09-08-2012 09:04

Kâğıttan kaplan, Ali Bulaç`tan İslamcı!

Ali Bulaç, sanırım kırka yakın kitabı, 1980’lerden beri, yayınlanan her dergiye verdiği sayısız makaleleri, röportajları ve gazete yazıları ile belki de Türkiye`nin en çok yazan yazarıdır. Onun birikimini küçümsemem mümkün değil. İslam`a olduğu gibi batı düşüncesine de vakıftır. Fakat bilgi birikimi ile ‘Müslüman ilim adamı’ duruş ve tavrı farklı şeylerdir. Bu iki güzellik herkeste -maalesef- bir araya gelemiyor. Ali Bulaç birikimleriyle beraber nerede durmaktadır? Safı neresidir?

Kâğıttan kaplan, Ali Bulaç`tan İslamcı!

Kâğıttan Kaplan Ali Bulaç'tan İslamcı

Mehmed Durmuş / İktibas.info

Ali Bulaç İslamcılık konusunu tartışmaya açtı. Beklediği tepkiyi ilk olarak köşe komşusu Mümtaz'er Türköne verdi.

Mümtaz'er Türköne, İslamcılığın bittiği tespitinde bulunmakta, 150 yıllık İslamcılık ideolojisinin müzeye kaldırılmış bir obje olarak saygı gördüğünü ifade etmektedir. Türköne’nin “Eski İslâmcıları kırpıp kırpıp politikacı yapıyorlar”1 tespitine ‘maalesef’ten başka ne demeli? İslamcılığın bittiği tezinden Türköne büyük bir keyif almaktadır. Burada, Mümtaz'er Türköne’nin daha tutarlı olduğunu söylemek isterim. Çünkü o, İslamcılığı, iktidarın bir parçası olan bir ideoloji gibi görmekte, İslamcılık eşittir İslam davası olarak okumamaktadır.

İslamcılık teriminin oldukça netameli olduğunu ve her ‘islamcılık’ diyenlerin aynı anlamı kast etmediklerini öncelikle bir kenara not etmemiz gerekir.

Ali Bulaç İslamcılığı, “İslam'ın ana referans kaynaklarından hareketle ‘yeni’ bir insan, toplum, siyaset/devlet ve dünya tasavvurunu, buna bağlı yeni bir sosyal örgütlenme modelini ve evrensel anlamda İslam Birliği'ni hedefleyen entelektüel, ahlaki, toplumsal, ekonomik, politik ve devletler arası harekettir. Başka bir deyişle İslam'ın hayat bulması, hükümlerinin uygulanması, dünyanın her tarihsel ve toplumsal durumunda İslam'a göre yeniden kurulması ideali ve çabası” olarak tanımlamaktadır.2

M. Türköne Bulaç’ın bu tanımı üzerinden tartışmaya devam ediyor. Bu durumda Türköne’nin İslamcılığın bitmesinden sevinç duymasını -tutarlı olması bir yana- yadırgamıyorum. Çünkü özgeçmişi aksi bir tutuma elvermez.

Mümtaz'er Türköne’den yıllarca önce, “İslamcılık bitti” anlamına gelen düdüğü Fransız entelektüel Oliver Roy çalmıştı. Roy, ‘Siyasal İslam’ın iflas ettiğini ilan etmişti. (1992).3 Amerikanlaşmış Japon asıllı Francis Fukuyama’nın “Tarihin Sonu” makalesini de bu paralelde görebiliriz. Bu alanda sayılamayacak kadar çok miktardaki kitap ve makaleler içerisinde Bernard Lewis’ın “İslamın Krizi” kitabını da anmalıyız.

11 Eylül 2001 tarihinde Amerikan ikiz kulelerine yapılan saldırılar da, güya siyasal İslam'ı dünya kamuoyu nazarında iflas ettirmek maksadıyla düzenlenmiş başarılı bir komplo idi.

Batılı entelijansiyanın İslamcılığın bittiğine, bitmek zorunda olduğuna inanmasından daha doğal bir şey olamaz. Çünkü batı medeniyeti demek güce tapmak demektir. Şu anda Müslümanlar güçlü olmadığına, bilakis ezilen, dövülen, ülkeleri yağmalanan, camileri, okulları bombalanan Müslüman halklar olduğuna göre, batılı kibri elbette İslamcılığın iflas ettiği zehabına kapılacaktır.

Esasında bütün kâfir kavimler, kendilerine gelen elçileri, bugün veya yarın sözleri unutulup gidecek köksüz dava adamları gibi görmüşlerdir; ta ki üzerlerine Allah'ın azap kamçısı ininceye kadar… Son Elçi Muhammed (sav)’in bittiğini/iflasını ise Kureyş kabilesi ‘ebter’ terimi ile duyuruyordu. Muhammed’i dert etmeyin, keyfinizi kaçırmayın, o ebterdir, yani üç günlük bir sevda olarak ona aldananlar olsa da, yarın bir gün davasının üzeri küllenecek, hatta tamamen kuruyacak, küllerini yele vereceğiz diye sayıklıyorlardı.

