21-03-2011 17:46

Mehmet Pamak, Mazlum-Der`in dönüşüm sürecini değerlendirdi

İslami camiadaki son demokratikleşme eğilimlerinin arka planını ve nasıl bir sürecin sonunda bu hale gelindiğini anlamak için, bu konuda model olan Mazlumder savrulma serüveninin üzerinde durulması önem arz etmektedir. Mazlum-Der’in kurucu Genel Başkanı Mehmet Pamak’ın bu değişim sürecine dair tanıklığı ve uyarıları ise, halimizi ve gidişatı sorgulamaya vesile olacak bir içeriktedir. İşte bu sebeple, Pamak’ın yıllardır yapageldiği bu uyarılardan bazı kesitleri Mazlum-Der’in 20. yıl dönümü münasebetiyle bir daha hatırlamanın faydalı olacağını düşünerek, okuyucunun istifadesine sunuyoruz.

Mehmet Pamak, Mazlum-Der`in dönüşüm sürecini değerlendirdi

İslam ve Hayat

 

Önce Mazlum-Der pratiğinde yaşanan sekülerleşme, demokratikleşme, giderek pek çok İslami çevreyi de kuşatmış, bugün gelinen noktada ise zirveye ulaşmış bulunuyor. Gelinen noktada artık Mazlum-Der, şirk sistemi içinde “demokratik Türkiye’yi inşa edecek yeni, sivil bir Anayasa yapımı”nı kendisine iş edinecek kadar laik demokratik sisteme, Batının seküler değerlerine entegre olmuş durumdadır. Üstelik bu süreçte kendisiyle birlikte birçok “İslami Kuruluş”un da aynı istikamette değişimine katkı sunan bir rol de oynamıştır. İşte İslami camiadaki son demokratikleşme eğilimlerinin arka planını ve nasıl bir sürecin sonunda bu hale gelindiğini anlamak için, bu konuda model olan Mazlum-Der savrulma serüveninin üzerinde durulması önem arz etmektedir. Mazlum-Der’in kurucu Genel Başkanı Mehmet Pamak’ın bu değişim sürecine dair tanıklığı ve uyarıları ise, halimizi ve gidişatı sorgulamaya vesile olacak bir içeriktedir. İşte bu sebeple, Pamak’ın yıllardır yapageldiği bu uyarılardan bazı kesitleri Mazlum-Der’in 20. yıl dönümü münasebetiyle bir daha hatırlamanın faydalı olacağını düşünerek, okuyucunun istifadesine sunuyoruz.

 

Mazlum-Der’in Kuruluşunun 20. Yılı Münasebetiyle Halimizi Sorgulamak

 

Mehmet Pamak, kurucu Genel Başkanı olduğu Mazlum-Der’in kendisinden sonraki süreçte, giderek İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaşarak sekülerleşme, demokratikleşme sürecine girmesi üzerine 1994’lerden itibaren önce sözlü, sonra da yazılı uyarılar yaparak bu savrulmaya engel olmaya çalıştığını çeşitli yazılarında beyan etmiştir. İşte bu tür tespit ve uyarılarından bazı alıntılar:

 

“Başlangıçta, Referanslarını; başta Kur’an ve sahih sünnetin ilkeleri, pratiği ve İslam tarihinin sahih uygulamaları oluşturuyordu. Açık bir İslami kimlik ibrazı ve net bir İslami söylemle,  tevhid eksenli bir insan hakları mücadelesi, çifte standartsız, dürüst ve adil bir uygulamayla gündeme getirilmişti. Ancak zamanla Mazlum-Der’e egemen olan zihniyet; ilkesiz ve kimlik zaafı taşıyan yönelimleri ve çevreden etkilenen bulanık, net olmayan İslam(!) anlayışlarının doğal sonucu olarak, İslami kimliği ve İslami referansları belirleyici olmaktan çıkaran, batı ölçülerinde, “İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi”, “AGİK”, “Helsinki Sözleşmesi” ve egemen şirk anayasaları çerçevesinde, “demokratik insan hakları” anlayışına doğru savruldu ve bunu da açıkça ifade etmekten çekinmedi.  Mazlum-Der için artık demokratik ve seküler bir insan hakları mücadelesi esas olmuş, insan hakları mücadelesi Kur’an ve sünnet hudutları içinde kalarak ve sadece Allah’ın rızası gözetilerek yapılmadığı için de “ibadet” özelliğini kaybederek, bunu yapan insanların hevalarına tabi bir amel hüviyeti kazanmıştı.

 

Böylece, 20 yıl önce İslami kimlikle ve Kur’ani ölçülerle insan hakları mücadelesi yapmak üzere kurulan Mazlum-Der, gerçekten de ciddi ve büyük bir dönüşüm geçirmiş ve zamanla İslami kimlikten uzaklaşarak, evrensel saydığı batı değerleri çerçevesinde seküler bir insan hakları anlayış ve uygulamasına evrilmiştir. İşte biz de, bunu yaklaşık 1994 yılından bu yana tespit ve ifade edip uyarı görevimizi önce Genel Kurullarda dile getirmiştik. Kurucu başkan olarak yaptığımız bu uyarılarımız dikkate alınmayıp zaman geçtikçe savrulmanın daha ileri boyutlara ulaştırılması üzerine, nihayet bu önemli savrulmaya dair tespitlerimizi Haksöz’de yazarak artık kamu oyu ile paylaşmak mecburiyetini hissetmiştik. Yaklaşık 16 yıldır uyardığım Mazlumder’in, İslami kimliği ikinci plana iterek sürüklendiği sekülerleşme sürecinin ilk ivmesi bizden sonraki Genel Başkanların yaşadıkları fikri değişim ve dönüşümden kaynaklanmıştı. O zaman değişim yaşamakta olan şimdilerin “itirafçı”ları ile kurdukları yakınlık sonucunda meydana gelen etkilenme ile liberal ve sol Batıcı kesimlerle kurdukları ilkesiz ilişkiler de bu dönüşümde önemli rol oynadı. Batılı seküler kavram, duruş ve söylemlerin etkin, medyatik ve itibar gören imajının etkisiyle giderek bu söylemler içselleştirildi. Bu ilkesiz ilişkilerin hatırına, gayri İslami kesimlere şirin görünmek ve onlardan gördükleri medyatik itibarın artarak sürmesi için ve dünyevileşme eksenli başka gerekçelerle İslami kimlik ibrazından, İslami ölçü ve kavramları gündemleştirmekten giderek uzaklaşıldı.

 

İslami kesimde 1990’lı yıllarda yaşanan dünyevileşmeye dayalı büyük savrulma da bunda rol oynadı.  Özellikle RP’nin Büyük Belediyelerde iktidar olması daha sonra da siyasi iktidara ortak olması, iktidar ve rant eksenli savrulmalara büyük ivme kazandırdı. Bütün bu sorun ve zaafların temelinde aslında sahih bir İslami bilgiye dayalı sahih bir imanın ve doğru, isabetli bir yönelişin nitelikli ve derinlikli bir biçimde gerçekleştirilememiş olması yatmaktaydı. Bir de bunun üzerine 28 Şubat’la daha bir serleşip keskinleşen düzenin otoriter, baskıcı tavrı eklenince büyük sapma ve savrulmalar yaygınlaşabilmiş ve üstelik savrulanlar bu konjonktürel baskıları da kendilerine mazeret kılabilmişlerdi. Sonuçta, bazen korku ve endişe, bazen dünyevi güç ve imkanlara erişme hesabı, bazen reddedilmeme, dışlanmama tam tersine itibar görme, medyada yer alma beklenti ve telaşı, çoğu zaman da bütün bu kaygı ve hesapların iç içe geçmesi neticesinde savunulun ilke ve değerlere aykırı tutumlar gündeme gelebilmişti.

 

1993’lerden itibaren, “Helsinki Yuttaşları” tarafından hazırlanan seküler bildiride yer alan, “neyin doğru neyin yanlış olduğunu yargılamak için bağımsız aklımız ve özgür vicdanımız yeter. Bunları her türlü bağın önüne geçirmemiz gerekir” ifadesi altına imza atılması ve bu tür tercihlerle giderek vahyin belirleyiciliğinden uzaklaşılması, bir Genel Kurulda “Mazlum-Der’in, İslami mücadelenin ve İslami tebliğin aracı olmaktan çıkarılması ve İslami kimlikten soyutlanması” gerektiğinin ifade edilmesi, “her şeyi dinselleştirmek, İslamileştirmek gibi bir hastalığımız var. Derneğin faaliyetlerini dine dayandıramayız…” açıklamasına gerek duyulması, Mazlum-Der’deki değişimin istikametini ortaya koyan işaretler olmuştur. Sonuçta, “insan hakları mücadelesi ile din birbirine karıştırılmamalı, ikisi ayrı alanlardır”[1] gibi sözlerde somutlaşan bu savrulma süreci sonunda Mazlumder, İslami kimlikli ve vahyi belirleyici kılan ilk çıkış noktasına nazaran tamamen zıt seküler demokratik haklar mücadelesi veren bir konuma sürüklenmiş bulunmaktadır.

 

Gottfried Plageman adındaki  yabancı bir araştırmacının, “Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik” ismini taşıyan kitapta yer alan aşağıdaki tespitleri de Mazlum-Der çizgisindeki bu büyük kırılmayı ve İslam’dan seküler insan haklarına doğru gerçekleştirilen büyük savrulmayı, tabii ki olumlayarak, daha 2001 yılında tespit etmektedir. Mazlum-Der’in İslami kimlikli bir insan hakları mücadelesi vermek üzere kurulduğunu, İslami referansları belirleyici kıldığını, ancak ilk Genel Başkan’dan sonra bu çizgisini terk edip giderek sekülerleştiğini ifade eden yazar “Kurucu Başkan Mehmet Pamak, Mazlum-Der adına İslami bir insan hakları anlayışını temel alıyordu”[2] tespitini yapmaktadır. Söz konusu kitapta, daha sonraki değişime de şu şekilde değinmektedir: “Ne var ki … Mazlum-Der’in bugünkü pratiğinde…. bu noktalar önemli yer tutmamaktadır. Uluslar arası düzeyde tanımlanmış insan haklarını esas almaya yıllar geçtikçe daha fazla önem verilir oldu. Böylece…. Mehmet Pamak tarafından temsil edilen görüş giderek arka plana çekildi. Başlangıçta ön planda bulunan, Batı’dan ve sol insan hakları örgütlerinden kendini ayırma düşüncesi böylelikle geride kalmış,….. Evrensel insan hakları ve onun Batılı kaynaklarına yapılan açık atıflar da başlangıçtaki sınırlamaya ters düşmektedir.”[3]  Yazar, Mazlum-Der’in “insan haklarını dinden türetme düşüncesine mesafelenmesiyle beraber, giderek daha açık bir şekilde Batı’nın seküler insan haklarını esas aldığını[4] da ifade etmektedir.

