29-01-2014 09:30

Mistik hezeyanlar ve yeni bir kutbu azam

Kitleleri `Amerikancı İslam`ın hurafelerle örülü atmosferi içinde, laik kurumlarla uzlaştır­mak, devleti, orduyu, ulusçuluğu, tarihselciliği ve gelenekleri kutsar hale getirmek, hayatlarına kitap ve sünnetin değil, mistik hezeyanların, rü­yaların ve metafizik imaların yön verdiği ufunetli ve ağlamaklı bir topluluk haline getirmek için ön­lerine bütün bu nitelikleri taşıyan parlak bir sinek kâğıdı koymak gerekir... Hoca efendi dedesinin dedesinden başlaya­rak ninesi, anneannesi, teyzesi, annesi, dayısı ve amcalarının faziletlerini ve kerametlerini sayıp, menkıbevi bir şecere çizerek başlıyor kendini an­latmaya.

Mistik hezeyanlar ve yeni bir kutbu azam

İslam’ı toplumun gündeminden tasfiye etme­ye ve onu ıssızlarda süren kişisel bir yaşantı, ege­menliği azgınlara devreden izbe bir zihni tasav­vur haline getirmeye yönelik çabalar, işe kişi kültü oluşturarak başlarlar. Menkıbelerle efsaneleştirilen bir "merkez kişilik" dinin odağı haline getirilir. Böyle bir kişiliğin etrafında örgütleştirilen mistik atmosfer dinin bütünü yerine konulur. Böylece dinin alanı ve boyutları, seçilen kişiliğin ufku ve çapıyla tayin edilir hale gelmiş olur.

Din, yüceltilmiş bir ferdin kişisel anlayışı, indi görüşü ve telakkileri ile kayıtlı ve sınırlı bir dünya görüşü haline getirilerek, kendi ilahi kay­nağının yerine beşeri bir kaynağa bağlanır. Efsa­ne kişinin merceğinden insana ilişkin, topluma, hayata ve ötesine ilişkin yansıyan ne varsa, din olarak anlaşılıp, insanüstü olan ilahi mesaj bir ki­şinin subjektiv yorumuna indirgenmiş olur.

İslam’ın, toplumsal hayatı belirleyebilecek bir konuma gelmesinden endişe duyan çevreler, onu toplumun sosyal ve siyasal gündeminden uzaklaştırıp, fertlerin zihni tasavvurları düzeyine indirerek, kendileri için bir tehlike arzetmesini önlemeye çalışırlar. Bunu başarmanın yolu da, İslam’ın, kitap ve sünnet düzleminde değil, bir fer­din kişisel mütalaaları çerçevesinde anlaşılmasını sağlamaktır. Bu gerçekleştirildiğinde, yorum ve anlayışı, dinin odağı haline getirilen kişinin denetlenebilirliği nisbetinde din de denetlenebile­cek demektir. Dini denetlemek, onu, denetlenebi­lir bir otoriteye bağımlı kılmakla mümkündür. Sistemle uzlaşabilen bir kişi kutsanarak dini bir otorite kılınabilirse, onun kişisel düşünceleri adeta birer nas gibi dini bir kaynak ve delil haline getirilebilirse, onun şahsında din de sistemle uzlaşmaya başlamış olur. Söz konusu kişinin günlük maslahatlar eliyle evrilip çevrilebilirliği, dinin evrilip çevrilebilmesi için belirleyici bir ölçü haline getirilir.

Müslüman kitleleri edilgenleştirmek, dinleri­ni bireysel yaşantılarına hasredip, hayatın diğer bütün alanlarında laik otoriteyle uzlaşmalarını sağlamak için, onları böyle bir merkez kişiliğe doğru yönlendirmek, bütün kanaat ve düşüncele­rini, bütün eylem ve etkilerini onun üzerinde odaklaştırmak yeterli olur. Kitleler, dinlerini, yönlendirildikleri ferdin kişisel ölçülerinden al­maya, hayatı algılama ve yorumlama tarzlarını bu ölçülerle biçimlendirmeye ve daha önemlisi, olaylar karşısında geliştirecekleri pratikler de böyle bir kişiye bağımlı hale gelmeye başladıkla­rında, bütün güç ve varlıklarını o kişiyi denetle­yebilecek olan mekanizmaların kontrolüne ver­miş olurlar. Böylelikle müslümanların potansiyel güç ve etkinlikleri daha doğmadan bir kısım mih­raklar tarafından ipotek altına alınmış, laik egemenlik için bir güvenlik alanı oluşturulmuş de­mektir.