İslamcılık gerçekten bitti mi?

Osmanlı toplumunda türemiş, sistem içi bir denge ideolojisi olarak İslamcılık bitebilir, yerini yenisi alır. Ama yukarıdaki tanımıyla İslamcılığın bitmesi mümkün olmadığı gibi bilakis İslam'ın yeniden dünya hayatına egemen olacağına dair ümitvar olmamız için sayısız neden vardır. Her şeyden önce mü'minler asla Allah’tan ümitlerini kesmezler. Allah’tan ancakkâfirler ümitlerini keserler. (12/Yusuf, 87). Yeryüzünde bir tek Müslüman bile varsa, İslamcılık sürmekte demektir. Bu anlamıyla İslamcılığın bitişinden sevinç çığlıkları atmak, Mekke müşriklerinin Peygamberi ebter olarak tanımlamasını çağrıştırmaktadır. Oysa ebter olan, İslam’ın dışında, örümceğin evi misali beşeri ideolojilere sığınanlardır.

***

Ali Bulaç’a gelince, onun durumu biraz karışık.

Bulaç, İslamcılığın tanımını yapıyor, İslamcıları ve İslamcılığın tarihini üç merhaleye ayırıyor. Fakat en şaşılası, kendisini İslamcıların liste başına yerleştirmesidir. İki Ağustos tarihli köşe yazısında, “Belirtmek gerekir ki, bu ülkede ben ‘son Mohikan reisi’ misali tek başına kalmış değilim” sözleriyle, aslında kendini nasıl da ‘Son Mohikan Reisi’ misali ‘son İslamcı’ konumunda gördüğünü ima ediyor.

Ali Bulaç, sanırım kırka yakın kitabı, 1980’lerden beri, yayınlanan her dergiye verdiği sayısız makaleleri, röportajları ve gazete yazıları ile belki de Türkiye'nin en çok yazan yazarıdır. Onun birikimini küçümsemem mümkün değil. İslam'a olduğu gibi batı düşüncesine de vakıftır. Fakat bilgi birikimi ile ‘Müslüman ilim adamı’ duruş ve tavrı farklı şeylerdir. Bu iki güzellik herkeste -maalesef- bir araya gelemiyor. Ali Bulaç birikimleriyle beraber nerede durmaktadır? Safı neresidir? Lafı uzatmadan soruyu şöyle sorayım: Ali Bulaç İslamcı mıdır?

Benim cevabım, ‘kesinlikle hayır’dır! Ali Bulaç’a İslamcı denmez.

Yukarıda Bulaç’ın İslamcılık tanımını kaydettik.4 Onun tanımına Abdurrahman Arslan’ın tanımını da koşarak, meseleyi hangi zeminde tartıştığımızı biraz daha netleştirmiş olyamı. Arslan İslamcılığı, “İslam’ın akide ve pratiğiyle kendini sorumlu tutmak ve bunun için, eğer deyim yerindeyse, siyasal, sosyal, ekonomik, felsefi çaba göstermek anlamına geliyor.” diye tanımlamaktadır.5 Şimdi bu tanımlar çerçevesinde Ali Bulaç’a neden İslamcı denemeyeceğinin gerekçelerini sıralayalım.

1.Medine vesikası

90’lı yıllarda, Rasulullah (a.s)’ın Medine’ye varır varmaz, orada bir İslamî yönetim tesis etmenin belki de en önemli bir adımı olarak Yesrib’de yaşayan bütün Yahudi ve müşrik Arapları bir masa etrafında toplayarak, adeta kendi (İslam) hâkimiyetini kabul ettirme girişimi olarak imzaladığı Medine vesikasını bir sivil toplum projesi, bir arada yaşamanın formülü ve çoğulculuk gibi kavramlarla tahrif etmiştir. Nebevî siyaseti ‘sivil’leştirmiş, İslam'ın ılımlılaştırılmasına önemli bir katkı sağlamıştır. ‘Medine vesikası’ üzerine yazıp çizdikleriyle İslam'ın hâkimiyetini adeta bir sivil toplum projesine indirgemiştir.6 İslam’ın şirk saydığı çoğulculuk, Bulaç’ın satırlarında -Medine vesikası gibi nebevî tasarrufun tahrifi ile- meşruiyet kesbetmiştir.

