29-06-2013 06:55

Mehmed Durmuş: Gezi`den biz Müslümanlara ne kalır?

Gezi Parkı protestoları bağlamında yaşanan olayları, hükümete duyulan tepkiyi küçümsediğim, bu olayları bir danışıklı dövüş olarak yorumladığım sanılmasın. Sonuçta, kendi demokratik kuralları çerçevesinde işbaşına getirilmiş hükümetin başkanını idam etmiş bir rejimin hükmettiği ülkede yaşıyoruz. Ama bilelim ki, bu ‘ciddi’ mücadele biz Müslümanların mücadelesi değildir. Bizim idam edilen değerlerimiz çok daha büyüktür ve hem de uğrunda hepimiz feda olasıya…

Mehmed Durmuş: Gezi`den biz Müslümanlara ne kalır?
GEZİ’DEN BİZE NE KALIR?
 
Mehmed Durmuş / Venhar Haber
 
Gezi parkı eylemlerinin ardındaki sis perdesi yavaş yavaş açılıyor, görüntü biraz daha netleşiyor, heyecanlar nisbeten yatışıyor, toplumsal ve siyasal olayların akışı normal seyrine dönüyor.
 
Gezi parkı eylemlerinden hemen herkes anlamlar çıkardı. Herkesin hissesine düşen bir ders vardı. 
 
Eylemlerin verdiği dersler çok boyutlu. Damıtılmış demokratik hâsıladan biri şu: AKP, birçok liberal-demokrat destekçisi tarafından antidemokratik tutumla, insan haklarına aykırı politik tavırla suçlanmıştır. Kendilerini Türkiye'nin lordu sanan liberal yazarlar, yakın geçmişte birkaç defa yaşandığı gibi, bir kez daha AKP’ye, kendilerine olan diyet borcunu hatırlattılar. Ortaklık bir kez daha bozuldu. 
 
Avrupa Birliği’nin tepkisi, neo-nurcuların epey bir süredir var olan çatlağı derinleştirici karşıt tutumları Başbakanı ve hükümeti, neredeyse partide ciddi çatlaklar oluşturacak denli zora soktu. Liberal yazarlar Başbakanı, kendi hayat tarzını yüzde elliye dayatmak, çoğulcu değil de, çoğunlukçu davranmakla, ortamı germekle v.b. suçlamaktadırlar.
Avrupa Parlamentosu’nun büyük bir ivedilikle, adeta Hükümeti paylayan kararlar neşretmesi oldukça dikkat çekiciydi. Dünyanın dört bir yanında, mesela Suriye’de yüz bin insan en akıl almaz hunharlıklarla katledilirken, ülke baştan sona yakılıp yıkılırken tamamen kör, sağır ve dilsiz kesilen AP’nin, Gezi Parkı eylemcilerine yönelik biber gazına bu kadar celallenmesi anlaşılır gibi değildi. Yayınlanan tasarıda halkın, halkın bir kısmına, Erdoğan hükümetine ve AKP’ye açık bir öfke patlaması gösterdiği; hükümetin Türk halkına ve protestoculara devlet şiddeti uyguladığı gibi ifadeler şaşırtıcıydı. 
 
Göstericilerin demokrasiye, demokratik haklar, insan hakları ve özgürlüklerine saygı taleplerinin yanında olduklarını; vatandaşlık hakları, kadın hakları ve sosyal ve ekonomik hakların hiçbir dini inanış tarafından göz ardı edilmemesi gerektiğine inandıkları deklare ediliyordu. Hükümetten, otoriter yönetim tarzına derhal son vermesi isteniyordu. Gezi Parkı protestolarına ‘halk ayaklanması’ denmesi çok manidardı ve ‘halk ayaklanmasının’ asıl sebebinin sosyal, politik, kültürel ve ekonomik yapılar olduğu tespitinde bulunuyor, hükümetin bu yapıları gözden geçirmesi talimatını veriyordu.
 
Tasarının en göze batan kısmı, AKP Hükümetinin İslamcı bir gündem uyguladığı ve sürdürdüğünü iddia eden cümleleriydi.
 
Sonuç olarak Avrupa Parlamentosu’nun kararı şu cümleyle özetleniyordu:
 
“Türkiye, AB üyeliğine aday bir devlet olarak, demokrasiye saygı duymak ve desteklemek ve demokratik hakları, insan hakları ve özgürlüklerini güçlendirmek yükümlülüğü altındadır.”
 
Ortada AKP Hükümetinin bu tafrayı hak edici bir tutumu söz konusu olmadığına göre, ya AB bizi cambaza baktırırken, bir yerlerden bir şeyler yürütmekteydi, ya da Tayyip Erdoğan’ın siyasî geleceği ile ilgili bir mühendislikle karşı karşıya idik.
 