Rejim, kuruluşundan bu yana kendisi ile müslümanlar arasında böyle kişileri tampon ola­rak kullanmaya özen göstere gelmiştir. Müslü­manların ilgi ve teveccühünü üzerlerinde topla­mayı başarabilen bazı abiler, hoca efendiler, üstadlar ve hazretler marifetiyle, kitleleri dene­tim altında tutmayı, müslümanların güç ve etkin­liklerini kendisi için tehlikesiz alanlara yönlendir­meyi başarabilmiştir. Her dönemde elinin altında böyle bir kaç hoca efendi ve abiyi bulundurmayı, rejim kendi varlığının teminatı saymış ve onları müslümanlara karşı sinek kâğıdı gibi kullanmıştır. Sinek kâğıdı, kokusuyla sinekleri cezbeder ve üzerine konanları nasıl etkisiz hale getirirse, bu "merkez şahsiyet"ler de müslümanları çevrelerine toplar ve kendi etki alanı içine giren insanları, rejim adına teslim alarak etkisiz hale getirirler. Olağan dönemlerde uygulama bu şekilde yürütü­lürken, bazı kritik ve olağanüstü dönemlerde rejim elinde hazır bulundurduğu bu sinek kâğıtlarından birisini özel formüllerle rayihalandınp, süsleyerek eskisinden çok daha çekici bir terkip halinde vizyona koyar. Son günlerde bir zamane gazetesinde böyle bir çabaya girişilmiş olması, re­jimin kendisini olağan üstü bir durumun eşiğin­de hissettiğini düşündürüyor. Gazete, eski hoca efendilerden birini, hoca efendiler içinde bir hoca efendi olmaktan çıkarıp, kutbu azam konumuna yükseltmeye yönelik bir dizi başlatmış bulunu­yor. Anlaşılıyor ki, rejim Türkî cumhuriyetler için ABD'nin taşeronluğunu üstlendiği şu dönemde, şahsında İslam’ı politik arzulan için istismar ede­bileceği bir kutbu azama ihtiyaç duymaktadır.

Kitleleri "Amerikancı İslam"ın hurafelerle örülü atmosferi içinde, laik kurumlarla uzlaştır­mak, devleti, orduyu, ulusçuluğu, tarihselciliği ve gelenekleri kutsar hale getirmek, hayatlarına kitap ve sünnetin değil, mistik hezeyanların, rü­yaların ve metafizik imaların yön verdiği ufunetli ve ağlamaklı bir topluluk haline getirmek için ön­lerine bütün bu nitelikleri taşıyan parlak bir sinek kâğıdı koymak gerekir.

Ağlamaktan başka etkinliği bulunmayan, is­tikbalin istikrarı uğruna her türlü kitlesel eylemi "sokağa dökülmek" diye kınayarak müslümana yasaklayan, yüce devletimiz, kahraman ordu­muz, şanlı tarihimiz, necib milletimiz gibi sağ ve şöven bir terminolojiyi İslam adına tekrarlayıp duran eski bir diyanet memurunu "seçilmiş" ve "özel" bir din ulusu olarak pazarlayabilmek için sürdürülen çabalara, önce hoca efendi için, her ferdi bir veli olan parlak bir soy kütüğü çıkarıla­rak başlanıyor.

Hoca efendi dedesinin dedesinden başlaya­rak ninesi, anneannesi, teyzesi, annesi, dayısı ve amcalarının faziletlerini ve kerametlerini sayıp, menkıbevi bir şecere çizerek başlıyor kendini an­latmaya. "Dedem Molla Ahmed hayatının son otuz senesinde ayağını uzatıp yatmamış, sırtı yatak yüzü görmemiştir. Uykunun ağır bastığı anlarla sağ elini alnına koyar ve biraz kestirirmiş. Günde bir kaç zeytinle iktifa ettiği söylenir." "Şamil dedem için umre yaparken Safa ile Merve arasında ayaklarım yerden kesiliyor ve ben adeta havada uçuyordum. Daha sonra validem gördü­ğü bir rüyayı anlattı. Şamil dedemi melekler gibi bulutların üzerinde uçuyor görmüştü. Rüyanın görüldüğü tarih, aynen benim umre yaparken ayaklarımın yerden kesilip uçtuğum tarihti bu hal tesadüf olamazdı."

"Babam, her dakikasını mutlaka hayırlı ve bereketli bir işle dolduran bir insandı. Boş yaşa­maya kapalıydı. Nükteleri vardı; fakat bu nükte­ler onun kıvrak zekâsından kaynaklanan nükte­lerdi. O hep ciddiyet âleminde dolaşır dururdu." Hatice ninem Edirne Müdafii Şükrü Paşa sülale­sinden gelmiş. Bir gün Hatice ninem bayılır. Da­ha sonra anneme şunu anlatır. "Ben o halde iken iki adam geldi, bunun dilinin derisini yüzmemiz lazım dediler ve dilimin derisini yüzdüler" annem bunu anlatır ve şöyle devam ederdi. O güne kadar annemin uygunsuz sözler söylediği olur­du. Allah canını alsın gibi laflar ederdi. Bu hadi­seden sonra ağzından böyle sözler çıkmadı."