2.Demokrasi ve hâkimiyet

Siyasî duruşunu ve kanaatlerini daha çok konjonktür hazretlerinin belirlediği Bulaç, sürekli zikzaklar çizmiştir. 80’li yıllarda Ali Bulaç hâkimiyet mefhumunu şöyle anlıyordu:

“Halkın muhtariyetini esas alan ve ‘halk kendi kendini yönetir’ ilkesini savunan demokratik felsefe, şirk ve küfürden başkası değildir. Zulüm ve adaletsizlik olması şundan ki, halk kendisi yaratılmışken, kendini yaratanın yetki ve imtiyazlarına nankörlük ederek isyan etmektedir. Bu ise, adalet değil zulümdür. Ama bu zulme düşülürken, öne sürülen masum gerekçelerin arkasında daima aşağılık istek ve arzular [vurgu bana ait-MD] yatar.”7

“Halk yığınlarını teşride kaynak kabul ettiğimizde, gerçekte onların beklentilerini, özlemlerini, kabul ve isteklerini kaynak kabul ediyoruz demektir. Üstelik çoğu zaman halka hükmeden bir avuç kişi, bütün ihanetlerini, kendi düzenlerini ‘halk adına ve halkın çıkarına’ maskesi altında yürütürler. Çağdaş demokratik felsefenin yaldızlı cümleler, aklı saptıran propagandalarla yaptığı budur. Oysa İslam akidesi içinde çoğunluk kavramının bu anlamda hiçbir değeri yoktur. Çünkü çoğunluğun ittifakla ve ısrarla bir şeyi talep etmesi o şeyin meşruluğu için geçerli bir sebep olamaz. Meşruluğun sınırlarını ancak Yaratan tesbit edebilir. (...) İslam ile demokrasi arasındaki temel ve giderilemez çelişki budur işte. Hâkimiyet hakkının tesbitinde, helal ve haramı tayinde, hele kanun ve şeriat vaz’etmede çoğunluk kavramının hiçbir anlamı yoktur. ‘Çoğunluk’ şirk içinde ise, şirk mazur gösterilemez. (...) Halkı, nizam tayin eden, helal ve haram koyan bir güç gören demokratik düşünce de halkı ilahlık mevkiine çıkaran, onu Allah’a eş koşan bir düşüncedir. İşte çağdaş toplumların tümünde ortak bir ideal olarak kabul edilen demokratik düşünüş, böylelikle halkı ilahlaştırır. (...) Halk kendini ilahlaştırdıkça, zulmün ve cahiliyenin bataklığına saplanıyor. Çünkü bu, yalancı bir ilahlıktır, haddi aşmaktır, zulüm ve isyandır. Halkı ilahlığa çağıranlara karşı İslam, halkı gerçek kulluğa, Allah’a teslimiyete çağırıyor.”8

Bu satırların yazarı Ali Bulaç 90’lı yılların sonuna doğru şöyle bir çizgiye evrilmiştir:

“Şimdi biz Müslüman olarak ‘Hâkimiyet Allah’ındır’ dediğimiz zaman bunun bir dayanağı olamaz.”9 Bulaç, İslam demokrasiye uygun değildir önermesi üzerinde laik-kemalist kesimle radikal Müslüman kesimin ittifak halinde olduğunu belirtiyor; demokrasiyi din-dışı kılan evrensel ve genel geçer mutlak bir kuralın olmadığını ileri sürüyor ve demokrasinin bir yönetim tarzı olduğunu belirterek, “ben bunu İslami olarak yeniden tanımlıyorum” diyor.10

Bulaç 1998 yılında Aksiyon dergisine bir mülakat vermişti. Dergi mülakatı kapaktan, Bulaç’ın kapağı tam kaplayan portre resmi üzerine yazdığı: “İslamî Hareket Devlete Talip Değil” manşetiyle duyurmuştu. İçeride ise mülakata başlık olarak “Dinin Devlet Talebi Yok” cümlesi uygun görülmüştü.11 On dört yıldır o mülakatın içeriği veya kapaktaki anonsla ilgili hiçbir tepki vermeyen Bulaç bugün, sözlerinin “İslamcılık bitti” şeklinde yansıtıldığını ileri sürerek,12 tereyağından kıl çeker gibi bir tashih(!) yapmaktadır. Bu tashih niçin gerekli? Çünkü o şimdilerde kendini İslamcılığın son kalesi olarak görüyor!

Bulaç, ilgili mülakatına dair bu küçük düzeltmeyi yaparken, demokrasiyi tevhide denk tutan şu sözlerine dair hiçbir açıklama getirmiyor:

“Eğer demokrasiyi müslümanca yeniden tanımlayacaksak, demokrasi tam tevhid’e denk düşer. Çünkü kulun kul üzerindeki baskısının ortadan kaldırılması ve Allah’dan başka hiçbir gücün, iktidarın, servetin ve bilginin insan üzerinde belirleyici olamayacağı inancıdır. Kendi kendime karar verebilmeliyim. Eğer demokrasi siyasi rejim olarak bana bunu veriyorsa, ben Müslüman olarak daha iyi yaşayabilir ve kendimi ifade edebilirim. (...) Şu anda Tevhid inancının ideallerine en uygun rejimdir diyorum demokrasi.”13

Bulaç, yıllar önce, “Demokrasi içinde politikaya katılmak” başlıklı yazısını da,14 ilgili derginin bir sonraki sayısında düzeltmeye çalışmıştı.