 

Bu alıntılardan da anlaşılacağı üzere, kuruluşta ve ilk uygulamalarında, ilke ve faaliyetlerini İslami referanslara dayandıran, İslami kimliği ve yalnız Allah’a ibadet anlayışını belirleyici kılan ve faaliyetlerini ibadet, ahiret ve hesap bilinciyle sürdüren Mazlum-Der giderek seküler bir değişime uğratıldı…

 

Mazlum-Der’in, AB’den aldığı 44.910 EUR ücret mukabilinde hazırlayıp, yine AB’nin onayı ve denetimi altında uygulamaya koyduğu “Yerel Sivil İnisiyatifler Mikro-Proje Programı”nda yer verdiği programın hedefleri ile ilgili bigiler gerçekten ibret verici nitelik taşımaktadır. Programdaki şu satırlar bu tür ilişkilerin ne kadar büyük savrulmalara sebep olduğunu ortaya koymaktadır: “Din adamlarının insan hakları alanında eğitilmesi ile birlikte öncelikle kendilerinin hem teorik ve hem de pratik insan hakları bilincine sahip olmaları hedeflenmektedir….. Proje hedeflerinden bir diğeri ise, dini öğreti ile pozitif insan hakları hukuku arasında çelişki bulunmadığı, aksine uyum içinde olduğu düşüncesinin din adamları tarafından özümsenmesini sağlamaktır”.[5] Bu ifadelerden anlaşılacağı üzere, yukarıda ifade elden tarihselcilik sapmasına ve bu anlamda Hasan Hanefi’inin “Şeriat ile çağdaş laikliğin tabii İslam’ın bir parçası olduklarını, laiklik ile İslam, şeriat ile aydınlanmanın idealleri arasında fark olmadığı” [6] iddiasına paralel bir dönüştürme projesi Mazlumder tarafından uygulamaya konabilmiştir. Böylece, İslam hukuku ile Batının seküler hukukunun ve pozitif insan hakları anlayışının arasında hiçbir çelişkinin bulunmadığı, tam tersine uyum içinde oldukları fikrinin, önce din adamları, daha sonra da, onların toplum üzerindeki manevi otoriteleri kullanılarak, bütün toplum tarafından özümsenmesi, Mazlum-Der öncülüğünde temin edilmek istenmiştir. Halbuki vahye dayalı tahrif edilmemiş bir İslam anlayışının, böyle Batıl ve saptırıcı bir düşünceyi kabullenmesi mümkün değildir. Pozitif hukuk ile İslam hukuku ve Batının seküler insan hakları ile  İslam’ın haklar anlayışı arasındaki farklılık, son derece temel ve akıdevi boyutlardadır. Her iki sistem insan ve hak kavramlarına taban tabana zıt boyutlarda yaklaşmaktadırlar. Birinde kaynak ilahi iken diğerinde beşeridir. Hakların ve hukukun kaynağı, ölçüsü, muhtevası, güvencesi ve tüm bunların belirleyicisinin kim olacağı konuları iki sistemde en temel ve uzlaşmaz farklılık alanlarını oluşturmaktadır.

 

27. 10. 2007 Tarihinde Yapılan Mazlum-Der İstişare Toplantısında Mehmet PAMAK’ın Yaptığı Konuşmanın Tam Metni

 

Mazlum-Der Genel Merkezinin, eski/yeni merkez/şube yönetici ve üyelerinin iştirakiyle “MAZLUMDER’in kurulduğu yıllardan bugüne kadar Türkiye’de ve dünyada birçok sosyal, siyasal, kültürel, ekonomik değişimler oldu. Bu değişimler insan hakları mücadelesinde yöntem olarak veya esasa yönelik herhangi bir değişikliği gerektiriyor mu? MAZLUMDER’in bugüne kadar yaptıklarını hesaba katarak daha verimli ve etkili bir çalışma ortaya konması için gerekli değişiklikler var mıdır?” sorularına cevap aramak üzere gerçekleştirdiği istişare toplantısında, Genel Başkan Halit Çelik’in davetiyle toplantıya katılan Mazlum-Der’in Kurucu Genel Başkanı Mehmet PAMAK da bir konuşma yaptı.

 

Mazlumder Genel Merkezi söz konu toplantıyı internet sitesinde haberleştirdi. Ancak bu haberde Mehmet Pamak da dahil olmak üzere sadece katılanlardan bazılarının isimlerine yer verilip, toplantının verimli olduğuna ve mutlaka her yıl tekrarlanması gerektiğine dair kimi dileklerin ifade edildiğinden bahisle yetinildiği görülmektedir. Mehmet PAMAK, Derneğin Genel Başkanına ve yardımcılarına,  yaptığı konuşmanın aşağıdaki tam metnini göndererek Mazlumder sitesinde yayınlanmasını talep etmiş, ancak bu talebin yerine getirilmesi söz konusu olmamıştır. Bunun üzerine M. Pamak, Genel Başkan Halit Çelik’i arayarak, şunları ifade etmiştir: “sitenizde yer alan haberde benim 11 yıl aradan sonra ilk defa katıldığım bir Mazlumder toplantısında konuştuğum haberleştirilip içerikten bahsedilmeyince, sanki benim de artık Mazlumder’i bugünkü haliyle kabullenip onunla bütünleşmekte bir sakınca görmediğim imajına yol açılmıştır. Halbuki ben o günkü toplantıda ısrarla başlangıçta esas alınan İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaşarak yaşanan sekülerleşmeden geri dönmeye, kuruluşta olduğu gibi İslami ilkeler çerçevesinde bir insan hakları mücadelesini yapmaya davet ettiğim konuşmam sonunda, bunun gereğini yaparsanız size destek olmaktan şeref duyarım, aksi taktirde ben uyarımı yapmış oldum, herkes de hesabını Allah’a verecektir diyerek, Mazlumder’in bugünkü halinden beri olduğumu ve asla desteklemeyeceğimi ifade ettim. Ancak bu sözlerimden habersiz üyeleriniz ve kamu oyu sadece sitenizdeki haberle yetinirse yanlış anlamalar kaçınılmaz olacaktır. Bu sebeple size gönderdiğim konuşma metnimi yayınlamanızı ve bu yanılgıyı engellemenizi rica ediyorum” demiş ve Halit Çelik de, “bu konuda henüz bir karar vermedik” cevabını vermiştir. Bunun üzerine, M. Pamak, “bu durumdan kaynaklanacak yanlış anlamaları önlemek amacıyla biz konuşma metnini yayınlamak zorundayız” deyince Halit Çelik de, “tabii ki yayınlayabilirsiniz” cevabını vermiştir.

 

İşte bu süreç sonunda, öncelikle, Mehmet Pamak’ın 11 yıl aradan sonra Mazlumder istişare toplantısına katılma gerekçesinin ve muhtevasının doğru anlaşılması amacıyla, ikinci olarak da, söz konusu toplantıya katılımın azlığını dikkate alarak, Mazlum-Der mensupları için önemli bazı hatırlatma ve uyarıları ihtiva eden bu konuşmanın tam metnini, (ki bu metnin tamamına yakın önemli bir kısmı söz konusu toplantıda sözlü olarak muhataplara ifade edilmişti) diğer Mazlum-Der üyelerinin de duyma hakkı olduğu inancıyla yayınlıyoruz” açıklamasıyla İLKAV Merkezinin www.ilkav.0rg sitesinde yayınladığı metni biz de, Kurucu Genel Başkanının Mazlumder’e içerden yaptığı yapıcı, ıslah amaçlı eleştiriyi, istifade edip kendilerini ıslah çabası göstermesi gerekenlerin yok sayması, görmezden gelmesi sebebiyle ve içeriğindeki önemli tespit ve uyarıların bugün artık mazlumder’i de aşıp, pek çok İslami kesimi de ilgilendirir hale gelmesi sebebiyle, Mazlumder’in 20. Yılında bir daha yayınlayarak dikkat çekmek istedik. Diğer yandan şu hususa da dikkat çekmek isteriz ki, Kurucu Genel Başkan’ın sırf bu ıslah ve emri bil maruf çabaları sebebiyle, 1996’dan sonraki genel kurullara hiç çağırılmaması, 2007’deki bu ilk ve son çağrıdan sonra da aynı dışlamanın sürmesi, çoğulcu, demokratik bir sistem savunuculuğunu öne çıkaran bu çevrelerin, ibret verici bir diğer çelişkisidir.

 

 

Söz Konusu konuşmanın Tam Metni:

 

Bismillahirrahmanirrrahim!

Sizleri, Allah’ın selamıyla selamlıyorum.

Son 11 yılda ilk defa bir Mazlum-Der Genel Başkanının bizzat yaptığı nazik bir davetle muhatap oldum. Mazlum-Der’in çizgisi üzerinde bize de görüşlerimizi açıklama fırsatı veren, istişare amaçlı böyle bir toplantıya ilk defa davet ediliyordum, sorumluluk bilinciyle kabul ettim. İşte bu amaçla 11 yıl aradan sonra bugün, kurucu genel başkanlığını yaptığım bir kuruluşta bulunuyorum ve 17 yıl önceki ilk dönem arkadaşlarımdan bir kısmını da karşımda görüyorum. Bu sebeple, yaşamadıkça anlayamayacağınız bir ruh hali içindeyim. Ahiret ve hesap bilincinin üzerime yüklediği sorumluluğun gereğini bir daha huzurunuzda yerine getirmek amacıyla geldim. Yeni tartışmalara yol açmak için değil ama, bu derneğin kurucu genel başkanı olarak davet ediliş sebebinin üzerime yüklediği sorumluluk gereği görüşlerimi açıklamak istiyorum. Bana iletilen gündeme göre, sadece yönteme değil esasa yönelik bir değişimin gerekli olup olmadığı ve ne istikamette olması gerektiği konuşulmak isteniyor. Ben de tam bu nokta üzerinde durmak ve daha önce yaşanan esastaki değişimin yanlışlığı noktasında uyarılarda bulunmak ve ilk İslami kimlik ve ilkelere dönüşü tavsiye etmek üzere görüşlerimi açıklamak istiyorum.

 

Oturum başkanı kardeşimiz Mazlum-Der’in, (sanki insan hakları üzerinde pek düşünülüp tartışılmadan ve bilinçli bir hazırlık yapılmadan) tepkisel bir tutumla kurulduğunu söyledi. Bu doğru değildir. Mazlum-Der, Ankara ve İstanbul’da, ağırlıkla da benim bu iki ildeki bürolarımda ve bazı evlerde yapılan geniş katılımlı çok sayıdaki toplantılarda aylarca süren tartışmalar sonucunda kuruldu. İnsan hakları üzerinde, uzun görüşmeler, araştırmalar ve tartışmalar yapıldı. Hatta, bu batı menşeli kavramın kullanılıp kullanılamayacağı, kullanıldığı taktirde Batı seküler anlayışından farklılıklarımızın ne olduğu ve nasıl vurgulanması gerektiği tartışıldı.

