…

Kapanmayan perde açılır…

Acı Vat: Aaa, sen de kimsin?

Kara Öz: Ben asırlardır baş kukla kahramanı Karagöz, şimdiki adım ve versiyonumla Kara Öz. Beni tanımayanı ben hiç tanımıyorum! Ya sen kimsin? Bu sahnede işin ne?

Acı Vat: Aşk olsun dostum! Altı asırlık arkadaşını tanıyamadın mı? Ben Acı Vat, eski meşhur adımla Hacıvat. Ne olmuş sana? Böyle Frenk elbiseleri içinde, boynuna bağladığın bir fular ve sakalsız suratınla ben seni yabancı biri sandım.

Kara Öz: Ben aslıma döndüm. Olduğum gibi görünüyorum. Ama asıl sen kendine bak, taklitçi!

A: Ne olmuş bana, ben kendime niye ve nasıl bakayım?

K: Ben senleşmedim; ama sen benleştin. Kılık-kıyafetinle, davranış ve icraatlarınla benim bir kopyam gibi olmuşsun.

(Perdenin arkasında konuşmaları dinleyen Sayın Yazar burada bir açıklama gereği duyarak seyircilere şu bilgileri verir:) Her dönemde beyazları temsilen sahnede başrollerden birini oynadığını sanan kuklacı, tam zıt karakter olan siyahlar gibi davranır, zift gibi karalara boyanır. Bunun yanında, elinde takılacak fişi olmayan ampul, her tarafı aydınlattığını iddia eder. Artık referansı Kur’an değildir; kutsal kitapları eline tutuşturulan Kırmızı Kitap, Nutuk, Anakasa, Patırtılar Kanunu ve de Kopenhaç kriterleridir.)

A: Efendim, bendeniz…

K: “Ben Deniz” mi, öyle benleşmişsin ki, selefimin (benden önceki Kara Öz’ün) ismini bile kendi ismin sanıyorsun, hah hah haaa…

A: Yanlış anladın Karaöz’üm, ben kendimden bahsederken, kibarlık olsun diye “bendeniz” diyerek sözüme başlamıştım ve diyecektim ki…

K: Peki “bendeniz” ne demekmiş a Acı Vat?

A: Efendim, “bende” Farsça bir kelimedir. Aslında bağlı demektir. Esir ve kölelerin bağlarından dolayı köle anlamında kullanılır. Kibar insanlar muhâtaplarına “köleniz, âciz hizmetçiniz, bağlı kulunuz” anlamında kendilerinden “bendeniz” diye söz ederler.

K: Şimdi oldu. İtiraf ettin ki sen benim kölemsin, bağlı hizmetçimsin. Unutma bunu. Az önce “sen benleştin” derken bunu söylüyordum. Sana başrol oyunculuğu verseler de bu sahnede sen bana bağlısın, benim hizmetimdesin. Kibar oğlan, benim sana bir usta nasihatim olsun, sen bana da, yukarıda Sayın Yazar’ın saydığı güçlere de hep “bendeniz” diyecek ve “bende” olacaksın. Yoksa gerginlik çıkarıyor, kibarlık yapmıyor diye vatandaşları Taksim’e doldururum ona göre…       

A: Aman dur, bağırma, ne istersen söylerim, ne dersen yaparım, yeter ki Taksim’i rahat bırak.

A: (Sözüne devam ederek, ama sözü değiştirmeyi de tercih ederek:) Ama unutma, benim patırtım Ak’dır. Karalarla, karalamalarla bir işim olmaz.

K: Öyle mi? Sen Patagonya’nın zencilerini temsil ettiğine göre, onlardan oy alıyor, onları oyalıyor olduğun müddetçe sen ap ak kalacağını san. Hem, sahi, sen Karadenizli değil misin? 

A: Tencere dibin kara, seninki benden kara. Sen karaların, heykel adamın temsilcisisin.

Sayın Yazar: Karaöz’e niye kara denmiştir, herhalde bilirsiniz. Hep karayı temsil etmiştir de ondan. Tek patırtı dönemlerindeki onun yaptığı halka zulüm ve baskılar Kara Kitap adıyla kitaplaşmıştı. Şimdiki koltuğun halefi olan ihtiyara da eskiden Kapkara Oğlan diyorlardı. Ama o da aklığa soyunuyor, “ak günler” diye türkü tutturuyor, beyaz güvercinler uçuruyordu. Beyaz oğlanlarınsa kerâmeti de kendinden menkul, ismi de. Sadece bir ad ve iddia. Amerika denen karanlıklar ülkesi, Cumhuriyetçiler ve Demokratlar adı verilen iki partiden birisi ile yönetiliyor. Tahteravalliye binenler gibi, sırayla halkın sırtına bir biri biniyor, bir diğeri. Uydu gibi gördüğü ülkelerde kuklaları da böyle olsun istiyorlar. Adında veya söyleminde Cumhuriyet ve Demokrasi olan iki binici…     