Bulaç’a göre devletin ne dini, ne mezhebi, ne de ideolojisi olur.15

3.Abant Konsili

Ali Bulaç kurulduğu günden beri Abant Konsili’nin içinde olmuş, Abant toplantılarının ekseriyetine katılmış ve Abant’ın Müslümanları manipüle edici, İslamî siyasî düşünceyi dönüştürücü, İslam'ı ılımlılaştırıcı laik-demokratik misyonuna hiçbir eleştiri getirmemiştir. Böyle bir Bulaç’ın şimdilerde kendini ‘son İslamcı reis’ olarak görmesini acaba neyle açıklamak gerekir? Abant’a diktikleri demokrasi ağacıyla adeta İslamî dünya görüşüne meydan okuyan; İslam'ın kesinlikle devlet talebinin olmadığını, kendini İslam'a nisbet eden bütün bir topluma benimsetmek misyonuyla iş yapan bir modern Konsil’in en sadık hizmetkârının ‘islamcı’ olmasını açıklayabilmek mümkün görünmemektedir...

“İslam ve Laiklik” konulu birinci Abant toplantısı, sonuç bildirgesinde hâkimiyeti kozmik âlemde Allah'a, sosyal-siyasî alanda beşere tahsis etmiş; laikliğin din karşıtlığı olmadığını -Hristiyan konsillerinin yayınladıkları credolar misali- deklare etmişti.16 Sonuç metninin birinci maddesinde bu kararların katılımcılar tarafından uzlaşma ile alındığı ifade edilmektedir. Uzlaşanlar listesine Ali Bulaç da dâhildir. Ama o yine pişkinliğini en serinkanlı bir biçimde muhafaza ederek, Abant’ta kimsenin kimseye taviz vermediğini iddia edebilmektedir.17

Ali Bulaç, 2012 yılının Temmuz ayında sorduğu soruyu ve referans verdiği ayetleri acaba neden 1998 yılı Temmuz ayında (1. Abant toplantısında) sormamıştı:

“Geçmiş toplumlarda ‘Allah'a ortak olma’ suçunu işleyenler ateist veya agnostik kimseler değildi. Allah'ın varlığına inanıyorlardı ve O'nun yaratıcı sıfatını da inkâr etmiyorlardı: Andolsun onlara: 'Gökleri ve yeri kim yarattı, güneşi ve ayı kim emre amade kıldı?' diye soracak olursan, şüphesiz: 'Allah' diyecekler. Şu hâlde nasıl oluyor da çevriliyorlar?" (29/Ankebut, 61.) Onların itirazı sosyo-politik ve ekonomik hayat alanlarını düzenleyen ilahi hükümlere idi. Yasaları biz belirleriz, servet ve malları biz taksim ederiz, bizim irademiz ve aklımız hükmünü icra eder, tabiat ve toplumda bizim sözümüz geçer, diyorlardı.”18

Bulaç’ın 2012 yılında işaret ettiği Mekkeliler’in bu tavrı, 1998 yılında yayınlanan Abant sonuç bildirgesinin neredeyse tıpkısının aynısı değil midir? Abant, ‘hâkimiyet’ kararı ile Mekkelilerin 1400 sene önce verdiği hükmü günümüze taşımış olmuyor muydu?

Bulaç, tıpkı kendisi gibi Abant Konsili’nin en önemli elemanlarından biri olan Hayrettin Karaman’ı da, bir tür ağabey dayanışması ile ‘İslamcıların son kalesi’ payesine ortak yapmaktadır. Peygamber'in devlet kurmak gibi bir niyetinin olmadığını, kâfirlerden inanç ve ibadet özgürlüğü talebinde bulunduğunu ve bu talebinin karşılanmaması üzerine Yesrib’e gitmek durumunda kaldığını, orada devleti adeta kucağında bulduğunu ileri sürebilen H. Karaman da İslamcı oluyor!...

4.Fethullah Gülen’in safında yer almak

Ali Bulaç uzun bir süredir Zaman gazetesinde yazmaktadır. Ona göre F. Gülen “Hocaefendi”dir ve 28 Şubat sürecinin mağdurudur!19 Geçmişte 1. Körfez savaşında gerçi Gülen’e hitaben, (Peygamber a.s’ın Müslümanları bir vücuda benzeten hadisini hatırlatarak), “Ey ağlayan ve ağlatan Hoca! Biraz da bu hadisi hatırlayıp bundan söz etsene!” diyebilmiş20 ve bir zamanlar F. Gülen’e üç soru dahi sormuştu21 fakat zaman içerisinde bu üç soru onun, Gülen’e sanki üç kat sadakatine dönüşmüş gibidir.22