AP’nin sözünü ettiğimiz deklarasyonunun Türkiye’deki belki de en duyarlı kesimi, neo-nurcu çevre idi ki, orada anında yankı buldu. Bir zamanlar ‘kanka’ oldukları hükümetin başkanına yönelik olarak, AP beyanatı üzerinden kendi mesajlarını ilettiler. Zaman gazetesinde F. Gülen’in sözcüsü konumundaki Hüseyin Gülerce, AP beyanatında AK Parti hükümetinin “İslamcı bir gündem uygulama ve sürdürme”ye çalışmakla suçlanarak yerden yere vurulduğu şeklinde yorumlayarak, “Gezi Parkı’nın daha derinlerde,  ‘asıl nerede yanlış yapıyoruz?’ sorusuna cevap arayan ve içe dönük bir durum muhakemesini gerekli kılan hikmetleri olması lazım…” geldiği neticesine ulaştı. Gülerce aynı yazısında, ABD’de 2008’de Cumhuriyetçi Parti Başkan adayı Arizona Senatörü John McCain’in, bir düşünce kuruluşundaki konferansında, Gezi Parkı olaylarının, Erdoğan’ın Türk halkını İslami yöne doğru zorlamasına bir başkaldırı olduğu şeklindeki sözlerine de yer veriyordu. Gülerce’nin kendisi de aynen Amerikalı Senatör gibi düşünüyor. Başbakan’ın, alkollü içkilerle ilgili düzenleme konusunda sarf ettiği ifadelerin gerçekten kırıcı olduğunu, kendini ezik hisseden insanlara tokat gibi geldiğini, laik kesimde, yaşam tarzlarıyla ilgili endişelerin daha da arttığını ileri sürmektedir.
 
Neo-nurculuğun Pensilvanya’daki liderinin art arda gelen, en sonuncusunda “onlara çapulcu deme!” mealindeki uyarısını(!)yaptığı beyanatları da ‘hayat tarzı dayatması’ iddiasının arkasında durdukları anlamına gelmektedir.
 
Hüseyin Gülerce, “Yanlışlarımızın, zaaflarımızın içinden çıkmanın bir yolu var; demokraside, demokratikleşmede ısrar etmek.” diyor ve Demokrasilerde aslolan üç kavrama dikkat çekiyor: diyaloghoşgörü ve uzlaşma.
 
***
Türkiye'de bir ‘hayat tarzı dayatması’ söz konusu mu? Herkes bilir ki Türkiye'de mevcut hükümet tarafından bir hayat tarzı dayatması söz konusu değildir. Eğer bir hayat tarzı dayatmasından söz etmek gerekiyorsa, bunun gayrı İslamî bir hayat tarzı dayatması olduğunu söylememiz gerekir. Hayat tarzı denilen keyfiyeti hiçbir ideoloji ile paylaşmayan, pazarlık konusu yapmayan, mülk gibi, hakimiyeti de tamamen Allah'a hasreden İslam Dini, gayrı İslamî bir siyasal ve sosyal sistem tarafından hayattan tard edilmiş, Allah adeta zihinlerde sürgüne gönderilmiştir. Hakimiyetin Allaha değil de, beşere tanınması Müslümanlara bir dayatma değil midir? Cumhuriyet rejiminin bütün hükümetleri elbette farklı politikalar gütmüşlerdir ama rejimin gayri İslamî olan temel özelliği hiç değişmemiştir. İçeriden ve dışarıdan, rejimin kuruluşunda hak sahibi olanlar, rejimin rejisörüne, “sakın ola ki bir tuğlayı bile kımıldatayım demeyesin!” uyarısında bulunmaktadırlar. 
 
AKP hükümetinin en büyük cürmü, işbu İslam dışı rejimi halk nazarında ılımlılaştırmak, rejimle halkı olabilecek en azami kapsamda birbirine yaklaştırmaktır. 
 
Belki de ülkenin gelmiş geçmiş en demokrat hükümeti olmasına, en büyük icraatlara imza atmasına rağmen Başbakan Erdoğan ve hükümeti, yine de küresel ve de yerel laik-demokratik mahfillere kendisini kabul ettirememiştir. İslamî bir gündem dayatmayı aklından bile geçirmediği halde, yine de bu damgayı yemekten kurtulamamıştır. Bu hususta en acıtıcı darbeyi de, ilk başlardaki önemli koalisyon ortağı olan neo-nurcu çevreden yemiştir. Çünkü bir zamanlar medyaya servis edilen kasetleri baz alınarak, hakkında, Türkiye'de bir şeriat rejimi oluşturmak(!) gibi absürd bir dedi-kodu üretilen ve bu dedi-kodunun koruyucu şemsiyesi altında Pensilvanya’ya uçurulan, taraftarları nazarında bir Mesih tahtına oturtulan bildik vaiz, demokratik bir hükümetin başkanını ülkeye hayat tarzı dayatmakla itham edebilmektedir.
 