Elbette, böyle her bir ferdinden kerametler dökülen bir aileden gelmiş olmak, hoca efendinin kendi kerametlerinin ve yüceliklerinin dayandırılabileceği uygun ve açıklayıcı bir zemin olarak anlaşılmalıdır. Şahsın şeceresini yüceltmek, ken­disini yüceltmek için iyi düşünülmüş bir yöntem­dir.

Tarihe maledilmek istenen kişiye, önce uygun bir tarih yazmak gerekir. Tarihin önüne sunduğunuz ve kayda geçmesini istediğiniz kişi­nin bir kaidesinin bulunması, köklü bir geçmişi­nin olması ona belli bir öncelik ve ayrıcalık ka­zandıracaktır. Çünkü yaygın kanaate göre önemli kişilerin geçmişleri de önemlidir. Daha doğrusu, önemli bir geçmişe sahip olmak kişiyi önemli ve değerli kılar.

İnsanların karşısına, çevresinde toplanmaları için çıkardığınız kişinin "özel bir kişi" olması ge­rekir. "Seçilmiş" olmak "özel" olmada bir avantaj­dır. İnsanın sadece kendi kişisel nitelikleri ve yetenekleriyle kazandığı bir üstünlük, yani nevzuhur bir üstünlük, ruhani bir liderlik için yeterli bir karizma sağlamayabilir. Kitlelerin sorgulama­dan, inandıkları ölçülerle sınamadan bağlanacak­ları bir liderin, yalnızca kendi kişisel nitelikleri bağlamında özel olması yetmez. Üstünlüğünün sadece kendinden kaynaklanan bir üstünlük değil, tarih içinden süzülüp gelen seçilmiş soyu­na dayalı bir üstünlük olması gerekir. Tarihi kök­lerle desteklenen bir üstünlük. Böylelikle yarat­mak istediğiniz manevi liderin liderliğine, tarihi şahit göstermiş olursunuz. Özellikle yaratmak is­tediğiniz lider, ölçülerle denetlenmesini ve sorgu­lanmasını istemediğiniz, aksine ölçüleri kendisi­ne göre değiştirmek, bütün değerleri ve ilkeleri kendisiyle denetlemek istediğiniz bir lider ise, onu tarihin onayından geçirmeli, heykelinize ta­rihten bir kaide oluşturmalısınız.

Tartışılmaz, sorgulanmaz, çünkü kendileriy­le sorgulanacağı ölçülerin üzerinde olan, ölçü ve ilkelerin kendisine göre biçimlendirileceği bir li­derin, üstün nitelikleri, kazanılmış değil, veril­miş, lütfedilmiş nitelikler olmak durumundadır. Çünkü kesbî nitelikler sahibine bir "seçkinlik" sağlasa da, vehbi nitelikler bir "seçilmişlik" sağla­maktadır. "Seçkinlik" beşeri bir hali yansıtırken, "seçilmişlik" ilahi ve uhrevi bir durumu ihsas eder. Böylece yarattığınız lideri denetim dışı bir konuma oturtabilirsiniz. İnsanların kendisini seç­mesi için onun, tarih içinde seçilmiş olması teşvik edici bir gerekçedir.

Hoca efendiyi ululamak ve kerametlerini an­laşılır kılmak için soy ağacına menkibevi bir nite­lik yüklenmesi bir noktaya kadar hoş görülebilir belki, ama bu reklam ve pazarlama programına peygamberin ve onun pak soyunun da alet edil­mesinin katlanılabilir bir yanı bulunmamaktadır. Peygamber ve Ehl-i Beyt, hoca efendinin kutsal­laştırılması operasyonunda adeta birer figüran haline getirilmektedir. Dizinin başında Emevi ve Abbasi zulmünden kaçan Ehl-i Beyt'in Ahlat'a sığınmış olduğu ve oradan İslam’ın Anadolu'ya gi­rişini sağladıkları söz konusu edilerek, hoca efen­dinin de atalarının Ahlat'tan çıkmış olması vurgulanmakta ve hem baba hem de anne tara­fından kendisinin Ehl-i Beyt'e mensup olduğu ileri sürülmektedir. Kaybolduğu iddia edilen bir şecere hakkında, kendinden menkul bir rivayet­ten başka hiç bir delile dayanmaksızın, kendini Seyyid ilan etmesi yetmiyormuş gibi, hoca efen­di, Peygamber, hocanın kararlarını ve davranışlarını meşrulaştırmak, tercihlerini onaylamak için onun ve yakınlarının rüyalarında sabah akşam dolaşan bir gezgin haline getirilmektedir.