Peki, bu zikzaklar neyin nesidir? Çünkü Bulaç zaman gazetesinde yazmaktadır; orada bir prestiji vardır. Amerikalılar Afganistan’ın işgalini müteakip, Türkiye'de kendilerini İslam hakkında yanlış bilgilendirmeyecek ve yönlendirmeyecek, İslam hakkında doğrudan bilgi sahibi olabilecekleri bir isim istediklerinde, Boğaz’da yalısı olan Türkiyeli etkin bir büyük işadamı tarafından bu istek için tensip edilmiştir. 5-6 Amerikalı ve 5-6 seçkin Türkiyeli ile zikri geçen işadamının yalısında yemek yemişler. Tabi Amerikalılar Bulaç’a soru filan sormamışlar, sadece “Amerika, Afganistan'a asker çıkarmıştır. El Kaide terörü ve Taliban'la gayesi ulvi bir savaşa girişmiştir, işini bitirmeden oradan çıkmayacaktır. Türkiyeli Müslümanlar terörle ve Taliban'la aralarına mesafe koymalıdırlar!” mealindeki ABD politikasını tebliğ etmişlerdir! Bulaç, ABD’lilerin niyetlerini şöyle tercüme etmektedir: Bin Ladin tarihin gelmiş geçmiş en büyük teröristi; El Kaide de en büyük terör örgütüydü. Taliban ise, "Ortaçağ kafasıyla vahşi İslam"ı temsil ediyordu, bu zihniyeti kökten kazımak hümanist bir görevdi.23

İşte bu kadar açık bir ‘tebliğ’ almış olmasına ve ABD’lilerin bu politikalarının bir numaralı öznesi F. Gülen olmasına rağmen, Gülen’le ilgili hiçbir yorum yapmaması, bilakis ‘hocaefendi’ sıfatıyla takdis etmeye ve Zaman gazetesinde yazmaya devam etmesindeki pişkinlik ancak Ali Bulaç olmakla izah edilebilir bir ahlakî tutumdur.

Neredeyse bütün hayatını, İslamcılığın özü demek olan İslam'ın siyasallaşmasının, devlete talip olmasının önünü kesmeye adamış olan Fethullah Gülen’i ‘hocaefendi’ olarak takdis etmek ve onun katında izzet/ikbal aramak, İslamcılık iddiasını boşa çıkartmak için kesin bir veridir.

5.CHP’ye oy verebilme İslamcılığı

Ali Bulaç, başörtüsü sorununu kökten çözmesi, bu hususta inandırıcı olması halinde CHP’ye oy vereceğini beyan etmektedir.24 Bu beyanı Bulaç’ın, başörtüsünden ne anladığını, oy vermekteki hassasiyetlerini(!) (diğer bir deyişle kırmızı çizgilerini!) tevile ihtiyaç bırakmayacak derecede ortaya koymaktadır. Bu nasıl bir İslamcılıktır ki, sistemin kurucu partisi demokratik oyun kuralları içerisinde, başörtüsüne serbestlik getirdiğinde CHP’li olabilecektir! Burada, başörtüsünü büyütmekten ziyade, sistem-içi duruş ve sisteme olan muhalefetinin(!) pamuk ipliğine bağlı olması gerçeği ortaya çıkmaktadır. Hâlbuki Mekke müşrikleri Peygamber (a.s)’a bundan çok daha ‘pahalı’ teklifler sunmuşlar, Peygamber’in, ilahlarına birazcık saygı göstermesi karşılığında onun İlahına ibadet edeceklerini bildirmişlerdi.

6.AKP’ne veya benzer partilere destek vermesi

Zikzaklar sahibi Ali Bulaç, konjonktür hazretlerine çok iyi kulak vermektedir… Bulaç AKP’ne başından beri verdiği desteği son zamanlarda çekmiş gözükmektedir. İslamcılık tartışmasındaki şahidi Mümtaz'er Türköne’yi eleştirirken, (AKP kurucularını kastederek) “Onlar ‘bir zamanlar İslamcı’ydı, vazgeçtiler ve iktidar oldular.” demektedir.25 Yani AKP liderlerini bir zamanların İslamcısı olarak kabul etmekte; İslamcılıktan vazgeçtikleri için iktidar olduklarını belirtmektedir. Oysa geçmiş yıllarda en azından bu kısmı, yani İslamcılıktan vazgeçtikleri için iktidar oldukları eleştirisini kendisinden hiç işitmedik, bunu şimdi söylemektedir. Bulaç aynı yazısında, “AK Parti olarak ortaya çıkan ‘yenilikçi kanadı’ bu yüzden destekledim” demektedir. Yani kendisini son reis olarak gören bir İslamcının, 10 yıllık bir süreçte, AKP’lilerin galaksi değiştirdiklerini(!), sürecin ancak sonuna doğru anlayabilmiş olması biraz ayıp kaçmakta değil midir? Dememiz odur ki, AKP gibi Türkiye tarihinde ender rastlanır bir parti hareketini, AKP bağlamında Türkiye'de ve dünyada olan bitenleri kavrayamamak (ya da kavrayıp da, başka hesaplar peşinde olmak!) İslamcılıkla bağdaşmaz. Böyle bir İslamcı da, böyle bir Mohikan reisi de olmaz. Elbette İslamcıdan beklenen, bir beşer olarak gaybı bilmesi değildir. Fakat İslamcı, siyaseti, siyasal oluşumları çok iyi takip etmekle mükelleftir ki, Bulaç da siyasal koşulları en iyi analiz edecek isimlerden biridir.

