Kutsal fabrika bacasından kutsal ağaca...
Katı materyalist sürecin ardından bu sefer modern insan başka bir uca savrulmaya başlayacak, tabiatla ilişkisine anlamı kendinden menkul bir kutsiyet atfedecektir. Modernitenin `anlam`dan arındırdığı zihinler, içine düştüğü anlamsızlık denizinde bitkiyle, hayvanla kendini eşitleyen panteist bir anlayışa savrulmaya başlıyor. Yeniden tabiatla ilişki kurmaya çalışırken bağlamından kopmuş bir romantizmin esiri oluyor.
Bu yazı, Gezi Parkı eylemlerinin güncel siyasetteki karşılığından çok küresel siyasi/felsefi gelişmelere paralel olarak yaşadığımız olayların simgesel anlamlarına yoğunlaşmayı denemektedir. Bu sebeple olayların siyasi gündemde ne anlama geldiği tartışmalarından biraz geriye çekilerek insanın tabiatla ilişkisinin tarihi serencamına bakmaya çalışmaktadır.
Tarih boyunca insanın tabiatla kurduğu ilişkinin tahlili, siyasi tarih okumalarından daha geniş bir perspektif sunabilir. Çünkü hayata yüklenen anlam, insanın nesneyle kurduğu ilişki doğrudan bu alanda tecelli ediyor. Örneğin modernitenin insana ve aklına, dini bağlamdan uzak, merkezi bir konum atfeden hümanist anlayışı farklı bir insan-tabiat ilişkisi ortaya çıkarmıştır. Buna göre insan aklı, irrasyonel olduğu kabul edilen ve hayatın dışına itilen dinî etkilerden uzaklaşarak veya Weber'in deyişiyle dünyayı "büyü"den arındırıp rasyonelleşerek tabiata hükmedebilecekti. Böylece tabiatta hüküm süren kanunlar salt akılla keşfedilebilecek, bilimin önündeki gelenekselleşmiş toplumsal engeller kalkacak ve yeryüzü "cennet" haline gelecekti.
19. yüzyılın baş döndürücü sınai gelişmesinin ardında böyle bir felsefi arkaplan vardı. Bu teknolojik gelişme, Fransız Devrimi'yle birlikte devlet gücünü arkasına alan burjuvanın küresel ticari çıkarlarına hizmet ettiği için Batılı sömürgeciliğin dünya hakimiyeti emeliyle iç içe geçmiş küresel sermayenin kâr güdüsünün girift ilişkisi, iki asırdır özellikle Batı-dışı dünyanın kabusu oldu. Bu ilişkinin itici gücü olduğu sanayi kalkınması, daha çok kâr için daha çok yatırım yapılan ve üretilen malın tüketilmesi, talebin oluşması için kitlelerin manipüle edildiği bir dünyayı doğurdu. Kapitalist ekonominin temelini oluşturan bu kısır döngü, insanın geleneksel değerlerini, kendilik anlamını erozyona uğrattığı gibi sermayenin kâr etmesine endekslenmiş üretim-tüketim dengesi de tabiatın orantısız bir şekilde tüketilmesi ve ayrıca tahrip edilip kirletilmesi sonucunu doğurdu.
İnsan teki, Yaratıcısından çok aklına ve aklının ürettiği maddi güce güveniyordu artık. Hakikatin bilgisinin tek kaynağı haline gelen bilim, aynı kısır döngünün içinde maddi refahın sorularına cevap aramaya başladı. Bu çerçevede insanın tabiatla ilişkisi, ontolojik olarak kendini anlamlandırırken kurduğu aktif iletişimden çok anlamı boşaltılmış ve boyun eğdirilmiş salt nesne ile kurulan ilişki... Batılılaşma serüvenimizde teknolojik kalkınmaya yüklenen anlam bu felsefi içerikten hiç de uzak değil. Cumhuriyet'in ilk yıllarında fabrika bacalarından çıkan sise methiye düzüp şiirler yazan zihniyeti başka nasıl açıklayabiliriz?