"Bu gece bu köye fahri kâinat efendimiz geldi. Arkasında Raşid Halifeler vardı. Hz. Ali'nin elinde birçok kazık bulunuyordu. Efendimiz bana dönerek:

-Molla Muhammed bu köy senin mi diye sordu. Ben de evet Ya Rasulallah dedim. Bunun üzerine Hz. Aliye dönerek -Ya Ali bu köye de bir kazık çak bir daha bu köy de sallanmasın" dedi. Gördüğünüz gibi, peygamber ve raşit halifeler el­lerinde kazıklarla deprem bölgelerini dolaşarak özel kişilerin doğup yetişecekleri beldeleri koru­mak için diyar diyar gezdirilmektedir. "Ertesi gün bir arkadaş geldi ve bana şunu nakletti: ‘Akşam rüyamda efendimizi gördüm, size selam söyledi ve Evlendiği gün ölür ve cenazesine de gelmem’ buyurdu." Yani Peygamber, bütün in­sanlar için öngördüğü sünnetinden hoca efendiyi istisna etmektedir. Böylelikle bir yandan hoca efendinin seçkinliği kendisi için özel uygulama­lar getirilerek vurgulanırken, diğer yandan seç­kinliğine dayanarak kitap ve sünnetin zahiri hükümleri dışında rüya, ilham, ima ve işaretler gibi batini delillere dayanarak davranabilmesine kapı açılmış olmaktadır.

"Bir gün arkadaşlardan biri bir rüya görüyor. Hatice validemiz kapının dışında, Efendimiz içe­ride oturuyor. Bizi kastederek Hatice validemiz soruyor. "-Ya Rasulallah bunlar bizden hoşnut musun diye soruyorlar diyor ve efendimizden cevap geliyor: -Evet hoşnudum hele birisi hele bi­risi diyor." Bu alıntı hakkında söylenecek bir şey bulamıyorum. Sadece merak ettiğim bir şey var, kim o "birisi"!?

Hoca efendiyi yüceltme ve seçkinliğini vur­gulama çabaları, Peygamber'in rüya yoluyla ver­diği onayları da aşıp bizzat hoca efendinin kendi­sine korunmuşluk (masumiyet) izafe etmesine kadar vardırılıyor. Üstelik bu masumiyet Pey­gamberin başından geçen olayların aynen yaşanmış olmasıyla ifade ediliyor. Bilindiği gibi Rasu­lullah Peygamber olmazdan önce Allah tarafın­dan günahlara karşı çeşitli şekillerde korunurdu. Bu konuya ilişkin rivayetlerden birine göre, Rasullullah gençliğinde bir düğün eğlencesini izle­mek ister, fakat her defasında olayın yakınında bir yerde uyuya kalır ve cahili bir eğlenceye katıl­maktan korunmuş olur. Peygamber korunur da hoca efendi korunmaz olur mu, o da aynı olayı tıpkı peygamber gibi yaşayarak masumiyet sahi­bi olduğunu göstermiş oluyor.

"Hayatımda iki defa düğüne gittim. Yaşım da küçüktü. Karşıdan, düğünde içip içip oynayan erkekleri seyrediyordum. Yanıma bir sarhoş geldi; bana "Senin burada işin ne" dedi ve suratı­ma bir tokat akşetti. O tokadın acısıyla, biraz da mahcup eve geldim. Diğerinde talebeydim. Yine düğüne gittim. Eve geldim, saatlerce kapıyı çal­dım, ama duyuramadım. Sabaha kadar evin önünde, hem de karın altında bekledim. Hâlbuki babamın uykusu çok hafiftir. Dışarıda bir çıtırtı olsa uyanır. Buna rağmen benim o kadar kapı çal­mamı duymamıştı. O gün donarak ölecektim. Her iki düğüne gidişimin tokadını da çok acele yedim."