7.Duruş sorunu

Teslim etmek gerekir ki Bulaç RP veya AKP gibi iktidarlar döneminde, gelebileceği birtakım mevkilere -bildiğim kadarıyla- tamah etmemiştir. Bununla beraber, hiçbir zaman da, İslam-küfür ayrımının net olarak tezahür etmesine katkı sağlayacak bir muhalefet yapmamıştır. Muhalefeti her zaman sistem-içi ve dengeleri gözetici olmuştur.

Burada Dücane Cündioğlu’nun yıllar önce Ali Bulaç’a yönelttiği eleştirinin bir kesitine yer vermek istiyorum:

“Ali Bulaç’ın eski sözleriyle yeni sözleri arasında yapılacak her mukayesede ‘farklı bir yüz’ ile karşılaşılacağı muhakkaktır ve bunlar masum fikir değişiklikleri değil, ‘istikamet’ değişiklikleridir; zira Bulaç’ın fikirleri(!) değil, hep duruşu değişir ve bu duruş, kimsenin şüphesi olmasın ki bir süre sonra yine değişecektir. Nitekim ben ilk yazımda kendisi ‘her devrin adamıdır’ şeklinde bir ifade kullanmış, fakat bir arkadaşım ‘bunu zaten herkes biliyor’ dediği için o ifadeyi yazımdan çıkartmıştım. Üslubumu ve ‘uyuz aslan’ temsilini ağır ve sert bulanların kahir ekseriyetinin bu hakikati bilmediğini müşahede edince, ister istemez böyle bir karşılaştırma yapmak zorunda kaldım. Lüzumsuz yere vaktimi ziyan ettiğime inanmasam, bu konuda başka misaller verip eski defterleri açabilirdim, ama açmayacağım. Hal böyleyken niçin bu kadar yazı yazıp herkesin keyfini kaçırdığımı sorabilirsiniz. Bunun iki nedeni vardı:

... [Cündioğlu’nin birinci ‘neden’i, Bulaç’ın mealiyle alakalı]

İkincisi: Boynu bükük olan, bunca zulüm altında inim inim inleyen zavallı Müslüman halkı zaten son raddesine gelmiş direncini, dayanma gücünü kırmaktan çekinmeyen; sırf şimdiki ücretlerini ödeyen cemaatleri memnun etmek adına Müslüman halkın umut ve hayallerini satılığa çıkarıp siyasi merkeze yaranmaya çalışan aydın takımının pişkinliği ve bencilliği karşısında kahrolup durmak. İşte dostlar, bu yüzdendir ki, ‘yine hicran ile çılgınlığım üstümde bugün.’ (Mehmet Akif).”26

Sonuç

Hâsılı Ali Bulaç yanlış yerde durmaya, din adına yanlış teviller yapmaya, yanlış olarak İslamî siyasî bakışla bugünün genel geçer liberal değerlerini yanlış yere telif etmeye, İslam'ı modern paradigmanın içine, boş kalmış küçük bir alana yerleştirmeye devam etmektedir.

Böyle bir İslamcılık yoktur.

İslamcılığı şayet, İslam’a göre bir hayatın kurulması için canıyla ve malıyla çalışan insan olarak anlayacaksak, İslamcı basit/küçük hesaplar gütmez. İslamcının hesabının büyük olması gerekir ve bu hesap yapılırken sadece Allah gözetilmelidir. İslamcı, demokrasi ve laiklik gibi ideolojik/akidevî pisliklerden beri olduğunu açık, net ve cesur bir şekilde beyan etmelidir. İslamcının fikir hayatında “ben şunu demek istemiştim de, yanlış anlaşıldı” gibi manevralar olamaz. İslamcının sözleri tabi ki çarpıtılabilir ama onları düzeltmek de çok kolaydır.

Türkiye'nin son otuz-kırk yılı, geçmişini inkar eden, yazdıklarını çöpe atmayı öneren, Kur'an’ın temsili ile, ipliğini sıkıca eğirdikten sonra tekrar çözen sözde İslamcılar müzesi gibidir. Ama bu sözde İslamcılar sadece kendilerini ve bazı saf kimseleri inandırabilirler; caniplerinde izzet ve ikbal aradıkları efendilerini bile inandıramazlar.

Ali Bulaç gibi ‘islamcılar’ mevcut laik-demokratik rejimin liberal demokratik yapıya doğru evrilmesini, içine birazcık da İslamî renk ve koku karıştırılmasını arzu etmektedirler.