 

Bilindiği üzere, ben 1980’li yılların ikinci yarısında tevhidi bilince ulaştığımda, Müslümanlara yönelik yaygın hak ihlalleri vardı ve Mazlum-Der’den 5 yıl önce kurulmuş bulunan İHD, Müslümanlara yönelik ihlalleri görmüyor, ideolojik bir tutumla çifte standart uyguluyordu. Bu sebeple ben, tevhidi bilince ulaşmadan önceki ülkücü kimliğimle bürokrasinin üst kademelerinde, parlamentoda ve bugünkü MHP’nin kurucu genel başkanlığında bulunmuş olmamdan kaynaklanan geniş ve etkili çevremi, Müslümanlara (ayrımsız olarak, kendini İslam’a nispet eden herkese) yönelik hak ihlallerini gidermek veya mazlumların yanında yer alıp onlarla ilgilenmek için seferber ediyordum. Yani Mazlum-Der öncesinde, benim üzerimde yoğunlaşan bireysel bir insan hakları mücadelesi söz konusuydu. Ankara’daki bürom başörtüsü yasağına muhatap kızlarımızın toplantı mahalli, insan hakları ihlal edilen Müslümanların müracaat yeri konumundaydı. Ancak bu yoğun, yorucu ve uzun soluklu mücadelenin bireysellikten çıkıp kurumlaşması ve süreklilik kazanması gerekiyordu. Bu sebeple, yaklaşık üç yıl bireysel olarak sürdürdüğüm (zaman zaman Burhan Kavuncu gibi kardeşlerimin de yardımcı oldukları) bireysel insan hakları savunuculuğu sonunda, Müslümanların, bir insan hakları kuruluşunu oluşturmaları ve vahyin ölçülerine dayalı bir insan hakları mücadelesini gündeme almaları gerekliliğini konuşmaya başladık. Bu amaçla başlatılan toplantılar sonucunda kurulan Mazlum-Der’in ilk Genel Merkezi de benim bürom olmuştu.

 

İnsan hakları zaviyesinden Müslümanların hali de pek iç açıcı değildi. Çünkü geleneksellikten, ulusalcı kirlenmelerden ve sağcılıktan yeni yeni kurtulunuyor, Kur’an yeni yeni akıde ve amelleri belirleyici ve Müslüman şahsiyetleri inşa edici bir konuma geliyordu. Bu sebeple insan hakları kavramı, hak ve adalet mücadelesi henüz yaygın bir biçimde Müslümanların gündeminde değildi. Kurumsal bir insan hakları mücadelesine dair bir eğilim bile yoktu. Biz gündeme getirip, Allah’ın bütün kullarının haklarını, ayrım yapmadan savunmaktan bahsettiğimizde ise, “Kafirin insan hakkı mı olur” denilerek, sadece Müslümanların haklarını savunmamız gerektiğini söyleyenler çıkıyordu. Kürt sorunu gibi yakıcı sorunlara vahyin ölçüleriyle adil yaklaşım bile “Kürtçülük” yaftasıyla mahkum edilebiliyordu. Kimileri de, şirk sistemi içinde dernek kurmanın küfür olduğunu söyleyerek, bu teşebbüsümüzden dolayı bizi tekfir edecek kadar ileriye gidebiliyordu. Az da olsa kimileri de, bir İslami cemaat kurduğumuzu  zannederek bize biat etmek istediğini söylüyordu. İnsan hakları kavramını kullanmanın gayri İslami olduğunu ifade edenlerle uzun tartışmalar yapılarak nasıl davranılması gerektiği üzerine düşünce üretilmeye çalışılıyordu. Bütün bunlara rağmen, kuruluşla birlikte öylesine net bir İslami kimlik ibrazı ve öylesine net bir tevhidi duruş ortaya kondu ve vahyin ölçüleri öylesine belirleyici kılındı ki, başta tekfir edenler ya da insan hakları kavramını kullanmayı gayri İslami bulanlar bile bilahare destek vermeye ya da bu kavram konusundaki rezervlerini korusalar da saygı göstermeye başladılar.

 

Tevhidi camiayı oluşturanların çoğunluğu da, kendi grup ve cemaatlerinin bir yan kuruluşu olmadığı için, bir yandan tam sahiplenmeyerek ve tam destek vermeyerek uzak durmaya çalışırken, bir yandan da, henüz nasıl bir sonuca ulaşacağı belli olmayan bu çalışmanın dışında da kalmamaya çaba gösteriyorlardı. Zaman zaman düzenlediğimiz toplantılara temsilci göndererek, foksiyonel olmayan zayıf katılımlarda bulunuyorlardı.

 

Diğer yandan, yine bir ilki gerçekleştirerek, iki hanım kardeşimizi de Mazlum-Der yönetim kuruluna aldığımız için bizi eleştirenler çıkıyordu. Böyle olacaksa, yönetim kurulu toplantılarında aynı salonda oturmamamız ya da hanımların perde arkasında durmaları gerektiğini söyleyenler çıkıyordu. Bugün buraya katılanlara bakıyorum da, Mazlum-Der bu konuda da geriye gitmiş görünüyor. Bizim 9 kişilik yönetim kurulumuzda iki hanım üye yer alırken, bakıyorum ki sizin 40-50 kişilik istişare toplantınızda bile hanım üye sayısı ikiyi geçememiş bulunuyor.

 

Kuruluş dönemiyle ilgili bir başka tespit de şudur: başta RP olmak üzere mevcut partilerden ve geleneksel cemaatlerden bağımsız, Kur-an merkezli bir insan  hakları kuruluşu oluşturmak oldukça zordu. Çünkü bu parti, grup ve cemaatler insan ve maddi imkan potansiyelini parsellemişler, yeni ve bağımsız yapılanmalara da asla tahammül edemiyorlardı. Nitekim o süreçte, RP camiası da “Temel Haklar ve Hürriyetler Derneği” adı altında bir bir dernek kurmaya çalışıyordu. Biz bu haberi alınca, dernek çalışmasını yürüten Recai Kutan’la görüşmeye gittik. “Bize göre sizin tevhidi ölçülerle bağdaşmayan bir yönteminiz ve tercihleriniz söz konusu, ancak neticede siz de, biz de kendimizi İslam’a nispet ediyoruz ve hepimiz aynı sistemin mazlumlarıyız, gelin zulme karşı mücadele verecek insan hakları kuruluşunu birlikte oluşturalım, zulme karşı ‘Hılf-ul Fudul’ misali bir yapı içinde güç birliği yaparak, birlikte mücadele edelim” dedik. Recai Kutan ise, “biz kendi derneğimizi kuruyoruz, ya gelin bize tabi olun, ya da siz de gidin kendi derneğinizi kurun” dedi. İşte Mazlum-Der böyle bir ortamda, tevhid ve adalet eksenli İslami mücadelenin bir yan kuruluşu olarak İslami kimlik ve ilkeler çerçevesinde insan hakları mücadelesi vermek üzere kuruldu.

 

İlk yönetim kurulunda yer alan ve bugün burada bulunan arkadaşların da çok iyi bildikleri üzere, yaptığımız ilk basın toplantısında ve diğer kuruluşlarla temas sırasında açıkça deklare ettiğimiz kuruluş amacımız şuydu:

- Mevcut insan hakları anlayış ve uygulanmasındaki ideolojik, seküler sapmalardan 

   korunmuş, vahyi merkeze alan, İslami ölçü ve ilkelere dayalı bir örneklik oluşturmak.

- Uygulamadaki çifte standarlı anlayışa karşı, ortaya, insanı baz alan, ayrımsız, çifte  

   standartsız, adil bir insan hakları mücadelesi örnekliği koymak.

- Mevcut insan hakları mücadelesiyle çatışmak yerine, var olana, fıtri erdemlerle uyumlu,

   vahyin ölçüleri ile belirlenen özgün bir anlayışı gündemleştirerek, dinamik ve devrimci bir

   soluk katmak.

- İdeolojik tarafgirlikle zaaflı, sınırlı ve çifte standartçı mevcut anlayışa yeni bir açılım ve

   yeni bir ufuk kazandırmak.

- Müslümanların bu konudaki açığını kapatmaya çalışmak, sonuçta hem insan haklarını 

   muhteva bakımından vahye uygun daha onurlu bir konuma/hakkettiği yere oturtmak, hem 

   de adil çifte standartsız haklar mücadelesiyle, Allah’ın bütün kullarını, bu imtihan 

   dünyasında kendilerini özgürce gerçekleştirebilecekleri adalet ve özgürlük (dileyen iman

   etsin dileyen inkâr etsin ayeti çerçevesinde tercih özgürlüğü) vasatına kavuşturmak üzere  

   kurulduk.

- Bu alandaki tüm kavramlara, vahyi tanımlar kazandırmayı amaçladık. İnsan, Hak,   

         Hukuk, Adalet, Zulüm, Mazlum, Zalim v.b. tüm kavramları vahiyle gerçek tanımlarına  

         Kavuşturmaya çalıştık.

 

Mazlum-Der’in ilk döneminde insan haklarının ölçü ve sınırının vahiyle belirlenmesi esas alındı. İslami kimlik ve ilkelere referans çok açık bir biçimde ifade ve ibraz edildi. Bütün bu muhteva, hem ilk basın toplantımızda, hem çıkardığımız yayın ve bültenlerde, hem değişik İnsan Hakları kuruluşlarına gönderdiğimiz kendimizi ve ilkelerimizi tanıtan metinlerde, hem de değişik kuruluş ve kesimlerle bizzat yaptığımız görüşmelerde açıkça ortaya konuldu. Faaliyetlerimiz başladıktan bir süre sonra, bir grup solcu yazar Mazlumder’i ziyarete gelmişlerdi. Bu heyette yer alan yazar Tanıl Bora şunları söylemişti; “Mehmet bey, çıktığınızdan beri bizi şok ediyorsunuz, son derece adil ve çifte standartsız bir insan hakları mücadelesi veriyorsunuz, sizin bu tür adil tutumunuzu yansıtan bildirilerinizi biz de beğenerek İHD’de panoya asıyoruz, ancak kısa sürede yırtılıp atıldığını görüyoruz. Yani bizimkiler sizin adaleti savunan bildirilerinize bile tahammül edemezken, siz bu kadar adil olmayı, düşünce, inanç ve ırk ayrımı gözetmeden herkesin hak ve özgürlüklerini savunan bir çizgi oluşturmayı nasıl başarabiliyorsunuz” mealinde sözler söylemişti. Biz de şu cevabı vermiştik, “Tanıl bey, biz İslam’ı tercih edene kadar özgürüz, ama bağımsız irademizle İslam’ı tercih ettikten sonra artık vahye teslim oluyoruz. Bu bakımdan, hayatımızın bütün alanlarında ve bu arada insan hakları alanında da, Kur’an’a tabi olmak zorundayız. Yani bizim, sizin de takdir ettiğiniz, çifte standartsız adalet ve hak anlayışımızın ölçülerini, sizin de, bizim de Rabbimiz, yaratıcımız olan Allah belirliyor. Eğer biz de sizin gibi beşeri bir ideolojinin müntesibi olsaydık, biz de şu veya bu ölçüde çifte standartlara sürüklenebilirdik. Ancak sizin de, bizim de Rabbimiz olan Allah, ayrım gözetmeksizin bütün kullarının haklarının ve adaletin tecellisinin güvencesi olmamızı bize emrettiği için biz böyle davranmak zorundayız. Yani takdire şayan buluğunuz adil tutumumuzun arkasında, böyle davranmamızı emreden Rabbimiz ve adil ölçüleri belirleyen Kur’an vardır. Ülkücü kimliğe sahip olduğum süreçte, solcuların insan haklarının ihlal edilmesi beni ilgilendirmezdi. Ama şimdi onların hak ve özgürlüklerinin de savunuculuğunu yapıyorum. Ben de bu adil değişimi sağlayan Kur’an’dır.”

 

Mazlum-Der olarak, vahyi ölçüler içinde özgün bir insan hakları anlayış ve pratiğini gündemleştirirken, bir yandan da, Batının insan hakları anlayışını kendi orta çağına, engizisyon karanlığına göre önemli bir gelişme ve olumluluk olarak değerlendirip, taktir ve teşvik etmeyi ihmal etmiyorduk. Ancak bu seküler ölçülerin, değerlerin insanlığın ortak değerleri kabul edilmesinin mümkün olmadığını ifade ediyorduk. Hazırlanışında bile, insanlık ailesini teşkil eden tüm kesimlerin katılımıyla, bütün inanç, felsefe ve düşüncelerin ortak bir ürünü olarak üretilmemiş olan bu seküler değerler, dayandıkları kaynak bakımından da zaaflıydı. Arka planında vahyin kırıntıları ve kimi fıtri eğilimler rol oynasa da, ilahi vahye dayanmamaktaydı, seküler aklın heva ve zanna dayalı üretimi durumundaydı. Bu sebeple, Batının seküler insan hakları anlayışı, bölgesel modern kültürün sınırlı, zaaflı ve ideolojik önyargılarla kuşatılmış ürünü olarak doğdu. İşte bu zeminde üretilen BM İnsan Hakları Beyannamesi, bırakınız evrensel olmayı, bütün insanlığın ortak üretimi olmadığı için, o çağdaki tüm dünya insanlığının ortak değeri olmayı bile başaramamıştı. Batının modern paradigmasının, hümanist, rasyonalist düşüncenin sınırlı ve ideolojik bir ürünüydü. Evrensel ölçü ve değeri, ancak, bütün insanlığın Rabbi olan Allah koyabilir. Batıdaki görece olumlu arayışları temsil eden doğal hukukçular, doğru bir tespitle (“bilginin kaynağında Tanrının varlığı” ön kabulüyle) hareket etseler de, sonuçta bu bilgiye ulaşma da sorun yaşamışlardır. Çünkü vahye uzak durmuşlardır. Bu sebeple, pozitivistlerle aynı noktada buluşarak, seküler aklın belirleyici kılındığı heva ve zanna dayalı düşünceler, değerler üretmekten kurtulamamışlardır.

 

Biz Müslümanlar, “insan hakları mücadelesinde neyi ölçü alacağız?” sorusuna doğru cevabı ancak tevhid inancı çerçevesinde verebiliriz. Müslümanın hayatında, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlanmış hiçbir alan tasavvur edilemez. Bu sebeple, Din ve ideolojilere eşit uzaklıkta duran, onlardan soyutlanmış nötr bir insan hakları anlayışı yoktur ve oluşturulamaz. Ya İlahi vahiy ölçü ve esas alınacak ya da insan aklının vahiy dışında hevaya ve zanna dayalı üretimleri esas alınacaktır. Müslümanlar, insan hakları mücadelesini, tevhid ve adalet mücadelesinin bir alt başlığı olarak algılamak zorundadırlar. Müslüman, yaratılış gayesi gereğince, hayatını ibadet kılma çabasıyla ömrünü geçirmek durumundadır. İnsan hakları mücadelesi de, ancak vahyin ölçüleri içinde kalarak yapılmak suretiyle ibadetleştirilebilir.

 

Biz, Mazlum-Der’i kurarken seküler insan hakları alanı zaten doluydu, İHD kurulmuştu. Boşluk vahye dayalı insan hakları alanındaydı. İşte biz Müslüman olmanın doğal gereği olarak bu alana talip olduk. Ve biz, İslam’ın değişmezler, sabiteler alanında kalan ve bu anlamda akidevi boyutu da olan bir hukuk ve haklar anlayışını gündemleştirmeye çalıştık.  Gerçekten evrensel olan bu İslami temel ilkeleri, her çağda ve her bölgede geçerli olacak değer ve ölçüler olarak esas aldık ve bunlardan taviz verilmeyeceğini vurguladık. Gerek esas aldığımız İslami ilke ve ölçülere dayalı özgün insan hakları anlayışımızı, gerekse, batının seküler, ideolojik haklar anlayışına dair bu eleştirel yaklaşım ve değerlendirmemizi ihtiva eden bir metni İngilizce olarak dünyanın 40 civarında insan hakları kuruluşuna ulaştırdık. Ayrıca İHD genel merkezini ziyaret ederek bizzat anlattık. Derneğimizi ziyaret eden, farklı kesimlere de bu özgün bakış açımızı vurgulayarak, onların da ufkunun açılmasına ve vahyin adil yaklaşımından haberdar olmalarına vesile olmaya çalıştık ve bunu İslami kimliğimizden hiçbir zaman ve hiçbir sebeple soyutlanamayacak, ayrılamayacak tevhidi davet ve adalet sorumluluğumuzun en tabii gereği olarak gördük.

 

Vahyin ölçülerinin, sadece bireysel alanla sınırlandırılamayacağını, Kur’an’ın toplumsal ve kurumsal bütün alanları kuşatan hükümler vazettiğini, ancak bu kuşatıcılıkla hayatın ibadet kılınabileceğini ve ancak böyle bir bütünlük içinde tevhid akıdesine uygun davranılmış olacağı hakikatini açıkça ifade ettik ve Dernek faaliyetlerinde de bu tevhidi bilince uygun davranmaya çalıştık.

 

Ancak bizden sonraki arkadaşlar sol ve liberal çevrelerle ilkesiz, pragmatik ilişkiler kurarak, onlardan etkilendiler, onların kavram değer ve ölçüleriyle kendilerini tanımlamayı tercih ederek, fikri ve düşünsel değişimler yaşadılar. Kendilerini zamanla bu seküler kavram ve ölçülerle ifade etmeye yönelince, artık bunların doğru olduğunu, aklın vahiy olmaksızın doğruyu bulmaya yeteceğini bile söylemeye başladılar. Batının entegrizim ve sekülerizm tecrübelerini ve sonuçlarını İslam alanına taşımaya kalkmaları temel yanlışlıklara yol açtı. İslami temel ilkeleri, nassları, sabiteleri, her çağda geçerli evrensel ölçüler kabul edip, tavize yanaşmayanları, ENTEGRİST olarak tanımlayanlar, kaçınılmaz olarak bunun karşıtı olan sekülerizme savrulmaktan kurtulamazlar. Halbuki bu kavramlar, ancak batının özgün pratiğinde anlamlı ve geçerlidirler. Kilisenin, Ruhbanın ürettiği değer ve ölçüleri doğmalaştırarak dayatması, aklı ve vahyi dışlaması, entegrizm ve teokrasi, bu duruma karşı haklı başkaldırı ve itiraz sonucunda savrulunan diğer uç ise sekülerizm ve laikliktir. Korunmuş bir vahyin bulunduğu İslam’da ise, hukuk ve haklar alanındaki muhkem naslar, temel esaslar insanların ürettiği doğmalar değil, Allah’ın koyduğu hükümlerdir ve her çağda geçerli evrensel değerlerdir. Bunların her zaman, her toplumda geçerli olduğunu savunmak da teokrasi, dogmatizm ve entegrizm değildir. Aynı zamanda şu çelişki de görülmelidir. Vahyin belirlediği ilke, ölçü ve değerleri evrensel değişmez nass kabul etmeyi entegristlikle suçlayanlar, Batının seküler değerlerini, insan hakları üretimlerini “evrensel” olarak kabul ve ifade çelişkisi içindedirler. Batının pozitif seküler insan hakları hukuku ile ilahi vahyin insan hakları anlayışı, asla çelişkisiz ve tam bir uyum içinde değildir. İnsan ve hak kavramlarına yaklaşımları arasında o kadar temel, hatta akidevi farklılıklar vardır ki, bu temel farklılıklar, benim tespitime göre 7 ayrı başlık altında ifade edilecek çok farklı haklar anlayışına yol açmaktadır.

 

Bugün yaşanan olaylar ve insanlığın geldiği nokta bir daha ortaya koymaktadır ki; Dünya insanlığı, sahici temel haklarına, gerçek adalet ve özgürlüğe ulaşmak için, vahyin karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesajına ve tüm insanların Rabbi tarafından vaz edilen evrensel adalet ve hak ölçülerine muhtaçtır. Emperyal projeler, İslami kimliği ve Müslüman halkları Protestanlaştırmaya/sekülerleştirmeye, dönüştürmeye çalışırken, Batılı seküler değer ve kavramları kullanmak konusunda daha titiz ve duyarlı olunmalıdır. Kavramların nötr olmadıkları ve arka planlarında taşıdıkları felsefi düşüncelerle girdikleri zihinleri zamanla dönüştürdükleri unutulmamalıdır.

 

Mazlumder’in yaşadığı çizgi değişikliğinde, İslami kimlik ve ilkelerden uzaklaşmasında, Batılı seküler kavram ve değerlerin esas alınmasının yanında Kürt sorunu da önemli bir rol oynadı. Çünkü bu sorun hatırına, İslami kimlik ve ilkelerin ihmal edilmesinde bir sakınca görülmedi. Liberal ve sol çevrelerle, onların ideolojik kavram ve ilkeleriyle bu soruna çözümler üretme pragmatizmi, zamanla İslami ilkeler alanında çürümeye yol açtı. Kürt sorunu konusunda (PKK ile örtüştürülmeye yol açma ihtimali olan söylemler ve tutumlar ısrarla sürdürülerek) göze alınan riskler, nedense İslami kimlik ve değerler uğruna göze alınmadı. Mesela, Sivas’ta bir TV Kanalında, Mazlumder’e atılan “Kürt devleti kurmak üzere kuruldu” iftirasına cevap için çıktığım canlı yayında “Şehitlik” kavramına getirdiğim ilmi tanımla “laiklik ve Kemalizm uğruna ölenler şehid değildir, bu alandaki din istismarına son verilmelidir” mealindeki açıklamam sebebiyle medya ve sistem hain diye saldırdığında, en temel hakkım, düşünce özgürlüğüm en ağır ihlallere muhatap kılındığında, Mazlum-Der, benim düşünce özgürlüğümü savunacağına “Mehmet PAMAK’la, herhangi bir üyemiz olmasından başka, hiç bir ilişkimiz yoktur” açıklamasını yaptı. Eğer İslami kimliklerini korumuş olsalardı ya da en azından din istismarına karşı olsalardı, benim ilmi bir hakikat olarak ortaya koyduğum bu konudaki düşüncelerimi de savunmaları gerekirdi. İslami kimlik ve ilkeleri terk ettikleri için “şehidlik” kavramının gayri İslami amaçlar uğrunda ölenler için de kullanılmasını doğru kabul eder hale gelmiş olsalar bile, hiç değilse, “M. Pamak da bir insandır ve onun da düşüncelerini açıklama özgürlüğü vardır buna saygı gösterilmelidir” diyerek hak ve özgürlüğümü savunan bir açıklama yapmaları gerekirdi. Ancak böyle olmamış, Kürt sorunu konusunda, egemen sistem ve halk nezdinde “PKK yanlısı” damgası yemeyi göze alacak derecede cesur davrananlar, sıra İslami şiarlara, İslami kimlik ve değerlere ve bunları tavizsiz savunanlara sahip çıkmaya, hiç değilse bunları savunanların hak ve özgürlüklerini savunmaya gelince, hem de bu konuda özgürlüğü savunulması gereken kişi kurucu Genel Başkanları bile olsa görmezden geliyor, hatta onunla bir ilişkimiz yoktur açıklaması yaparak, zulmedenlerin saflarında yer almakta bir beis görmüyorlardı. Hepiniz bilirsiniz ki, Kürt sorunu konusunda adaletin tecellisi, mazlum Kürt halkının Allah’ın ayeti olan temel hak ve özgürlüklerinin savunulması, egemen siteme ve inkarcı, asimilasyoncu politikalarına karşı çıkılması konusunda, Kürt sorunu hatırına liberalleşenlerden asla az olmayan bir duyarlılığın ve pratiğin sahibi olan bir kişiyim. Aramızdaki fark, biz İslami kimlik ve ilkeleri, vahyin ölçülerini esas alarak ve bu referansları ısrarla gündemde tutarak bu hakları savunurken, Mazlumder’i İHD’leştirenler, seküler Batı değerleri, kavramları ve ölçüleriyle bu soruna yaklaşmayı esas almış bulunuyorlar.

 

İşte bu süreç sonunda, Mazlumder yöneticileri artık, “Mazlumder’in İslami mücadelenin ve tebliğin aracı olmaktan ve İslami kimlikten soyutlanması gerekir” (Haksöz  Dergisi, Sayı: 88, Sh.11) demeye başladılar. “Din ayrı, insan hakları ayrı” diyerek, dinle insan haklarının birbirine karıştırılmaması gerektiğini, “Gelişen değer yargılarına göre Mazlumder’in ilkelerinin de değişebileceğini, …”ifade etmeye, (Haksöz Dergisi, Sayı: 88, Sh.11) “her şeyi dinselleştirmek-İslamileştirmek gibi bir hastalığımız var”, “Mazlumder’in ideolojik tartışmalardan uzak olduğunu bilerek derneğe girdik ve çalışıyoruz” demeye başladılar. Mazlumder Bülteninde, “… bugün gelinen noktada yalnızca insan hakları eksenli mücadelemizde doğru felsefi yaklaşımları yakalamak (için) inanç ve ideolojik kaygılarımızla değil, temelde insan hakları ekseninde çalışmalara zemin hazırlamak” amacı güttüklerini ifade ediyorlardı. Aynı yazıda “…. Kişilerin kendi dünya görüş, inanç ve tercihlerini bir yana koyarak, ortak adalet ve erdemlilik duygusunun oluşturduğu gönüllü bir dayanışmanın” öne çıkarılması gerektiğini vurguluyorlardı. (Mazlumder Bülteni, Temmuz 2000, Sayı 16, Sh. 14-16) Sanki, ideolojik yada dini anlayış ve yaklaşımlardan soyutlanmış bir insan hakları anlayışı mümkünmüş gibi. İnsan hakları anlayışının temel ölçü ve ilkelerini İslam’da vahiy, Batıda ise modern seküler kültür belirlemiyormuş gibi. Mazlumder yetkilileriyle görüşen kimi Batılı yazarlar da Mazlumder hakkında şu tespitlerde bulunuyorlardı: “Mazlumder,…meselenin insan haklarını Kur’an’a dayandırmak veya İslami açıdan yeniden tanımlamak olmadığını belirtmektedir. Mazlum-Der Batıda oluşmuş ve Uluslararası düzeyde tanımlanmış insan haklarını açıkça benimseyecek ve bunların gelişmesine dönük tartışmalara katılacaktır. Hatta bundan dolayı eski başkan Mehmet Pamak tarafından artık Müslüman bir örgüt olmadıkları gerekçesiyle eleştirilmişlerdir.” (Gottfried Plagemann,  Gottfried Plagemann, Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, İletişim Yayınları, İstanbul-2001, Sh. 382).

 

İşte yerli ve yabancı herkesin açıkça görüp tespit ettiği, Mazlumder Genel Başkanlarının da açıkça itiraf ettikleri bu değişim tartışılmaz bir vakıadır. O halde, İslami kimlik ve ilkeler alanında yaşanan bu büyük savrulma ve çürümeyi durdurmak ve ıslah etmek için, vahyin ölçüleriyle halimizi, yaptıklarımızı ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızı Allah rızası için sorgulamalıyız. Müslümanlar olarak, batılı seküler kavram, ölçü, değer ve insan haklarını içselleştirmekten kendimizi, bakış açımızı onlarla tanımlayıp, ifade etmekten sakınmalıyız. Emperyal dönüştürme projelerine katkıda bulunan bir söylem ve eylemden uzak durmalıyız. İslami kimlik ve ilkelerimizin her alanda tavizsiz şahitliğini üstlenmeliyiz. Bu şahitliğin yapılacağı ve böylece hal ile tebliğe de yol açacak olan en önemli alan ise insan hakları alanı, hak ve adalet savunuculuğu ve mücadelesidir. Nihayet, bütün yaptıklarımızı, hangi alanda olursa olsun ibadet bilinciyle ve vahyin ölçüleri içinde kalarak yapmalıyız.

 

Bilmeli ve aklımızdan çıkarmamalıyız ki, hayat çok kısa ve ölüm ve hesap çok yakındır. Kısacık dünyanın çıkarları, süsleri ya da başka dünyevi hesaplara dayalı eğilimlerin tahrik ettiği dürdüler, kimi seküler entelektüel/akademik çevrelere özentiler, medyatik liberal ve sol çevrelerden beklenen aldatıcı itibar ve onlar nezdinde elde edilecek imajlar uğruna, kulluk eksenli, vahiy merkezli düşünmekten ve davranmaktan asla uzaklaşmamalıyız.

 

Bakınız bugün gelinen nokta da, ulusalcı tahriklerin, ülkemiz halklarını kamplara ayırıp birbirine karşı ötekileştiren/düşmanlaştıran politikaların yol açtığı yozlaşma ve çürüme ne boyutlara geldi? Ortadoğu’nun Müslüman halklarının ve yönetimlerinin, emperyalist batının seküler değerlerine ve devletlerine dost oldukça birbirlerine, köklerine, özgün kimlik ve değerlerine yabancılaşarak, ötekileşerek düşmanlar haline geldikleri görülüyor. Bütün bunların tek ilacının, fıtratla vahyin bütünleştiği, bütün insanları ve kavimleri haklar alanında eşdeğer ve saygıdeğer kılan eşit haklara sahip ayetler sayan İslam olduğu ortadayken, insanlık bu kurtarıcı ve aydınlığa çıkarıcı mesaj’a muhtaçken ve insanlık onurunu ayaklar altında sürünmekten ancak İslam kurtarabilecekken başka bir tercih, hele de vahyi ikinci plana itip, emperyalist devletlerde üretilen seküler kültüre savrulmak Müslüman’a yakışır mı?

 

Bilmenizi istiyorum ki, (burada pek çok şahidi de var) bu derneği, ibadet bilinciyle, İslami kimlikle, vahyin ölçüleri içinde kalarak insan haklarını gündemleştirmek ve savunmak, vahyin bu alandaki şahitliğini yapmak üzere kurduk. Ve bu sebeple, ibadet olarak gördüğümüz faaliyetler gerçekleştirdik. Bu duyarlılıkla 1.5 yılda, çok az sayıda insanla ve dar imkanlarla kalın bir kitap çapında faaliyet raporumuz oluştu. Çünkü en büyük motivasyon kaynağımız İslami kimlik ve ilkelerimiz ile ibadet bilincimizdi. Faaliyetlerimizi yaparken, Allah’ın koyduğu ölçüleri dikkate alarak hareket ediyor ve sadece O’nu razı etmeye çalışıyorduk.

 

İnsan hakları mücadelesi yüksek bir duyarlılık ve fedakarlılıkla yapıldığında, gece uykularmızı bile yok eden, yorucu ve yıpratıcı bir mücadeledir. Bu sebeple, ön saflarda sürekli görev değişimini zorunlu kılmaktadır. İlkeler baki kalmalı ama sorumluluk mevkiinde rol oynayanlar değişmelidir. Ben ise, 3 yılı bireysel, 1.5 yılı da Mazlumder genel başkanı olarak yaklaşık 4.5 yıl çok yoğun bir faaliyet içinde bulunmuştum. Diğer yandan, kişilere bağlı olmayan, ama temel ilkeleri devam eden bir kurumlaşmaya ihtiyaç vardı. Mazlumder giderek şahsımla özdeşleşiyordu. Şahsımla özdeşleşmemesi ve kurumlaşması için, Genel Başkanlığı başka bir arkadaşımıza devretmek zorunluluğu vardı. İşte bu gerekçelerle, ilk genel kurulda, ömür boyu görevde kalmama dair tekliflere rağmen, benden sonraki arkadaşa, neredeyse zorla ve uzun ikna çalışmalarıyla devrettim.

 

İbadet bilinciyle ve vahyi ölçüleri referans alarak kurulduğumuz için, büyük bir ihlasla yürüttüğümüz faaliyetleri ibadet, derneği de ibadethane hüviyetinde görüyorduk. Bu sebeple, derneği ele geçirme, orada Genel Başkan olmak için ayak oyunlarına başvurma gibi dernekçilik çekişmesine ve şahsi hakimiyet kulislerine gerek duymuyorduk. İktidar ve ranta ulaşma aracı kılınmayan sorumluluk makamlarını, dernekçilik oyunlarına girmeden, ibadet bilinciyle ve kolayca birbirimize devredebiliyorduk. Üstelik bu devri müteakip, ilk genel başkan sonrakine sekreterlik yapmaktan bile gocunmuyordu. Çünkü bu çatı altında Allah rızası için yaptığımız bütün işleri ibadet olarak algılıyorduk. Ama maalesef sonraki süreçte, sürekli dernekçilik oyunları ve Genel Başkanlık gerginlikleri yaşandığını biliyoruz.

 

Burada bir daha ifade etmek istiyorum ki, derneğin hiçbir yöneticisiyle şahsi sorunlarım olmadı. İnsani ilişkilerimizde, bizi birbirimizden koparacak, nefsani sorunlar yaşamadık. Sadece kuruluştaki İslami kimlik ve temel ilkeler ikinci plana itilip, giderek Batı seküler haklar anlayışı esas alındığı ve uyarılara rağmen bunda ısrar edildiği için ayrıştık. Doğrusu Genel Başkanlardan hiç birisi bana bir hakaret ve saygısızlıkta da bulunmadı. (kendisi burada olduğu için ifade ediyorum, sadece Ayhan Bilgen’in Haksöz Dergisinde yayınlanan yazısında ağır hakaretlere maruz kadım, ama ilkeler alanındaki savrulmaya yönelik eleştirilerimin bunun gölgesinde kalmaması için, bu hakaretlerden doğan hakkımı ona helal ettiğimi yine aynı dergideki cevabımda ifade ettim, burada bir daha ifade ediyorum) Benim de hiçbir Mazlumder yöneticisinin şahsiyetine ve nefsine yönelik, bırakın hakareti, herhangi bir eleştirim bile söz konusu olmadı. Eleştirilerim, şahsiyetleri değil ilkeler alanındaki savrulmaları hedef aldı. (Buna rağmen, yani açık bir durum söz konusu olmadığı halde, düşünsel ve eylemsel boyuttaki ilkesizliklere ve savrulmalara yönelik ilmi eleştiriler dışına çıkarak şahsi bir hukuk ihlalinde bulunmuşsam ben de muhataplarımdan helallik istiyorum). Yeter ki, ilkeler alanındaki savrulmalar vahyin ölçüleriyle ıslah edilsin.

 

Kuruluş ilkelerinden, İslami kimlik ve ölçülerden uzaklaşma konusunda en son 1996 kongresinde bizzat, 1998’de ise dolaylı biçimde uyarmaya çalıştım. Ayrıca bugün burada olmayan iki Genel Başkanı, özel görüşmelerde yıllarca uyarmaya çalıştım, ama dikkate alınmadı ve giderek İslami kimlik ve ilkelerden daha fazla uzaklaşılarak İHD’ye yaklaşıldı. Hatta, insan hakları algısı ve uygulamasında, kullanılan referans ve kavramlar alanında örtüşür hale gelindi. Başlangıçta İHD’nin ufkunu açacak, çevresindeki sol ve liberal kesimlerin vahyin adil yaklaşımından haberdar olmasını sağlayacak bir örneklik ve şahitlik misyonu olan Mazlumder, ilkesizlikler ve çürütücü pragmatizm sonucunda giderek İHD’ye benzemekten kurtulamamıştı. Bütün bu savrulmalar, tabiî ki kötü niyet ve ihanet kastıyla gerçekleştirilmemişti. Ancak ilkeli bir mücadele hattını ve hiç değilse sabiteler alanında tavizsiz bir çizgiyi takip etmeyenlerin, kendi ürettikleri maslahatların esiri olarak kurdukları pragmatik ve ilkesiz ilişkiler sonucunda iyi niyetle de olsa, bâtıla doğru savrulmaları kaçınılmazdır.

 

Son olarak şunu ifade etmek istiyorum: ölüm var, ayrılık var, belki bir daha görüşemeyiz. Allah rızası için uyarma sorumluluğumu, son bir defa da  bizzat huzurunuzda yerine getirmiş, kuruluştaki İslami ilkelere dönülmesinin önemini ve gerekliliğini bir daha hatırlatmış bulunuyorum. Eğer bu bakımdan gerekli olan adımları atarsanız, dua eder destek veririm. İslami kimlikli ve vahyin ölçülerine dayalı bir insan hakları mücadelesi verirseniz, buna destek olmaktan şeref duyarım. Allah rızası için, “emr-i bi’l mâruf” kabilinden yaptığım bu uyarıları dikkate almazsanız, ben uyarı görevimi yerine getirmiş olarak, siz de bana göre sorumluluğunuzu yerine getirmemiş olarak Rabbimize döneriz. Bu kısacık dünyada hepimiz imtihan olmaktayız, sonunda varacağımız gerçek ve kalıcı yurdumuz ahiret yurdudur. Şüphesiz Rabbimiz, ihtilafa düştüğümüz konularda aramızda adaletle hükmedecektir.

 

Dini konusunda, doğruyu bulmada ve onu yaşamlaştırmada Allah yardımcımız olsun.



[1] Haksöz Dergisi, Temmuz 1998, Sayı 88 (Mazlum-Der yöneticilerinin, derneğin 1998 Genel Kurulunda

    yaptıkları konuşmalardan alıntılar)

[2] Gottfried Plagemann, “Türkiye’de İnsan Hakları Örgütleri: Farklı Kültürel Çevreler, Farklı Örgütler”, 

    Türkiye’de Sivil Toplum ve Milliyetçilik, Toplu Çalışma, İletişim Yayınları, İstanbul-2001, Sh. 380

[3] Gottfried Plagemann, age, Sh. 382

[4] Gottfried Plagemann, age, Sh. 383

[5] Mazlum-Der İzmir Şubesi Projesi, (Türkiye Avrupa Komisyonu Temsilciliği, Yerel Sivil İnisiyatifler, Mikro    

    Proje Programı, Sh.1 “Hedefler”

[6] Prof. Hasan Hanefi, İslamiyat Dergisinde Soruşturmasına Verdiği Cevap, İslamiyat Dergisi, Ekim – Aralık 1998, clt 1, sayı 4, sh. 285, 286.

