Bünyamin ZERAN
KUŞANMAK YA DA SLOGANLARLA DEŞARZ OLMAK
Kelimelerin öksüz kaldığı anlar olur. Sözcükler yetimdir. Düşünü kurduğunuz dünyayı birilerinin tırtıkladığını görürsünüz. Ne bırakıp gidebilir ne kalmayı sindirebilirsiniz. Düşler kurarız yarına dair. Umut en taze ekmeğimizdir. Kavga desen yol arkadaşımız. Kederimize küstüğümüz anlarımız vardır da kaderimize sözümüz yoktur. Yaşamak aslında ağır bir düştür başlı başına. Bu dünya yazacak çok şey bırakmamış söylenen her şey daha öncesinde de söylenmiş. Bizim söylediklerimizse geçmişin bir tekrarı ya da hatırlatmasıdır yalnızca. Yeni şeyler söyleme iddiasında değiliz. Yalnızca söylenilmiş ama kaale alınmamış şeyleri yeniden hatırlatma endişesidir yazdıklarımız. Hem Aristo’da öyle demiyor mu? “Dünyada hiçbir söz yoktur ki daha önce söylenmiş olmasın”. Adem’le başlamadı mı insana isimlerin öğretilmesi. İncil, kendinden öncesini; Tevrat, yine kendinden öncesini ve Kur’an’da kendinden önceki vahiyleri tasdik edip aynı mesajları ilettiğini ifade etmez mi? Öyleyse söylenilecek her şey söylenmiştir. Yapılması gereken şey başkadır. Karl Marx “Bu zamana kadar gelen filozoflar dünyayı yargıladılar bundan sonra ise dünyayı değiştirmek gerek” der. Evet, tamda aradığımız cümle bu: “Dünyayı değiştirmek”. Kendi dünyamızdan başlayan bir değişimle mümkün olan dünyanın değişimi. “İman eder ve sakınırsanız…” diye başlayan Nur suresinin 55. ayeti de aynı konuya dikkat çekiyordu. Yani Marx’ın söylemek istediği şeyi insanın psikolojik dünyasını da hesaba katarak Marx’tan 1200-1300 yıl önce vazeden bir ilahi kanun var. Konuyu dağıtmadan konuya dönecek olursak diyeceğimiz odur ki dünyamızı değiştirerek dünyanın değişmesine nasıl katkıda bulunabiliriz? Çok beylik bir cümle mi oldu dersiniz! Dedik ya yaşamak başlı başına ağır bir düştür. Her kim ki kendini bu düşün içinde buldu, düşünü yaşamak zorundadır. Çünkü insan yaşamından başkasıyla sorguya çekilmeyecektir.
Zalimler için yaşasın cehennem diye haykırmak belki acımızı bir nebze olsun dindirebiliyor ama yaralarımızı sarmaya yetmiyor. Peygamberimiz (s.a.v) “Bir kötülük gördüğünüzde onu elinizle düzeltin, imkanınız yetmiyorsa dilinizle düzeltin eğer buna da gücünüz yetmiyorsa kalbinizle buğzedin. Buğzetmekse imanın en zayıf noktasıdır” buyuruyor. Resul, kendisini takip edenlere şu kuvvetli mesajı veriyor. Zulmü gördüğünüzde ilk yapılacak şey onu eylemle düzeltmek. Burada bir nefes alalım. Eylemin gerçekleşebilmesi için eylemi yapacak bir alt yapının bireyde olması lazım. Eylemi niçin yaptığını bilen ve eylemin vahyi altyapısına sahip bir birey olmalı. Bu ne demek? Bu şu demek bireyin vahyi sorumluluğundan haberdar olması ve bu sorumluluğuna sahip çıkacak bir kaygıyı sürekli üzerinde bulundurması gerek demek. Yani, Allah’la sürekli irtibat halinde bir kul. İkinci seçenek: Zulmü dille düzeltmek. Yani eyleme gücü yetmeyen bireyin gerçeği haykırması. Zalime sizin eylemleriniz zalimcedir demesi veya etrafındaki bireylere yapılan zulmü işaret ederek vahyi kuşanan bir nesil olunması gerekliliğini hatırlatıyor olması. Bu eylemde oldukça