Hoca efendiye sadece rüyalar yol göstermi­yor. Hayatının her alanında ilahi güçler etkili olu­yor ve davranışlarını yönlendiriyor. İşte bir örnek daha. "İlk defa gittiğim haccda Harem-i Şerif’den hiç ayrılmıyordum. Bir gün lokantaya gitmek is­tedik. Mekke'nin lüks lokantalarından birine git­tik. Yemekler hazırlanırken lokantanın içini çok pis bir koku sardı. Öyle bir koku ki, insanın başı­nı lağıma soksalar o kadar rahatsız edici olmaz. Fakat lokantadakilerin hiç birinde değişiklik yok. Herkes iştahla yemeklerini yiyor. Baktım lokanta­nın önünde çöp arabası duruyor, bu koku oradan geliyor. Bir başka lokantaya gittik, burası da gayet lüks ve temiz idi. Tam yemekler geleceği sı­rada lokantayı aynı koku sardı. Baktım römork dışarıda duruyor. Bu gece vakti o römorku bizim arkamızdan kim getirmişti. Biz girerken römork yoktu. Vasıtasız da römorkun gelmesi imkânsızdı. Sanki manevi bir ikazla karşı karşıya idik çünkü yemek için haremin iklimini terk etmiştik." Gördüğünüz gibi hoca efendi Harem'den o muh­terem vücudunu esirgedi diye, çekicisiz römorklar ayaklanıp lokanta lokanta kendisini kovalı­yor ve Harem'i, teşrifleriyle onurlandırmasını is­tiyorlar. Gene hoca efendi çok istediği halde kesimi şüpheli olan tavuğu yemekten alıkonuyor. "Çiğ­nedim çiğnedim yutamadım. Ben o güne kadar bu tavukların Suudlular tarafından hazırlandığı­nı zannediyordum. Daha sonra gördüm ki amba­lajların üzerinde Hollanda damgası var." Buradaki şer'i ölçüye dikkat edelim. Hollanda Hristiyan bir ülkedir ve şer'an Hristiyanın kestiği et temizdir ve yenir. Fakat hoca efendiye manevi güç bu tavuğu yedirmiyor. Şeriatın helal kıldığı alanlar­da bile süren bir koruma.

Böyle bir koruma Peygamber için bile varid olmamıştı. Bilindiği gibi Rasulullah Yemen’den kendisine gönderilen ve mayasında domuzun kuyruk yağı bulunduğundan şüphe edilen bir peyniri yemiş ve "aslı helal olan şey şüphe ile haram olmaz" diyerek bir şer'i ölçü de koymuştu. Fakat görülüyor ki hoca efendiyi şer'i ölçülerin zahiri kalıplan bağlamıyor. O özel ve seçkin kişi­liğiyle avam için vaz olunmuş olan ölçülerin öte­sinde, kendisi için özel bir takım ölçülerin ilahi ikaz ve işaretlerle kendisine ulaşmasını bekle­mektedir. Eşya ve olaylar da onun bu beklentisini boşa çıkarmıyor. Sanki yeryüzündeki bütün nes­neler hoca efendiye hemen her konuda bir takım ilahi mesajlar, ilham ve işaretlerle rehberlik etmek için seferber olmuşlardır. Böylelikle hoca efendinin akıl, irade ve duyum gibi beşeri nite­liklerini kullanmasına gerek kalmamaktadır. Ad­resini kimsenin bilmediği yerlerde, kimsenin getirmediği mektuplar, postacıya gerek kalmadan yastığının üstüne konmakta, koğuştaki kelebek­ler kimin tahliye edilip, kimin edilmeyeceğini haber vermekte, kara köpekler, gittiği yerde ken­disini bir aksiliğin beklediğini haber vermek için, kendilerini defalarca arabasının altına atmakta, ailesini, kızlarını döven adamın tarlasına başka hiç bir yere yağmadığı halde dolu yağmakta, dua ederken bulunduğu yeri ışıklar sarmakta, İşaratül İ'caz okurken duvarlar "of, of” diye inlemekte, si­nekler üzerine konmamakta, bütün bunların yet­mediği yerde Peygamber devreye girmekte ve rüya yolu ile kendisini yönlendirmektedir.

Oysa Allah kâinatı bir sünnetullah üzere ya­ratmış, insana da olaylar üzerinde cari olan bu sünneti araştırıp tesbit edebilmesi için duyu or­ganları, anlayıp değerlendirebilmesi için akıl, ge­reğine göre davranabilmesi için irade ve bütün bu insani yeteneklerin doğru kullanılabilmesi için kitap vermiştir. İnsan dünya hayatı içinde kitabın ve sünnetin ışığında, Allah'ın bütün insanlar için yürürlüğe koyduğu tabii düzenlemeyi izleyerek yolunu bulmak zorundadır. Bunların dışında ki­şiler için özel bir takım işaret ve mesajlar sürekli söz konusu olursa, hayatın imtihan olma niteliği ortadan kalkar. Eşyanın ve olayların kendi tabii seyrinin dışında anlamlar yüklenerek, "kişiye özel" nitelikler kazanıp insana hayatının her anın­da kılavuzluk etmeleri, o insana sınav esnasında kopya verilmesi anlamına gelir.