K: Benim unvanım olan “kara” güzel bir renktir. Yâ Şer Nârî bile halka açık bir kukla gösterisinde benim halefime “Karayağız delikanlı” demişti. O günler yedikleri içtikleri ayrı gitmediğinden olsa gerek; “boğazında haram lokma olmayan” diye de eklemişti. Hem, vatan toprağı da kara topraktır, ak toprak değil; biz bu vatanın kara sevdâlısıyız, ak sevdâlısı olmaz zâten. Futbolcular bile karambolden gol atarlar, akımbolden değil. Çocuklar karamelayı çok severler, akmelayı değil. Sevenler birbirine karanfil verirler, akanfil değil. Halkımız ulaşımı çoğunlukla kara yoluyla yapıyor, ak yolla değil. Ülke kararnâmelerle yönetiliyor, akarnâmelerle değil. Halk hangi oyuncuyu seçecek, ona karar verir, akar değil. Karadenizli halkımız kara lahanayı çok sever, ak lahanayı değil. Hem…          

A: Yeter, Karaöz yeter. Devamını ben sayayım: Sende, senin anlayışında karakol var, akkol yok; karamsarlık var, akımsarlık yok; karabasan var, akbasan yok; karavana var, akvana yok; karabaş var, akbaş yok; karanlık var, akanlık yok; karaborsa var, akborsa yok, karalama var, aklama yok. Bütün bunlara ne diyeceksin? Haydi şimdi sen söyle bakalım: Niye hareketli kimseye aktif denilir de karatif denilmez? Aktualite var, karatualite yok; akupunktur var, karapunktur yok; akvaryum var da karavaryum yok; akademi var, karademi yok, akarsu var, karaarsu yok; akasya var, karaasya yok; akıl var da, karaıl yok, akrabâ var, kararabâ yok; akrobat var, kararobat yok; akşam var da karaşam niye yok? Aksırık denilir de kara sırık niye denilmez? Aktör bilinir de karatör niye bilinmez? Hem…

K: Devamını da ben sayayım: Sana aksi denilir, ama karasi denilmez. Hareket anlamında (özellikle Ortadoğuda) aksiyon var da, kara siyon niye yok? Akrep var, kararep niye yok? Yankı anlamında akis denilir de kara is denilmez. Akbaba var da karababa niye yok, değil mi canım? Aksak var da, karasak niye yok? Hem kefen rengi olduğundan beyaz bana ölümü hatırlatıyor. Beyaz, teslim bayrağının da rengi değil mi ha, söyle değil mi?    

Sayın Yazar: Demek ki Patagonya Kara ile Ak’ın kıskacında ezilip gidiyor. Üstünde/kuzeyde Karadeniz, güneyinde de Akdeniz. Ne yeşil deniz var, ne de yeşili savunan. Kimin neyi savunduğu, ak ve karanın ne olduğu pek belli bile değil. İşte böyle; bu oyuncularr böyle basit konularla uğraşırlar. O Kitab’ı yok sayarak bâtılı hâkim kılıp beşerî ilkelerle yönetme konusunda birbirlerinden pek farkı olmadıkları halde seyircilere “tartışıyor” havası estirirler. Akla karayı ayırt edememekten daha kötüsü, bile bile gerçek ak’a kara karıştırıp gerçekleri gizleyen, daha kötüsü kapkara ile hükmeden ak insanlar, seyirciler tarafından alkışlanır. Birinin kapkara olduğu genel kabul görür de, diğerinin de Akbank kadar ak olduğu kabul edilmelidir; evet Akbank kadar ak. Alkışlayanlar, öylesine kendilerini oyuna kaptırmışlardır ki, Allah’ın indirdiğiyle hükmetmeyen tağutları desteklediklerini düşünmezler bile. "Allah mü'minlerin velîsidir. Onları küfrün ka­ranlığından imanın aydınlığına çıkarır. Kâfirlerin ve­lîleri/dostları ise tâğutlardır. Tâğutlar onları nurdan/aydınlıktan karan­lığa çıka­rır. İşte onlar ateşin arkadaşıdırlar ve orada ebedî kalacaklar­dır."(2/Bakara, 257)

A: Biz var ya biz, muhâfazakârız, bunu böyle bilin; siz değilsiniz.

K: Olmayan şey muhâfaza edilmez. Demek ki siz mevcûdu muhâfaza etmek istiyorsunuz.

A: Yani ne demek?

K: Muhâfaza; saklayıp koruma, değiştirmeme, olduğu gibi bırakma, yürürlükte tutma demektir. Demek ki siz mevcut yapıyı, her şeyi aynen koruyacaksınız. Öyleyse bizim açımızdan mesele yok; sözün başındaki ifademi tekrarlayayım: “Sen benleştin.”

Sayın Yazar: Patagonya’da düzeni kim kurdu, kim koruyup muhâfaza ediyor, kim de niçin muhâlefet ediyor? Bütün bu sorular üzerinde düşünmek; oynanan oyunu ve oyuncuları teşhis için çok önemlidir.  

Her ne kadar sürç-i lisan ettikse affola. Yıktın memleketi eyledin viran. Gideyim sahibine haber vereyim heman. (Sahi, sahibi kimdi bu memleketin?) 

YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !