Bünyamin ZERAN
KELİMELERİN EDEBİ
Sözler kılıç gibidir. Savaş meydanına çıkar ve güçlü toynakları olan bir atın üzerinde düşmana korku salar. Düşmanı darbelerle yere sererken diğer yandan dostlarını ise sevince garkeder. Savaş meydanının gerisinde kendisini bekleyen ailesine, dostlarına güven verir. Onun cephede kazanacağı bir savaş kuşkusuz geride kalanların uzun yıllar mutlu ve barış içinde yaşaması için bir zorunluluktur. Kelimeler kılıçlardan daha keskin olur çoğu zaman. Zaten dünyada insanları bir arada yaşanır kılan da yaşanmaz kılan da insanların kelimelere yüklediği imgelerdir. Her bir ideoloji kendini kendine has terimlerle ifade eder. Her toplumun siyasal bir dili olabildiği gibi ahlaki bir dili de vardır. Ama bu iki dilin hangisi diğerini belirler diye sorduğumuzda alacağımız cevap kuşkusuz siyasal dilin ahlaki dili belirlediği olacaktır. Bu yargı her ne kadar doğru gibi dursa da aslına bakılırsa sıkıntılıdır. Zira bir düşüncede önce ahlak olmalıdır ki onun üzerine bina edildiği bir siyasal dil olsun.
Dillerimiz keskin, kelimelerimiz ise öldürücüdür çoğu zaman. Oysa Allah Adem’e eşyanın isimlerini öğrettiğinde kan dökücü ve bozguncu olan insanı eşrefi mahlukat yapmak istiyordu. Allah insana isimler öğretirken onu merhametli, cömert, nazik ve adil bir forma sokuyordu. Allah’ın insana öğrettiği bu dil yıllarca nebiler vasıtası ile insanlığa iletilmiştir. Ne var ki eşyanın ismini öğrenen ademoğulları merhametli, nazik, cömert ve adil olması gerekirken kullandıkları bu dille kesip biçen, tarumar eden bir vahşiye dönüşebilmektedir.
Demek ki kelimelere anlamlar yükleyen, kişinin ahlaki erdemleridir. Peki erdemlerin kaynağı nedir? İşte erdemlerin kaynağı vahiydir ve vahiy de tevhitten başka bir şey inşa etmez. İslam’ın ahlaki ve siyasi diye iki dili yoktur. İslam’ın tek dili vardır o da tevhittir. Tevhit kendini inşa eden kavramların içinde her iki dili de barındırır. Siyasal dilin içinden ahlaki olanı aldığınızda binayı çökertirsiniz. Böyle yapılması tıpkı bir inşaata demir kullanmadan beton atmak gibi bir şeydir. Örneğin namaz kılmak tevhidi bir eylemdir ama kötülük ve fuhşiyattan alıkoymayan namaz ise ıslık çalıp el çırpmak gibi anlamsız bir şeydir vahye göre. İslam, siyasal ve ahlaki dili birbirini bütünleyen unsur kılmıştır. Müslümanlar şahitlik görevlerini yerine getireceği zaman hem ahlaklı olacaklar hem de tevhidi söylemle hayatın içine dalacaklardır. Yalnızca çok şey biliyor olmak bizi tıpkı şarkiyatçılar gibi oryantalist olmaktan yani müsteşrik olmaktan başka bir şey kılmayacaktır. Ama hem bilmek hem de bildiğimiz doğruları üzerimizde yaşayarak taşımak bizi Allah’ın ifadesiyle alim yapacaktır ki Allah’tan en çok korkanlar, gereği gibi korkanlar da alimlerdir.
Çağımız müslümanlarının en çok ihtiyacı olan şey dilin edebini kuşanmaktır. Biz dillerimizi keskin bir kılıç gibi kullanıyoruz ne var ki düşmana değil de en çokta dostlara karşı… Oysa inandığımız vahiy düşmana bile içini titretecek sözler söylememizi emrederken bunu yapıyoruz. Sözlerimizin edebi yoksa bizlerin de edebi olmadığındandır. Sözü edebli kılan sözü söyleyenin duruşudur. Eskilerin ifadesiyle “Sözler kurşun gibidir. Ağızdan çıkana kadar kontrolü bizde çıktıktan sonra ise biz onun kontrolündeyiz”dir. Yine bir başka deyişle “İnsanlar kıyafetleriyle karşılanır ama sözleriyle uğurlanırlar.” Sözün edebiyle ilgili halk dilinde epey veri mevcuttur. Müminleri birbirine karşı merhametli kılan şey ahlaktır. Bu ahlak olmadan ümmet olmak ne mümkün. Birbirimizi affetmek, hatalarımızı örtmek, kardeşimizi bir yanlış hususunda uyarırken incitmeden, hakaret etmeden uyarmak, mümin kardeşimizi kendi nefsimizden üstün tutmak acaba hangi dili kullanmakla mümkündür!
Biz programlanmış robotlar değiliz. Kanlı canlı insanlarız. Ne solcular gibi insanı makineleştiren bir organız ne de kapitalistler gibi insanı yalnızca diz kapağı ile göbeği arasına sıkıştırmış hevası peşinde koşan biçareyiz. Biz müslümanız ve salt siyasal dili kullanarak robotlaşan ve bir işi yaparken salt görev edasıyla yapan kimseler olmayız. İdeolojik bir aygıt değiliz. Bir makinanın dişleri gibi yalnızca çarkı çevirmekle görevli bir dişli de değiliz. Biz kendimizi asla makine ile özdeşleştirecek kadar insanlığımızdan vazgeçmiş de değiliz. Biz Rabbimizin bizi tabir ettiği şekliyle insanız ve kuluz. Bizim kulluğumuz bir şeye inanarak ve değer vererek yapılan kulluktur. Bu kulluğun içinde sevgi, bu kulluğun içinde şefkat, bu kulluğun içinde dostunu kendinden üstün tutma ve bu kulluğun içinde kazandıklarından yoksuna ve yolda kalmışa bir pay vardır. Geceleri uykundan fedakarlık ve bilincini güzel bir dünya kurmak için bileylemek vardır. Güzel olan bir şeyi inşa etmek ancak edeble mümkündür. Edebi olmayanın edebiyatı da olmaz.
Modern çağ her şeyi çabuk tükettiği gibi bizim ahlakımızı da tüketme gayretindedir. Çünkü ahlaklı bir kişi ya da topluluk ancak çağın vicdanı olabilir. Oysa modernite çağın vicdanı olanlara değil, insanı tüketime adapte eden, kargaşayı toplumsal hayattan eksik etmeyen entellektüellere, kitap yüklü eşeklere ihtiyaç duymaktadır. Onlar sayesinde canlı kalabilmektedir. Biz birbirimizi tüketmeden yaşamasını öğrenmeliyiz. Müminlerin birbirine kullandığı kelimeler sevgiyi çoğaltmak, kardeşliği pekiştirmek üzere olmalıdır. Aksi takdirde Cemel vakasında yahut Sıffin’de olduğu gibi kılıçlarımızı birbirimize doğrultmaktan başka bir şey yapmayız. Kelimelerimize vahyin öğretisiyle edeb yüklemeliyiz. Eğer biz vahyin kelimelerini vahyin uyarınca kullanırsak başkaca bir şey yapmamıza gerek kalmayacaktır. Çünkü vahiy insana edeb kazandırır. Biz kelimelerimizi acaba vahiyden mi alıyoruz diye kendimize sormamız gerekiyor. Eğer vahiyden aldığımızı iddia ediyorsak neden kelimelerimiz kılıçtan daha keskin ve kurşundan daha öldürücü!