Ne var ki, hoca efendi çevresindeki her şeyden kendisi için özel ilahi mesajlar çıkarmaya çok yatkın bulunmaktadır. Araba kullanırken üç defa kaza geçirmesini, Allah'ın kendisini başka işler için yarattığına ve araba kullanmasını istemediği­ne yorumlayıp bir daha araba kullanmamaya karar verebilmekte, 11. ayda askere gidip 1. tabu­run 1. bölüğünün 11. eri olmasını, yani hep birle­rin oluşunu kendi seçkinliğine yorabilmektedir. Bütün bunlar hoca efendinin ruh sağlığı hakkın­da yeterli ipucu taşımakla birlikte o bu konudaki teşhisimizi kolaylaştırmak için daha zengin bulgu­lar sunmakta. İşte birkaç örnek: "Minare şerefesi­nin üzerinde yürümek çok hoşuma giderdi. Hal­buki o esnada bana bakanların yüreği sıkışır ve bana bakamazlardı." "Geceleri geç vakitlere kadar Erzurum'daki türbeleri geziyor ve onlara Yasin okuyordum. Erzurum'dan ayrılıncaya kadar da bu âdetimi sürdürdüm." "Kurşunlu Camii'nin önünde Kâfiyi ezberlerken sağa sola gider gelir ve dünyayı başparmağıma taksalar da çevirsem diye hayal kurardım."

Riyazat yaptığım devrede, önce nefsimi bir kedi gibi gördüm ve kovaladım. Riyazata devam ettim. Bu arada onu ayı gibi gördüm. Kapıştık. Ben mi onu, o mu beni yendi belli olmadan uyan­dım. Bir müddet daha riyazat yaptım. Bu sefer de nefsimi goril gibi gördüm. Ondan kaçarak surla­rın üzerine çıktım. O kadar kafama takıldı ki mesela namaz kıl­mak isteyince hemen o mukaddes mefhumlarla ilgili çağrışımlar ruhumu sarıyordu. Çok defa içimden namazdan kaçmak geliyordu. Bir aralık kendime şok vurdurmayı düşündüm. Bu durum altı ay kadar sürdü. Bu halette iken şeytanın sesini açıkça duydum."

Halüsinasyon yani gaipten sesler duyma, ol­mayan kokular algılama hatta kinetik halüsinasyonlar efendinin hayatında sıkça yaşadığı ola­ylar. Dua ederken etrafını ışıkların sarması, du­varların inleyişini duyması, lokantada kimsenin duymadığı pis kokuları algılaması hep birer halüsinasyon örneği. Şizofrenik tabiatlarda sık görü­len bu halüsinasyon olgusunun en aşırı şekli ise yaşanan gerçek dışılığın beş duyunun sınırlarını aşıp bedenin bütününü içine alan bir kas duyu­mu halinde yaşanmasıdır. Buna psikiatride kine­tik halüsinasyon deniliyor. Hoca efendinin Hacc'da ayaklarının yerden kesildiğini hissetme­si, bütün bedeniyle bir uçuş duygusunu yaşaması tipik bir kinetik halüsinasyon olarak anlaşılabile­cek bir durumdur.

Mistik hezeyanlarla ilgili bu bölümü kapa­mazdan önce bize çok ilginç gelen iki anekdotu nakletmeden de geçemeyeceğiz. Kendisi anlatı­yor: "Bir gün sabah namazı için yine ikinci kat mahfile çıkmıştım. Ansızın kendini görmedim ama sesini bütün baskısıyla vicdanımda duydum şeytan bana 'hele buradan aşağıya bir kendini at' diyordu. Israrla birkaç defa bana 'kendini bura­dan at' dedi. Ben 'iyi ama niçin' diye sordum. 'Olsun sen at' diye ısrar etti. Ne olur ne olmaz dü­şüncesiyle geriye çekildim." Şeytanın insana mu­sallat olmasına kimsenin bir itirazı olamaz. Fakat şeytan insanı kötülüğe ve günaha çağırırken son derece ince bir takım ikna yöntemleri kullanır. Aklın kabul edebileceği makul tekliflerle çıkar in­sanın karşısına.

Bir çocuk için bile aldatıcı sayılamayacak böylesine "kör gözüme parmağın" bir teklifi, ya teklifi yapan şeytanın acemiliğine ya da muhata­bın kolay aldanırlığına vermek gerekir.