Bu materyalist anlayış ağaçla, çiçekle salt temaşaya yönelik gelişen tek taraflı ilişkide de kendini gösteriyor. Ağaç, çiçek artık geometrik şekiller verilen "parklarda" seyirlik "nesne"ler haline gelmiştir. İnsanı Yaratıcısına, kendisine, çevresine, tabiatına, anlamına yabancılaştıran bu anlayış çok geçmeden insanın kendisini altın kafeste hissetmesine ve yeni arayışlara girmesine sebep olacaktır.
Katı materyalist sürecin ardından bu sefer modern insan başka bir uca savrulmaya başlayacak, tabiatla ilişkisine anlamı kendinden menkul bir kutsiyet atfedecektir. Modernitenin "anlam"dan arındırdığı zihinler, içine düştüğü anlamsızlık denizinde bitkiyle, hayvanla kendini eşitleyen panteist bir anlayışa savrulmaya başlıyor. Yeniden tabiatla ilişki kurmaya çalışırken bağlamından kopmuş bir romantizmin esiri oluyor. Modernizmin "beyaz Batılı erkeğin" katı, materyalist hegemonik gücünü temsil etmesi gibi postmodern süreçte de hegemonyanın gizlendiği "dişil ve erksiz" panteist ve hatta pagan bir anlayış... 2009 tarihli Avatar isimli filmde Eyva isimli tanrılaştırılmış "kutsal ağaç"la kurulan panteist ilişki ve topluluğun dini liderinin bir kadın şaman olması hiç de tesadüf görünmüyor. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün.
Yeni tür bir siyaset tarzını işaret ettiği iddia edilen Gezi Parkı direnişinin ağaç ekseninde gelişmesinden hareketle panteist bir anlayışa dayandığını söylemek fazlaca indirgemeci bir yaklaşım olurdu. Kapitalist ilişki biçimlerinin farklı toplum kesimlerince kabul görmesini sağlayarak (üretime bile dayanmayan) finans merkezli ekonomik kalkınma modeline bağlılığını gözden geçirmeyen hükümetin de materyalist bir felsefeye bel bağladığını söylemek de bir o kadar abartı kabul edilebilirdi. Ancak yaklaşık iki yüz yıllık Batılılaşma tarihimizde pragmatik bir şekilde Batılı modern sonuçları alıp uyguladığımızı iddia ederken bu uygulamaların felsefi arkaplanından bağımsız olduğunu kim iddia edebilir? Her uygulamanın kendi zihni yapısını zamanla bu topluma dayattığını inkar edebilir miyiz?
Hükümetin modernist-materyalist, eylemcilerin postmodern-pantesit anlayışla hareket ettiği iddiası her iki tarafın da Müslümanlıkla ilişkisi gerekçe gösterilerek reddedilebilir. Ancak bu üretilen siyasetlerin felsefi ve sosyolojik arkaplanını görmemize engel değil. İki tarafın da konjonktürel savunusu olduğunu biliyoruz. Hükümetin hikayesi modernleşme tarihimizle yaşıt neredeyse. Hani şu devletin düşmanlarına karşı varlığını koruyabilmesi için modernleşmesi gerektiği tezi... Geldiğimiz noktada varlığımızın referansları ve savaşın karşı tarafı tamamen muğlak hale gelmiş durumda. Eylemcilerin savunusu da belli; (hayat tarzı siyaseti ve romantik devrimcilik kalkışmaları başka bir tartışmanın konusu olmakla birlikte) hızlı ve çarpık kentleşme politikalarıyla yok olan tabiat... Ağacı, beton blokların diyeti haline gelen parklara hapseden kapitalist ilişki ağını hiç sorgulamadan... Peki, artık bu coğrafyanın düşünürlerinin, alimlerinin, entelektüellerinin bu konjonktürel kavgaların dışında insanı Yaratıcıyla, tabiatla, kendisiyle, çevresiyle belli bir ahenk içerisinde anlamlandıran kadim değerlerden hareketle yeni cevaplar üretmesinin zamanı gelmedi mi?
(Aynur Erdoğan / Dünya Bülteni)