Oysa İslamî siyaset açık, berrak, yalın ve dürüst bir dile sahip olmalıdır. Sadece Kur'an ve sünnete yaslanmalıdır. Peygamberlerde olduğu gibi herkes, gerçek bir İslamcının ne dediğini anlamakta zorlanmaz. Bununla beraber o gerçek İslamcıların çığlıklarına kulak verenler elbette az olabilirler, bu, onların çağrısının hak olmadığı anlamına gelmez. Ancak aşağılık, kaba, günaha dadanmış, mütecaviz (68/Kalem, 10-13) bir insan, sırf fiziken küçük olduğu için, bağlıları olmadığı için v.b. bir çağrıyı tahkir etmeye yeltenir.

Son söz: İslamcılık neyse ama İslam gerçekten ciddi bir iştir.

Dipnotlar:

Mümtaz'er Türköne, İslamcılığa Ne Oldu?, Zaman, 24.07.2012.
Ali Bulaç, İslamcılık Nedir, Zaman, 21.07.2012.
Oliver Roy’un Kitabı Siyasal İslam’ın İflası adıyla Türkçeye çevrilmişti. (Metis yay. İst-1994).
‘İslamcı’ terimi ‘yeni’ bir tanımlamadır ve tartışmalıdır. Ben kişisel olarak bu terimi ‘sorunlu’ bulanların haklı olduğunu düşünüyorum. Ne var ki bu yazıda, terimin mahiyetinden ziyade, onunla kastedilen anlam üzerinden eleştirilerimi yapmak istiyorum.
Abdurrahman Arslan, İslamcılık Dosyası, İktibas, 21/292, Nisan 2003.
Bulaç’ın hem Medine vesikası, hem de diğer görüşlerinin kapsamlı bir tenkidi için bkz. Dursun Çiçek, Postmodernizmin İslamcılar Üzerindeki Etkisi, Kayseri-1997, s. 153 v.d.
Ali Bulaç, İslam’ın Anlaşılması Üzerine, İst-1980, ‘Halk Nasıl İlahlaşır?’ başlığı, s.215-216; aktaran: Dücane Cündioğlu, ‘Demokrasi Şirk mi, Tevhid mi?!!’, Yeni Şafak, 21.11.1998.
Ali Bulaç, İslamın Anlaşılması Üzerine, s. 217-219; Cündioğlu, aynı yer.
Ali Bulaç, İslam, Siyaset ve Demokrasi, Zehra Eğitim ve Kültür Vakfı Bülteni, Nisan-1999, s.12.
10 Bulaç, Zehra Eğitim ve kültür Vakfı Bülteni.
11 Aksiyon, S. 205, 7-13 Kasım 1998.
12 Ali Bulaç, Eleştiriler Adil Değil, Zaman, 02.08.2012.
13 Ali Bulaç, Dinin Devlet Talebi Yok, Aksiyon, S.205, 7-13.11.1998, s.29; Cündioğlu, aynı yer.
14 Ali Bulaç, Demokrasi İçinde Politikaya Katılmak, Yeni Zemin, S. 6, Haziran 1993, s. 18.
15 Bulaç, Aksiyon, a.g.m., s.28; Cündioğlu, aynı yer.
16 Tarihi Laiklik Bildirisi, Zaman, 20.07.1998.
17 Ali Bulaç, Abant Bildirisini Doğru Okumak, Zaman, 26.07.1998.
18 Ali Bulaç, Tutarlılık Sorunu, Zaman, 28.07.2012.
19 Ali Bulaç, 28 Şubat, Erbakan ve Cemaatler, 01.03.2012.
20 Doğan Özlük, F. Gülen Hareketi ve Darbeler, www.platformhaber.net.
21 Ali Bulaç, Fethullah Hocaya Üç Soru, Yeni Şafak, 11,12,13.07.1995.
22 Ali Bulaç, 28 Şubat, Erbakan ve Cemaatler, 01.03.2012.
23 Ali Bulaç, Afganistan’da Ne Oldu?, Zaman, 12.01.2012.
24 Ali Bulaç, CHP’ye Oy Vermek, Zaman, 30.08.2010.
25 Ali Bulaç, Eleştiri Adil Değil, Zaman, 02.08.2012.
26 Dücane Cündioğlu, Demokrasi Şirk mi, Tevhid mi?!!, Yeni Şafak, 21.11.1998
YORUMLAR
  • Hakan Demirci   12-08-2012 03:23