Hoca efendi adım atmak için bile özel mane­vi ikaz ve işaretler beklemeye öylesine alışmış ki, böyle bir işaret bulamadığı durumda ne yapaca­ğını bilemez hale geliyor:

"Yatmak istediğimde baktım ayağımı arkadaşlardan birine doğru uzatmam gerekiyor; say­gısızlık olur düşüncesiyle ona doğru ayağımı uzatmadım. Diğer tarafta kitaplarımız duruyor­du. Kitaplara doğru da uyaklarımı uzatmam mümkün değildi. Beri taraf kıbleye denk geliyor­du. Ayağımı uzatabileceğim tek yön vardı; orası da Korucuk istikametini gösteriyordu. Ve ben babam Korucuk'ta olabilir ve ona karşı saygısız­lık etmiş olurum düşüncesiyle o tarafa da ayağımı uzatmadım. Birkaç gece böylece hiç uyuma­dan oturdum."

Problem çözmek için beşeri, zihni yetenekle­rini kullanmayı her halde kendi seçkinliğine yakıştıramıyor ve onları biz sıradan insanlara bıra­kıyor. Biz sıradan insanlar, içinde bulunduğumuz müşküllerde olağan dışı uyarılar alamadı­ğımız için, zorunlu olarak problemlerimizi aklı­mızı kullanarak çözeriz. Mesela hoca efendinin bu, yatacak yer bulamama problemiyle bizim gibi sıradan bir insan karşılaşmış olsaydı ya kitapları kıble veya korucuk yönüne koyar, ya da kendisi­ne doğru ayağını uzatamadığı arkadaşından yeri­ni değiştirmesini ister ve ayaklarını uzatabileceği münhal bir istikamet bulabilirdi. Çünkü Kıble ve korucuğun yerleri değişmezse de, odadaki kitap­ların veya yatan insanların yerleri değiştirilebilir. Ancak hoca efendi, beşere verilmiş olan aklı, biz lahuti ve melekûti bir yanı olmayan, nakıs ve za­vallı fanilere layık, ilkel bir kabiliyet olarak telak­ki ettiğinden, böyle bir çözüm bulamıyor ve gün­lerce uykusuz kalıyor. (Bari gündüzleri arkadaşı kalktıktan sonra uyumayı düşünebilseydi).

Şimdi, böyle bir şahsiyetin insanlara bir kutbu Azam gibi tanıtılmasında kimler ne gibi amaçlar gözetebilirler. Bu sorunun cevabı için, re­jimin içinde bulunduğu duruma ve ihtiyaç duy­duğu kitlesel eğilimlere bakmak gerekiyor.

Son yıllarda rejim tam bir kriz halini yaşa­maktadır. Kuruluşundan bu yana gerek bürokrat aydınların ulusalcı söylevleriyle, gerek diyanet adamlarının marifetiyle rejime giydirilmek iste­nen kutsallık zırhı ağır yaralar almış ve üzerinde derin çatlaklar olmuştur. Şimdi kitlelerde rejimi ve onun "zinde" güçlerini kutsamaya yönelik yeni eğilimler oluşturmaya ihtiyaç vardır. Özel­likle "zinde" güçlerin "ölü ele geçirme" operasyonlarının hızlandığı ve halk yığınlarını da içine alacak şekilde yaygınlaştırıldığı şu son zamanlar­da, kamuoyu desteğinin "zinde güçler"den yana çekilmesi çok büyük bir önem taşımaktadır.

Bunun sağlanabilmesi için rejimi ve kurum­larını aklamayı kendisi için kutsal bir görev sayan, "zinde güçler"e karşı kalbi iştiyak ve hür­metle dolu, kitle eylemlerini "Bizim sokağa dö­külmekle işimiz yok," "katiyyen idareyi zor duru­ma düşürecek kitle hareketlerine girilmemeli" diyerek yasaklayan, uzlaşmacı bir dini otorite bu­lunması ve halk üzerinde etkisini arttırabilmek içinde kendisine olağan üstü nitelikler ve gaybi güçler yüklenerek yüksek bir manevi statü ka­zandırılması gerekmektedir. Hoca efendi rejimin ihtiyaç duyduğu bu nitelikleri fazlasıyla üzerinde taşıyan, düzen ve istikrar yanlısı, rejimin kurum­lan karşısında boynu kıldan ince ve her fırsatta bu kurumları yüceltip kutsamaya hazır tam bir "devlet dini" âlimi olarak ortaya çıkmaktadır.