YORUMLAR
  • Mehmet Pamak   27-03-2011 16:11

    Değerli Muhammed kardeşim! Sistem içi kurumları ilkesiz ve ölçüsüz bir biçimde kullanmanın sonunda varılan noktanın artık sistem içi seküler sivil toplumcu STK'cılığa dönüştüğü, pragmatizmin çürütücü işlevi de buna eklendiğinde çok yaygın savrulma ve sisteme eklemlenmelerin yaşandığı bu dönemde, önemli bir konunun biraz daha açıklanmasını istemeniz, son derece haklı bir talep Allah razı olsun. Ancak cevabı biraz uzun olacak, İnşallah sabırla okursunuz. AEO. Değerli kardeşim! Yaklaşık 20 yıllık bir mücadele sürecinde, bizler de sistem içi araçları kullanmada ve sistemin kuşatmasına karşı mücadelede ölçü ve yöntem konusunda yazıp konuşuyor ve gereğince de amel etmeye çalışıyoruz. Aşağıdaki bölümlerde ifade edeceğim hususlara, bundan on yıl önce Özgür-Der tarafından düzenlenen “Kur’an Neslini İnşa Sempozyumu”nda sunduğum tebliğimde yer vermiştim. İşte bu tespitler, bugün sistem içi siyasi tavırlar konusunda farklı düşündüğümüz kardeşlerimizle de, o gün ortak görüşlerimizi yansıtmaktaydı. Aslında bu konulardaki işaretleri, ilke, ölçü ve hudutları, Kur’an’da ve Resullah’ın (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin mücadele sünnetinde açık biçimde görmekteyiz. Siyerle iç içe bir yöntemle nüzul sırasıyla Kur’an okumayı gerçekleştiren herkes bu ölçüleri, ilkeleri ve yoldaki işaretleri görebilir. Cahili sistemler içinde İslami kimlik ibrazındaki niteliği yükseltmek ve vahyin şahidliğinde tavizsiz olmak temel esastır. İslami kimliğinden ve vahyin ölçülerinden taviz verip, sistemle uzlaşanlar, Allah’ın dinine hizmet edemez, onu toplumsal planda bir adım ileriye taşıyamazlar. Bu sebeple, her çaba ve faaliyet eğer İslami kimlik altında ve Allah’ın koyduğu ölçüler referans alınarak ve sadece Allah öyle istediği için, O’nun rızası için yapılıyorsa İslami’dir, değerlidir, anlamlıdır ve ibadettir. Sonuçta aynı şey yapılsa da, vahyin ölçüleri referans değilse, İslami kimliğin gereği olarak ve Allah öyle emrettiği için yapılmıyor da, BM sözleşmeleri ya da şahsi tercihin gereği olarak yapılıyorsa yapılan amel İslami olmayacak ve Allah’a ibadet çerçevesine de girmeyecektir. Mücadelenin vahyi ölçüler içinde sonuç vermesi, başarılı olabilmesi, daha önemlisi Rabb’imizin razı olacağı bir seyir izlemesi için en gerekli ve en önemli mesele, saf ve katışıksız bir İslami kimlikle ve İslami ölçüleri referans alarak mücadele sahasında yer alabilmektir. Gerek tağuti sistemlerin, kurum, kural ve yönlendirmelerinden, dayatmalarından bağımsız, gerek toplumun ve geleneğin cahili etki ve kalıplarından uzak olarak, uzlaşmacı, sentezci anlayışları, pratikleri bünyesinde bulundurmayan bir netlik ve tavizsizlikle, yalnızca vahyi ve Resulullah’ın (s) vahyi uygulamasını belirleyici kılmak, İslami bir mücadelede vazgeçilemeyecek esası teşkil eder. Tevhidi ölçü ve ilkelerin belirleyici ve yönlendirici tesirinden sıyrılarak, pratikte dünyevi anlamda bazı başarılar (!) ya da imkânlar elde edilse de, o pratikler İslami olma özelliğini kaybedecek, Allah’ın rızasını da kazandırmayacaktır. İslami kimliği ve hayat tasavvurunu cahili Mekke ortamında oluşturup, sistem dışı durmayı, sisteme karşı tavizsizliği ve ayrışmayı esas alan Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler; gayet tabii ki, cahili toplum ve sistem içinde mesajı kitlelere taşımak sürecinde, gerekli açılımları temine matuf olarak, sistemin uygun olan bazı imkan ve kurumlarından da yine kendi denetimleri altında olmak kaydıyla yararlanmışlardır. Bu yararlanmada bile amaç; vahyi mesajı yaymak, insanlara tevhidin hakikatlerini apaçık ulaştırmaktı. Yoksa, mesajı bulandırarak ve görüntüde de olsa tevhidi çarpıtarak, temel ilkeleri flulaştırarak, ne pahasına olursa olsun sistem içi bazı mevzileri ve imkanları kazanmak değildi. Şirk Sistemiyle İlişkide Ayrışma, Uzlaşmazlık, İtaatsizlik ve Sistem İçi Araçları Kullanmada Ölçü: Bir yan kuruluş ya da alt birim olması gereken sistem içi araçları kullanmamız ve sistem içi konumumuz, ancak Kur’an’ın belirleyiciliğinde, Resulün (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin yolunu ve bıraktıkları yoldaki işaretleri takip etmeyi esas alan ve şirk sisteminin belirleyiciliğini reddeden, sistemin ilkelerinden, sistem içi taraflardan, sistem içi sentezci çözümlerden bağımsız olarak, toplumu ve sistemi Kur’an’la değiştirmeye talip inkılabi bir ruhla ortaya çıkan, açık İslami kimlikli bir üst oluşumun istişâri inisiyatifi ve denetimi altında ise anlamlı olacak ve bugünkü ağır kayıplar, yozlaşmalar asgariye inecektir. Sistem içi mücadele yöntemlerini tercih eden, sistem içi çözüm arayışlarına eklemlenen ve İslami kimliğini, tevhidi ilkelerini, bu yoldaki beklentileri, ihtirasları uğruna feda etmekten çekinmeyen ve sonuçta eklektik dejenere kimliklere doğru savrulan kesimler, Peygamber önderliğindeki ilk Kur’an neslinin model örnekliğini ciddiye almamaktadırlar. Eğer kendilerine ışık tutup, takip etmeleri gereken yoldaki işaretleri gösterecek bu örneği ihmal etmeyip anlama ve öğüt alma çabası gösterselerdi, Resulullah’ın ve beraberindeki mü’minlerin, kendilerinden çok daha büyük sıkıntılara, baskı, zulüm ve işkencelere muhatap oldukları bir dönemde dahi, bugün verilen tavizlerin yüzde birini bile vermediklerini göreceklerdi. Bu ilk örnek tarafından, cahili Mekke toplumunun bugünle mukayese edilmeyecek ağır işkence ve zulüm ortamında bile, ilk surelerden itibaren açıklanan ayetlerin çerçevesinde sisteme karşı çok net ve açık tavırlar koyulmuştur. Batıl ölçü ve ilkeleri benimsemeleri ya da zahiren öyle bir görüntü vermeleri mümkün olmadığı gibi, batıl ölçü, ilke, modeller açıkça dışlanmış, eleştirilmiş ve kınanmışlardır. Batılın her türlü unsurundan beri olunduğu açıkça ilan edilmiş ve Hak apaçık bir biçimde ortaya konup, her türlü risk de göze alınarak onurlu bir duruşla savunulmuştur. Egemen cahili yönetime ve tağutlara itaat edilmemesi emri esas alınmıştır. İştirak etmenin zaten reddedildiği şirk sisteminin meclislerine (nadiyyelerine) boyun eğilmemesi de emredilmiş ve vahyi hükümler çerçevesinde sisteme, yönetimine ve kurumlarına açık tavır alınmıştır. Aynı yönetimler, insanların haklarını kıstığı, yoksulu aç açık bıraktığı için suçlanmış ve bu kısılan haklar ve sosyo-ekonomik tüm zulümler sebebiyle tavır alınmış, karşı çıkılmış ve eleştirilmiştir. Hiçbir alanda, hiçbir maslahatla işbirliğine gidilmemiş, iç içe geçip bütünleşilmemiş, zulüm, ifsad ve şirkine ortak ya da destek olunmamıştır. Egemen şirk sistemi ve cahili toplum tevhide aykırı, akıdevi, sosyal, siyasi, ekonomik ve hukuki tüm alanlardaki sapkın her tür inanç ve uygulamaları sebebiyle alabildiğine net ve tavizsiz üsluplarla eleştirilmiş ve reddedici, ıslah edici tavırlara muhatap kılınmıştır. Hiçbir alanda ve hiçbir mazeretle akıdeye aykırı bir tutum içine girilmemiş ve hiçbir şekilde itaat, boyun eğme, bütünleşme, aktif destek verme yoluna gidilmemiş ve uzlaşma kabul edilmemiştir. Naslar ve İslami kimlik çok net ve nitelikli bir tarzda ortaya konup, açıkça ibraz edilmiş ve her şarta rağmen de taviz verilmeden savunulmuş, bu yolda sabır, sebat ve direnişin onurlu, muhteşem örneklikleri sergilenmiştir. Egemen cahili topluma ve izin verdiği şirki, ifsadı temsil eden sisteme, şirkî otoriteye karşı bağımsız bir İslami yapı olarak nasslar çerçevesinde sürdürülen, ikaz, uyarı, eleştiri, kınama, tavır koyma, mazluma sahip çıkma türü çabalar dışında, bu sorunlarla ilgili müstakil projeler üretip, insanları bu sistem içi üretilmiş projelere davet etmek söz konusu bile edilmemiştir. Bilinmelidir ki, mevcut sorunların çoğu, zaten egemen zulüm, şirk ve fesad düzeninin ürünleri olup, İslam’ın adalet düzeninde görülmeyecek sorunlar durumundadır. Egemen cahili sistemler, tevhidi, adaleti ikame etme mücadelesi veren ilk İslami harekete karşı nasıl önce sopa politikası uygulayarak boykot, işkence, hapis, tehcir vb. tehdit ve uygulamaları gündeme getirmişler, sonuç alamayınca da havuç politikalarını devreye sokup, zaman zaman uzlaşma teklifleri getirerek, tevhidi mücadeleyi hedefinden saptırmak, İslami kimliği bulandırmak istemişlerse, bugün de içinde İslami hareketlerin de yer aldığı tüm muhalif çabalar aynı yöntemlerle engellenmeye, çözülmeye, yok edilmeye çalışılmaktadır. Statükoyu korumak isteyenler, kendileri için tehlike saydıkları muhalif hareketleri yok etmek, dejenere etmek için en etkin araç olarak havuç politikalarını, uzlaşma söylemlerini kullanmaktadırlar. Muhalif harekete yüzeysel bazı tavizler verilerek, iyi polis rolünde görece özgürlükler ve zenginlik, mevki vb. imkanlar sağlanarak onun da tavizkâr bir tutum içine girmesi ve böylece egemenlik ilişkileri içine girerek, eklemlenerek düzenin dönen çarkının bir parçası olması, sisteme entegre olup özelliğini ve anlamlılığını yitirmesi sağlanmaya çalışılır. Sistemler, bu yöntemle başarı sağlamada, daha ziyade, muhalif hareket içinde yer alan ve “marjinallik”ten bıkıp kitlelerin cahili değerlerine doğru savrulmakta beis görmeyen zayıf iradeli, kısa soluklu müntesiplerin acelecilik ve komplekslerinden istifade ederler. Ayrıca marjinalliği aşıp kitleleşmek, akredite olmak ve tıkanmışlığa açılım getirmek isteyen, sistem içi görece olumlu gelişmeleri çok abartarak duygusal etkilenme sürecine giren kesimlerin bu durumları da, bu tür eklemlenmeleri kolaylaştırmaktadır. Halbuki başlangıçta ve bir mücadele süreci içinde “marjinallik”, bazen avantaj da temin eden bir vakıa olarak kabul edilmeliyken, sabırsız ve aceleci bir tutumla, bir an önce ve zamansız olarak marjinallikten kurtulma çabası çoğu kez teslimiyete ve cahiliye içinde erimeye sebep olabilmektedir. Gerek dinde, gerekse yönetimde işbirliği ve uzlaşma yapma teklifi ile karşılaşan Resulullah (s) ve beraberindeki mü’minlerin oluşturduğu yapı, çok büyük zorluklar içerisinde olsa da, vahyin yönlendirmesiyle bütün bu teklifleri tereddütsüz reddetme imani duruş ve kararlılığını göstererek, kıyamete kadar gelecek olan tüm mü’minlere, uyulması gereken güzel bir örneklik, değerli bir sünnet bırakmıştır. Rasulullah (s), tıpkı kendinden önceki peygamberlerin yaptığı gibi, davetine başlar başlamaz hiçbir maddi hesap gözetmeyen ve pragmatik bir ilişkinin zilletine düşmeyen, onurlu bir tutum sergilemiş, her şeyi göze alarak müşriklerle ve onların sistemiyle köklü ve çok yönlü bir ayrışma sürecini başlatmış, itaatsizliği esas almış ve bu tutumu ısrarla sürdürmüştür. Hiçbir zaman hak ile batılın, tevhid ile şirkin uzlaşamayacaklarını, vahyin yönlendirmesiyle açıkça ilan etmiştir. Daha önce de ifade ettiğim gibi, doğal olarak bu uzlaşmaz tavır, onların egemen yapının bazı imkan ve kurumlarından şer’i ölçüler içinde kalarak istifade etmelerine engel değildi. Rasulullah (s) de, cahiliye sisteminin bazı örf ve müesseselerden istifade etmiştir. -“Soybağı ve akrabalık asabiyeti”nin sağladığı korunma ve yardımlaşma imkanı ile Haşimoğulları ve Muttaliboğulları’nın destek ve yardımı temin edilmiştir. -“Himaye etme, eman verme” müessesesiyle temin edilen can güvenliği ile de Mekke’de kalıp daveti yaygınlaştırma imkanı elde etmiştir. Ebu Talib’in himayesi tevhid mücadelesinde Rasulullah’ın (s) işine oldukça yaramıştır. -O günkü sistemin kurallara bağlanmış organizasyonlar olan Ukaz, Zülmecaz, Mina ve Mecenne panayırları da, tebliğin yaygınlaştırılmasında değerlendirilen ve önemli açılımlar sağlayan zeminler olarak kullanılmıştır. - Bir diğer istifade edilen cahili sisteme ait unsur “ilaf”tır. Yani Mekke yöneticileri ile komşu devletlerin arasında aktedilmiş ticari anlaşmalardır. Rasulullah (s) ve beraberindeki mü’minler – her ne kadar bu anlaşmalar müşriklerle ve onların koyduğu kurallara göre yapılmış olsa da- bu ticari anlaşmalara uyarak ticaretlerini sürdürmüşlerdir. Bütün bunlardan anlaşıldığı üzere, Asr-ı Saadet Müslümanları da, şirki temsil eden sistem ve kurumlarıyla sosyo-ekonomik ilişkilerini tamamen kesmemiş, ancak belli alanlarla sınırlı bu ilişkilerini bile, İslam’ın değişmez ilkelerine aykırı düşmeden ve İslami kimliğe, şer’i ölçülere zarar vermeden, inkılabi ruhu ve Kur’ani hedefi kaybetmeden, zaafa uğratmadan gerçekleştirmişlerdir. Ve en önemlisi de, söz konusu kurumları kullanma imkanını kaybetme korkusuyla herhangi bir taviz, uzlaşma ve taahhüde yanaşmamış, tenezzül etmemiş ve sistemin içindeki farklı tonlara eklemlenmemiş olmalarıdır. Tam tersine, görünüşte ne kadar faydalı olursa olsun, ilkelerden taviz verme talep edildiğinde ya da yapılacak iş ilkelere ters düşme riski taşıdığında, bu ilişkileri derhal kesip, kullandıkları bu imkanları tereddütsüz reddetmekte kararlı ve ısrarlı davranmışlardır. Gerçek anlamda Allah’ın kudretine ve hakimiyetine iman edenler, örnek ve öncü bir Kur’an nesli inşa etmek isteyenler, Rasulullah (s) gibi, en zor şartlar altında, belki de tek maddi dayanağı olan Ebu Talib’in himayesini kaybetme pahasına da olsa, her türlü riski ve bedeli göze alarak, “sağ elime güneşi, sol elime de ayı verseler bu davadan vazgeçmem (taviz vermem)” diyebilme cesaret ve iradesini sergileyebilenler olacaktır. Bizler de bugün, sistem üstü ana yapının istişari inisiyatifi, kontrol ve denetimi altında, ilkelerimizden, vahyin ölçülerinden taviz vermeden sistem içinde faaliyet gösterebilir, sistemin bazı imkan ve araçlarını, tevhidin, adaletin ikamesi, şirk ve ifsadın ıslahı çabalarımız istikametinde kullanabiliriz. Buna bir engel yok, tam tersine yukarıda zikredildiği gibi örnek vardır. Ancak, bugüne kadar bizim toplumumuz içinde bu tür araçları kullananlar, ilkeli ve şahsiyetli davranmadıkları, tevhidi sürekli gözetmedikleri, vahyi belirleyici kılmadıkları için, uzlaşmacı, teslimiyetçi, kaderci ve sığınmacı alışkanlıklar elde ettiler. Başlangıçta verdikleri tavizin daha fazlasını bu ilişki sürecinde ve sürekli vererek, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başladılar. Kimlik ve inançlarında sürekli değişimler yaparak artık tanınmaz hale geldiler ve başlangıçta savunduklarını da inkar etmeye başladılar. Pragmatizm belirleyici olunca, bu tercihi yapanlar üzerinde çözücü ve çürütücü bir tesir icra etmesi kaçınılmazdır. Bu araçları kullanacak, sistem içinde faaliyet gösterecek olanların tevhidi ilkeleri bilen, özümseyen, İslami kimliği oturmuş ve yeterliliği olan nitelikli şahsiyetler olması ve üstelik sistem dışı İslami yapının da kontrol ve denetiminin sağlanması gerekir ki, bu tür savrulmalar asgariye indirilebilsin.