    Haklı uyarı ve tepitler, İslamcılık çelişkisiyle zayıflatılmamalıydıe Mehmet kardeşimiz, Allah razı olsun, önemli ve gerekli bir uyarıyı gündemleştirmişsiniz. Ama keşke bu haklı uyarı ve tespitlerinizi, kendinizin de netameli gördüğünü ifade ettiğiniz İslamcılık terimini yazı boyunca İslam ile özdeş tutan, olumlayan büyük çelişkiyle zayıflatılmasaydınız. ve keşke düşünce zikzakları, hak-batıl karışımı fikirleri sebebiyle Bulaç'ı, üretilmiş beşeri "İslamcılık" kavramına aykırı düşmek yerine, inzal edilmiş İslam ve Müslim kavramlarının muhtevasına, yani Kur'ani ölçülere aykırı düşmek noktasında eleştirmekle yetinseydiniz. ve böylece Kur'ani kavramların yerine üretilmiş kavramları ikame etme zulmüne bulaşmasaydınız, ya da meşruiyet kazandıracak bir yol izlemeseydiniz. "İslamcılık teriminin oldukça netameli olduğunu ve her ‘islamcılık’ diyenlerin aynı anlamı kast etmediklerini öncelikle bir kenara not etmemiz gerekir." Bu sözlerinizle teslim ettiğiniz üzere üretilmiş İslamcılık kavramı madem netameli ve madem herkes farklı şeyi kastediyor, o halde neden yazı buyunca Bulaç'ın İslamcı olmadığını ispat etmeye çalışıyorsunuz? Sizin gibi Kur'an merkezli düşünen değerli bir Müslümana bu büyük çelişki yakışıyor mu? Neden kendinizi inzal olmuş evrensel Kur'ani kavramlar ve ölçüler istikametinde konumlandırmakla yetinmeyip, Kur'ani İslam ve Müslim kavramları yerine üretilmiş beşeri "İslamcılık" ve "İslamcı" kavramlarına Kur'ani imiş gibi bir meşruiyet kazandırıyor ve savrulanları bu yerden kalkarak eleştiriyorsunuz? Neden bu entelektüel gevezeliğe kendinizi kaptırarak, onların üretilmiş kavramlarını baz alarak onları eleştirmeye kalkıyorsunuz? "Peygamberlerde olduğu gibi herkes, gerçek bir İslamcının ne dediğini anlamakta zorlanmaz. Bununla beraber o gerçek İslamcıların çığlıklarına kulak verenler elbette az olabilirler, bu, onların çağrısının hak olmadığı anlamına gelmez. " diyorsunuz. Peygamberler "İslamcı"ydı diyebilir misiniz? Böyle demek onlara ve onların İslam ve Müslim olmakla emrolunduklarını bildiren Allah'a haksızlık olmaz mı? Peygamberler “İslamcı” değilse o zaman siz nasıl oluyor da kendinizi gerçek "İslamcı" olarak tanımlayabiliyorsunuz? İnzal edilmiş İslam ve Müslim kavramları yetersiz midir ki, kendinizi bu üretilmiş kavramla nitelendirmek ihtiyacı duyuyorsunuz? Sizde var olduğunu bildiğimiz tevhidi duyarlılıkla son söz olarak da ilk söz olarak söylediğiniz “netameli” ve “anlam kargaşası” nitelemenizi tamamlayan bir içerikte bir cümle kurarak “İslamcılık neyse ama İslam gerçekten ciddi bir iştir” diyerek, “İslamcılığın” ciddi bir şey olmadığını da siz söylüyorsunuz. Bulaç ile ilgili katıldığım doğru ve haklı tespitlerinizi böyle bitirdiğiniz için de Allah razı olsun değerli kardeşim. Ama o zaman yazı boyunca İslamcılığı başkalarının savrulmalarını eleştirirken inzal edilmiş bir kavrammış gibi temel referans olarak kullanmanız ve buna uygun olup olmadıkların ı sorgulamanız ve sonuçta da zaten bir savrulmanın adı olan bu kavramla Bulaçı eleştirip, onun İslamcı olmadığını ispata çalışmanız doğru mu? Üstelik bir çok kardeşimiz de, modern dönemde üretilmiş ve İslam’ın bireysel ve toplumsal tüm alanları kuşatan imani, ibadi, ahlaki, sosyal, siyasi, hukuki, ekonomik bütünlüğünü kavramayan netameli ve eklektik “İslamcılık” kavramını içselleştirmiş olmalılar ki, "İslamcılık" kavramının çok yaygın tartışıldğı bu süreçte tek bir itiraz yükselmemektedir. Bu durum da, bu konuda daha duyarlı olma ve bu tür üretilmiş moda kavramların cazibesine kapılıp kanıksamanın hızlı yaygınlaştığını dikkate alarak daha titiz ve uyarıcı olma sorumluğumuzu arttırmaktadır. Her zaman önemli konulara ve hep Kur’ani, tevhidi bir perspektifle yaklaşma cehd ve gayretinizi takdir edenlerdenim. İnşallah bu konudaki sıkıntılı gördüğüm durumu da hiçbir tepkiselliğe düşmeden aşacağınıza inanıyorum. Rabbimiz tevhidi istikametteki çabalarınızı sürekli ve bereketli kılsın. Sizi de bizleri de sratımüstekıminde ayaklarını sabit kılan mü’min kullarından eylesin değerli kardeşim.