yiğitçedir. Son seçenek ise eğer insan kolaycılığa kaçmadan ve üzerine düşen vahyi sorumluluğu olması gerektiği gibi kuşanıyor da ama imkanları yukarıdaki her iki seçeneği yapmasına imkan tanımıyorsa bu da kabul görecek bir eylem olmaktadır. Ama bu aynı zamanda müminin acziyetinin de ilanı demektir. Yaşadığımız dünya bizim aczimizin dibe vurduğu bir dünyadır. Sorumluluklarımıza sahip çıkmadan yalnızca buğzederek bu zalimlerin üstesinden gelemeyiz. Vahyi altyapıyı kuşanmış ve Allah için adanmış birer yürek olmadan hiçbir engeli aşamayız. Kahrolsun İsrail, Kahrolsun ABD, ve kahrolsun işbirlikçiler demek bizi vicdanen belki rahatlatır ama kahrolsun demekle zalimler kahrolmaz. Taa ki vahyi sorumluluğunu içtenlikle yerine getirmiş, yapması gerekenler noktasında eksik bırakmamış gücünün son deminde kahrolsun diyen yüreklerin sesi Allah katında bir değer bulur. Belki o vakit kahrolur zalimler. Çünkü Allah bizlerin elleriyle o zalimlerin helak olmasını dilemektedir. “Verdikleri sözü bozan, Peygamber'i (yurdundan) çıkarmaya kalkışan ve ilk önce size karşı savaşa başlamış olan bir kavme karşı savaşmayacak mısınız; yoksa onlardan korkuyor musunuz? Eğer (gerçek) müminler iseniz, bilin ki, Allah, kendisinden korkmanıza daha lâyıktır. Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.” 9/13,14
Bu ayet hiç kuşkusuz önemli bir sünnetullahı dillendirmektedir. Kahrolsun nutukları yerine bizlerin elleriyle kafirlerin rezil olmasını ve yenik düşmesini istemektedir. Öyleyse yapılması gereken şey öncelikle bizim ellerimizle gerçekleşmesi mümkün olacak olan o gerçeği hayata geçirmek için çalışmaktır. Evvela vahyi anlamak, özümsemek ve gereklerini kendi dünyamızda yerine getirmek için bir uğraş vermek. Sonrası malum; bireyden topluma uzayıp giden ve kendiliğinden ortaya çıkan bir dizi toplumsal sorumluluklarla yol haritasının belirmesi. Sabra’da, Şatilla’da, Yafa’da, Gazze’de, Cenin’de, Irak’ta, Ruanda’da ve dünyanın bir çok yerinde yaşanan zulümler, tecavüzler, kadın ve çocukların öldürülmesi, yer altı ve yer üstü kaynakların sömürülmesi elbette ki görülmeyecek, es geçilebilecek şeyler değil. Kabil’in nasıl ki her günahtan bir payı olduğunu düşünüyorsak bizimde yaşanan bu zulümlere seyirci kalmakla bu günahlardan bir payımız olduğunu bilelim. Ya vahyi kuşanıp kendi payımıza düşen sorumluluklara sahip çıkacağız ya da nemelazımcı kimliğimize bürünüp dünyanın kötülüğüne, kötü kalmasına yardım edip bundan da Allah katında sorumlu olacağız. Zalimler için yaşasın cehennem derken kendi zalimliğimiz için de bir cehennem yaratacağız.
Biz üzerimize düşeni yerine getirdiğimiz zaman sloganlara gerek kalmadan kahrolacak tüm zalimler. Çünkü yasa böyle. Biz Allah’a kayıtsız ve şartsız güvenip yola devam ettikçe ve imanımıza bağlı kaldıkça elbette ki zalimlerin tahtına Allah ateş verecektir. Ve onlara ateş sabah akşam sunulacaktır. Evet, elimizde fazla seçeneğimiz yok. Ya mümin olarak onurumuza sahip çıkacağız ya da zillet içinde başkalarının kölesi olacağız. Böylelikle mümin olma vasfımızı da yok etmiş olacağız. Soru şu: Kabil mi olacağız İbrahim mi?