  • muhammed   27-03-2011 13:25

    Allah razı olsun hocam. Adaletin ve insanoğlunun muhtaç bırakıldığı onur ve şerefin ancak bütün insanların Rabbi olan yani onları yaratan, onları eğiten, onların ihtiyaçlarını gideren ve onların sahibi olan Allah’ın hükümlerini hayat tarzı edinerek elde edilebileceğini, İnsanları çıkar amaçlı hurafelerle ve tahriflerle sömüren kiliseden haklı olarak kaçan ancak vahye teslim olmak yerine bu seferde aklı, hevayı ve tecrübeleri tek hayat rehberi olarak putlaştırıp çıkar temelinde sınıfsal farklılıkların ve modern kölelik dediğimiz kula kulluğun oluşmasına, zulmün en büyüğü olan şirkin devam etmesine neden olan batılı hayat tarzının arkasındaki ideolojilerden beri olmamız, insanları tevhid hakikatine ve kurtuluşa çağırmamız gerektiğini vurgulamışsınız. Şu halde bu davet sürecinde önceliğimiz STKlar çatısı altında zulümle mücadele midir? Ve STKların daveti kitleye ulaştırmada önemi nedir? STKlar da Yardım Kuruluşları ve Vakıflar gibi yalnızca alt birimlerden biri midir? Biraz değinirseniz inşaAllah, daha faydalı olacaktır diye düşünüyorum.

  • polat   25-03-2011 17:24

    BİSMİLLAHİRRAHMANİRRAHİM Söylenecek çok söz var, nereden başlayayım diye düşünürken, maruf görevi geldi aklıma. Sahi bizi niye kurmuştuk, Mazlum-der’i bizim bu sisteme, söyleyecek sözümüz, insanlara farklı bir şeylerimizin olduğunu, bu farklılığımızla birçok şeyin değişeceğini gönüllerde ümitlerin yeşereceği, insanların yanında olacağımızı, zulmün karşısında bir kalkan gibi duracağımızı haykırmıştık. Öylede yaptık net fotoğraflar çektirdik. Çektirdiğimiz fotoğraf düşüncemizle aynı karede yer almıştır. Nerede Mazlumderin ilk kurucuları yoksa onları tanımıyor musunuz, nasıl tanımazsınız kardeşim, kurt çıktığı kabuğu beğenmezmiş derler sakın ha çok ayıp olur.. Yoksa ilimde irfanda epey yolmu adlınızda haberimiz yok! Ama onu biz giremiyoruz, kabahat bizde bakıpta göremiyoruz herhalde. Sizin Tevhidi duruşunuz, hakkı haykırışınız, Müslüman’ yakışır bir durum ise kurucunuz olan Mehmet Pama’ğı nasıl tanımazsınız, bu duruşunuz size neleri kaybettirdi hesabını siz yapamıyorsanız Biz Müslümanlar yaptık ve çok üzüldük, üzülmekteyiz. Neden istişare etmezsiniz neden sistemin argümanlarıyla konuşup hareket ediyorsunuz böyle hareket ettiğiniz sürece hem kendinizi bitirecek, hem de Bu ümmete sizin elinizle zulüm etmektesiniz. Mazlumların yanında yer alacağımızı hatta ismimizin bu çağrışımları yapacağını dillendirdik durduk, ama el değiştirmeler duruşları bozmuş, fikirlerin savrulmasını başka kavramlarlara konuşma hastalığına tutularak sistemle entegre olmuşsunuz. Dostlar acı sözle başlar, tatlıyla sözle bitirir.Bizler dosttan öte kardeşleriz, gelin çok tefekkür ederek hatalarımızı bir bir önümüze dökerek yeniden eski kavramlarımızla dönüp konuşarak, tekrar anlaşılır, dinlenir hale gelelim. İslami kavramlarla konuşmadığınız zaman sıradan insan savunuculuğunu yapan sistemin dernekleri haline gelirsiniz farkına bile varamazsınız. Ama o zamanda da iş işten geçer. Gelin kardeş olalım tekrar.

  • hüseyin alan   23-03-2011 19:02

    İBRETLİK TECRÜBE Mazlum-der faaliyetlerini aktif yürüten eski tanıdıklarımızdan da görüyoruz ki, yapılan işlerle, kuruluş niyetleri arasında ciddi mesafe oluşmuş durumda. Mazlum-der çok şey öğretti bizlere; güdülen bir amaç için seçilen bir sivil toplum örgütünde (araç), niyet edilen amaç gerçekleşmediği gibi insanların dindar olmaları da buna yetmiyor. Ama o araç süreçte dindarları değiştiriyor. Şayet kendi düşüncenize ait bir örgütlenme yapmıyorsanız, bu sonuç kaçınılmaz olarak geliyor ve elemanlarını da kuşatıyor. Bu önemli bir tecrübeydi, hakk-al yakiin olduk. Şu dünyada Müslümanların kendilerine has bir vizyonu yok mu, insanlığa söyleyecek bir sözleri de mi kalmadı ki, herkesin söylemlerini tekrar edip duruyorlar. İnsanlığın gidişatı, söylem ve yaptıkları "hak" ise sözümüzü aynen geri alalım ama batıla dalmış gidiyorlarsa o zaman siz ne söylüyorsunuz be kardeşim, size ait olan ne? Elin çürümüş sakızını ne çiğneyip duruyorsunuz, başka sakız tatmadınız mı siz? Bunu sorgulamak sadece Mehmet abiye kaldıysa, başka da ses veren yoksa, bazı şeyler yeniden mi konuşulmalı ne? Olumlu ve de olumsuz yanıyla ibretlik bir tecrübe, özellikle gençler için iyi bir labaratuvar konusu.

  • Ramazan   22-03-2011 12:55

    Bu önemli uyarılar dikkate alınsaydı, bu ıslah ve emri bil maruf çabası yalnız M. Pamak'ın omuzlarına yıkılmayıp diğer yazar konuşur Müslümanlarca da desteklenseydi, muhtemelen bugün "İslami Kuruluşlar" boyu yaşanan daha büyük ve daha yaygın savrulma noktalarına gelinmeyebilirdi. Mazlumderdeki bu dönüşüm ve savrulma bu kadar açık olarak yaşanırken, bir takım maslahatlar adına susanlar ve hiçbirşey yokmuş gibi ilişki ve işbirliğini sürdürenler, zaman içinde onlara benzemekten ve benzer serüveni yaşamaktan kurtulamadılar. Kur'an'da Yahudileşme serüveni anlatılırken, İsrail oğulları içinde maruf ehli oldukları halde münkere meyledenlere karşı uyarı sorumluluğunu terk edip, onlarla ilişkilerini hiçbir şey yokmuş gibi sürdürenlerin kalplerinin birbirine çarpılıp nasıl benzeştirildikleri ve nasıl birlikte helake müstehak oldukları örneği verilir. İşte Kur'an merkezli din algısı ile ortaya çıkanların bile bu tür Kur'ani uyarılardan ibret almamaları sonucunda, maalesef tarihin tekerrürüne yol açılmıştır. Hiç değilse bundan sonra bu uyarılar dikkate alınsa. Bari zararın neresinden dönülürse kâr olduğu idrak edilse...

  • Kasım Benli   22-03-2011 10:20

    Tespitler çok önemli. Mazlumder yaşadığı bu sapmalarla bizatihi mazlumun kendisi durumunda bu haldeyken zulümle nasıl mücadede edecek