30-04-2013 07:49

Mahrem olan her şey kamusallaştırılırken...

Kamusal alana çıktıkça özgür bireyler olacaktık! Ne cemaat ne parti ne örgüt ne siyasal otorite bizi kendine râm edemeyecekti. Tüm geleneksel bağlardan sıyrılıp dinin de, modernliğin de, tüm özgürlüklerin de temsil edildiği bir konuma yükselecektik. Terketmiştik nasılsa mutlak olanı kendi içimizde; kamusal alanda içimize hapsettiğimiz, evin duvarına astığımız kelam-ı kadim gibi… Her şey göreceliydi, göreceli bir gerçeklik içinde bize de bir alan açılsın istiyorduk…

Mahrem olan her şey kamusallaştırılırken...

Mahrem olan her şey kamusallaşıyor

 
Akif Emre / Yeni Şafak
 
Kamusal alan tartışmasına çekildiğimiz günlerden beri özne olmaktan nesneleşmeye evrildik sanki. Kamusal alanda görünür olmaktı en büyük merakımız. Çünkü varlığımız görünürlüğümüze indirgenmişti. Göründüğün kadar varsın diyordu birileri; modern paradigma bunu telkin ediyordu.
 
Şehirlerimiz, çarşı ve sokaklarımız, mahallemiz ortadan kalkıp bulvarlara, meydanlara plazalara, gökdelenlere evrildikçe fark etmeye başladık nesneleştiğimizi. Henüz tam farkında olmasak da devasa blokların gölgesinde ezilen varlığımız gibi insan olmanın şiarına yabancılaştığımızı birileri hatırlatmaya başladı. Modern şehrin meydanlarında, alışveriş merkezlerinde gösterişli ama sinik, gövdesi dimdik ama ne ruhu ne duygularıyla orada olamayan bireyler haline geldiğimizi yine moderniteyi tasarlayanlar hatırlattıkça inanasımız gelmedi. Şehirlerden, bulvarlardan artık sadece gelip geçiyoruz; hepimiz evimize sinerek gazete, televizyon, internet üzerinden sosyalleşirken ferdin kaybolup nesneleştiği iletişim ağlarında varlık göstermeyi dener olduk. Artık kamusal alan denilen metropollerde, görünür planda yaşayanlar değil seyreden insanlardık. Yaşanan değil gelip geçilen, tüketilen ışıltılı mekanların gelip geçen insanları; görünen, göründüğü kadar var olan nesnelere dönüştü.
 
Kamusal alana çıktıkça özgür bireyler olacaktık! Ne cemaat ne parti ne örgüt ne siyasal otorite bizi kendine râm edemeyecekti. Tüm geleneksel bağlardan sıyrılıp dinin de, modernliğin de, tüm özgürlüklerin de temsil edildiği bir konuma yükselecektik. Terketmiştik nasılsa mutlak olanı kendi içimizde; kamusal alanda içimize hapsettiğimiz, evin duvarına astığımız kelam-ı kadim gibi… Her şey göreceliydi, göreceli bir gerçeklik içinde bize de bir alan açılsın istiyorduk…
 
Siyasal insan olmuştuk artık. Demokratik özgürlükler içinde, katılımcı süreçte insanlığın bulduğu en ideal yönetim biçiminin, deneyiminin hazzıyla yaşıyorduk modern bireyler olarak… Dogmaların esiri olan kul gitmiş, 'bana göre' diye başlayan cümleler kuran bireyler gelmişti.
 
Habermas'ın söylediklerinden haberimiz olmasa da artık her birimiz birer gazete okuyucusu, televizyon izleyicisiydik. Okudukça aydınlanıyor, seyrettikçe keşfediyorduk. Artık gizli saklı kalmayacaktı. Dünya siyasetinin dolambaçlı labirentlerinin şifreleri artık elimizdeydi. Aydınlanmış, vatandaşlık bilincine ermiş toplumlar olarak siyasete biçim veriyor, hesap soruyorduk. Kamusal alan artık siyasal alanı denetleyen, siyasal katılımın arenasına dönüşmüştü ve burayı da 'rasyonel iletişim ağı'nın aktif bireyleri belirliyordu.
 
Medya ile aydınlanmış bireylerin oluşturduğu siyasal katılım söyleminin hiç bu kadar masumane olmadığını erkenden fısıldayanlar çıksa da neden sonra modernlik, postmo- dernlikle kendini hesaba çekerek restorasyona giderken, kamusal alanın kuramcıları teenni ile acelesiz yöntemlerle halimize açıklama getireceklerdi. Yoksa Althusser gibilerinin devletin ideolojik aygıtları ayartmasına kapılanlar çıkabilirdi. Ya da Kutupların, Şeriatilerin öfkeleri, eleştiri okları birilerini yoldan çıkartabilirdi… Kimbilir dünyaya prim vermeyen bir sufinin radikal terk edişine takılan yolculardan da olabilirdik.
 
Oysa tükettikçe var olduğumuza ikna olmuş, görünerek mümkün kılan hayat tarzına alışmıştık. Medyanın siyasal ilişkilerine, ekonomik çıkarlarına şeffaflık adına nasıl bir karartma uyguladığını henüz fark etmemişti, bu rasyonel kamusal alan ilişkileri…
 
Gazete okuyup televizyon seyrettiğimiz oranda kamusal alana dahil olduğumuz söylense de medyanın siyaset-ticaret ilişkilerinden doğan tekelciliğinin birey oluşumuzu nasıl rehin aldığını fark edemezdik; çünkü fark etmememizi isteyenler yine onlardı.
 
Medya artık meydanların yerini almıştı. Siyasetin karanlık ilişkilerini medyada çözme gayretindeydik; sinik bireylerin kamera karşısında aslan kesildiği, bilinçlenme seanslarında her şey seyirlikti. En masum duygulardan, en mahrem sırlara kadar her şeyi keşfetmek en büyük hazzı olmuştu bu rasyonel bireylerin.
 
Hem başkalarının sırlarını keşfedecektik, hem görünür olup var olacaktık... Gizli kapaklı bir şey kalmayacaktı. Kamusal alana çıkacaktık başörtülerimizle… Kamusal alanda biz de olacaktık kirli sakallarımızı tıraş edip matruş suratlarımızla…
 
Sonra tüketim nesnesi olmayı birey olmak bilip göz zevklerimize hitap eden albenili dergilerde, televizyon programlarında boy gösterecektik. Havalı arabalarımızla pahalı tatil beldelerine taşınırken belki biz de ideal muhafazakar tipler olarak bir söyleşi konusu olabilirdik. Ve böylece gerçekliğimizi, kamusal alanda varoluşumuzu kanıtlamış olurduk. Biz de katılmış olacaktık her şeyi kurcalayan kamusal meraklara, sabah mesaisine yetişme derdinde bir otobüste telefon konuşması kadar mahrem, evlilik programı kadar iffet gösterisine…
 
Sonra kalan tek eksiğimizi de telafi edecek bir yarışma açar, kamusal alanda varlığımızı perçinlerdik: Tesettürlü kapak güzeli yarışması…
YORUMLAR
Henüz Yorum Yok !