***
İbrahim (a.s) kevn âleminden seçtiği üç ‘ayet’le, Rabbin sadece Allah olduğu, O’nun dışında herhangi bir varlığın rab edinilmesindeki üzülesi derin hamakati, boşluğu ve hiçliği, o günün toplumuna olağanüstü bir tebliğ diliyle göstermişti. İbrahim, önce gecenin karanlığı bastırdığında gözüken yıldıza gözünü dikerek, “İşte bu benim Rabbim!” demişti. Yıldız batınca, batmasını gerekçe göstererek, yıldızın rab olamayacağı sonucunu çıkarmıştı. İkinci olarak, ay doğarken yüzünü döndürmüş ve Rabbin ay olduğunu dile getirmişti. Ay da batınca “Rabbim bana doğruyu göstermezse, dalalete düşenlerden olurum” diyerek, yıldız ve aya tapanların tamamının dalalette olduğu mesajını vermişti. Üçüncü olarak ise güneşi doğarken izlemiş ve “İşte rabbim budur, bu daha büyük!” sözleriyle, aslında müthiş bir ironi yaparak, kavminin, güneş gibi ‘daha büyük’ varlıkları tanrılaştırmalarındaki akılsızlığı eleştirmiş oluyordu. Güneş de batınca artık ders vermenin en vurucu cümlesine sıra gelmişti; kavmine şöyle demişti:
 
“Ey kavmim! Ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden beriyim. Ben hanîf olarak yüzümü gökleri ve yeri yoktan yaratan Allah’a çevirdim ve ben müşriklerden değilim!” (6/En’am, 78-79).
 
İbrahim Peygamber’in üç kevnî ayet üzerinden yaptığı okuma ve bu okuma sonucunda ulaştığı tek sonuç bana tersinden, günümüzdeki üçlü ‘karşı okumaları’ çağrıştırmaktadır.
 
İbrahim Peygamber'in yıldız, ay ve güneşine karşılık şimdilerde de özgürlük,demokrasi ve çoğulculuk; ya da liberalizmbireycilik ve insan hakları yahut dadiyaloghoşgörü ve uzlaşma gibi üçlü putlaştırma okumaları yapılmaktadır.
 
Birileri tarafından bize bu üçlü kavramlardan biri işaret edilerek, “işte benim dinim budur!” denmekte, bunların ‘battığı’ yani eleştiriler karşısında tutunamadığı görülünce, bir başka üçlü kavrama işaret edilmekte, o da yıpranınca bir başkasına geçilmektedir.
 
Gezi Parkı eylemleri vesilesiyle başlayan ‘hayat tarzı’ tartışması, Müslümanlardaki zihniyet erozyonunu tekrar gündeme getirmiştir. Her seferinde, kendilerini liberal-demokratlara beğendirmeye çalışan muhafazakâr kesim, İslam'ın dışında, İslam'la temelden çatışan modernizm dinini daha da yüceltmekte, yukarıda zikrettiğim kavramlar adeta Allah yerine konmaktadır.
 
Bu çağdaş dinin çağdaş peygamberleri, biz Müslümanların da aslında aradığımızın bu olduğunu, esasta sahip çıkmamız gerekenin bu kavramlarla örülmüş bir hayat olduğunu ama bizim bunları unuttuğumuzu seslendirmektedirler.
 
Peki, bu çağdaş peygamberler kimlerdir? Bunların, CHP genel başkanı birisi olmayacağı açıktır; MHP genel başkanı gibi birisinin olmayacağı da açıktır. Dindar bir kişi görüntüsü vermeyen -alanında dünyanın en iyisi olsa bile- bir liberal entelektüel, bilim adamı, filozof ya da siyasetçinin de böyle bir ‘Peygamber’ olmayacağı açıktır.
 
Peki, geriye kim kalmaktadır? 
 
Ilımlı halk, kimin liberal-demokrat peygamberliğini benimser? Kimin öncülüğünde liberal-demokrat dönüşümü tamamlar? Kim bu halkı İslamsız bir hayata gönüllü hale getirebilir? Kim bun insanlara laikliği tavsiye eder de, tepki almaz?
 
Bu soruların cevabı belli olduğu için kendim telaffuz etmiyorum. Ama bilelim ki, biz Müslümanlar ‘gezi parkı’ gibi ‘cambaz’lara baktırılırken, ayağımızın altından ciddi erozyonlar yaşamaktayız fakat fark etmemek istiyoruz sanki. 
 
Gezi Parkı protestoları bağlamında yaşanan olayları, hükümete duyulan tepkiyi küçümsediğim, bu olayları bir danışıklı dövüş olarak yorumladığım sanılmasın. Sonuçta, kendi demokratik kuralları çerçevesinde işbaşına getirilmiş hükümetin başkanını idam etmiş bir rejimin hükmettiği ülkede yaşıyoruz. Ama bilelim ki, bu ‘ciddi’ mücadele biz Müslümanların mücadelesi değildir. Bizim idam edilen değerlerimiz çok daha büyüktür ve hem de uğrunda hepimiz feda olasıya…
 
İbrahim’in yolunda mıyız, garpzede siyasilerin ve liberallerin yolunda mı; gezi olaylarından ziyade bu sorunun cevabı ile iştigal etmeliyiz.
YORUMLAR
  • İslam Demirli   30-06-2013 12:21

    S.A. Hz.. İbrahim'in yolundayız inşaALLAH!... Allah memnun ve razı olsun... Allah'a emanet olunuz...