Öncelikle yerli malı ve ulusalcı bir din anla­yışı vurgulanmakta ve İslam’ın Anadolu sınırları­nı aşmasına katlanılamamaktadır. Hoca efendi Kürt kökenli olduğu için önceleri Bediüzzaman'a bile soğuk bakmış, onun Anadolu'nun bağrından çıkmamış oluşundan rahatsızlık duyarak, onunla görüşmekte istekli bulunmamıştır. "Bediüzzaman'ın Anadolu'dan çıkmış olmamasını da ken­dimce mesele yaptım ve içimde bu düşünceyi bir ukde olarak taşıdım. Ben Bediüzzaman Anado­lu'nun bağrında boy atmalı ve gelişmeli değil miydi demekteydim." İşte bu cahilî düşüncelerle hoca efendi Bediüzzaman'la görüşmekten kaçınmış, ancak rüya ile uyarıldıktan sonra kendisini kabul edebilmiştir. Kavmiyetçiliği ve bölgeciliği reddeden Kur’an ayetleri ve Peygamber sözleri yeterli olmamış, ancak rüya gibi içsel ve subjektiv bir delil, Kur'an ve sünnetin kesin ölçülerinin ya­pamadığını gerçekleştirerek bu türden cahili eği­limlerini izale edebilmiştir. Kavmiyetçiliğin ve bölgeciliğin iğrenç batağından Kur'an ve sünne­tin ölçülerine sarılarak değil, gördüğü bir rüyaya bağlanarak kurtulabilmiştir. Hoca efendinin ha­yatında her konuda olduğu gibi bu konuda da rüya ve uhrevi işaretler sarih ve muhkem ayetler­den öncelikli ve etkili durumdadır. Ulusçu değer­ler söz konusu olduğunda, laik de olsa ulusal devletin kurum ve uygulamaları söz konusu olduğunda peşin bir kabul ve saygı her türlü ölçünün üzerine çıkmaktadır. Eğe hoca efendi kişisel ola­rak bu kurumlara karşı saygı duyma ihtiyacındaysa bu kendini ilgilendirir. Kendi kişisel duygu ve düşüncelerini dine hamletmeye ve saygı duyduğu kurumları din eliyle kutsamaya kimsenin hakkı yoktur. İslam; laik devletin ku­rumlarını dokunulmaz ilan etmek ve onlara hiz­meti öngörmek zorunda değildir. Laik kurumlar kendilerini kutsamak ve hizmete layık bir kimlik­le tanımlamak istiyorlarsa, bunu kendi laik değer yargıları ve yasal güçlerini kullanarak sağlamalı­dırlar. Bu konuda İslam’ı onları aklayan bir şahit durumuna düşürmeye kimsenin hakkı yoktur.

"Askerlik müddetince, askeriyeye ait yemeği yemedim. Çünkü ciddi askerlik yapıyor sayıl­mazdım. Onun için askeriyeye ait yemeğin bana caiz olmayacağını düşündüm ve yemedim. Giy­diğim elbiseyi de astsubay talebelerin birinden satın almıştım. Önümde yığınla kâğıt ruleleri vardı. Fakat yemin ederek söylüyorum ki, şahsım hesabına bir nokta koyacak kadar dahi kâğıt kul­lanmadım ve askeriyeye ait kalemden, yine şah­sım için bir nokta koyacak kadar dahi istifade et­medim. Çok hassas davranıyordum."

Eğer hoca efendi askeriyenin malını doku­nulmaz görüyorsa bu onun kişisel değer yargıla­rından çıkardığı bir hükümdür. İslam böyle bir hüküm vermek veya verilmiş bir hükmü onayla­mak durumunda değildir. Nihayet kişisel saygı ve ihtiram duygularının hesabı kendi iç dünyası­na aittir ve o bu duygularının karşılığını da kişi­sel olarak görmüştür. Bu karşılıkta İslam’ın her­hangi bir payı yoktur.

"Hz. Nuh zamanından kalmış kadar kirli ve eski ne kadar kap-kacak varsa getirip, 'bunları temizleyin' dediler. Nasıl olsa asker ocağına ait kaplar diye, kollan sıvardım, çok ciddi olarak ça­lışmaya başladım. Başçavuşun dikkatini çekmiş. Haber göndermiş 'O çok çalıştı gitsin' demiş. Ben gittikten sonra da, diğerlerinin isimlerini yazıp birliklerine göndermiş. Benim ismim gelmedi ve kurtuldum."

"Lehimdeki umumî baskılar, mahkeme heye­ti üzerinde toplanınca hâkimlerin tavrı değişti. Tümen komutanı ağırlığını koymuştu. Anka­ra'dan 'Mademki milliyetçi bir çocuk, bir mesele­den dolayı onu niye bu kadar eziyorsunuz?' mea­linde telefon veya telgraf gelmiş."

Hoca efendinin gözünde darbeci askerler "zinde güçlerdir" tarihe bir "işkencehane" olarak geçen "Ziverbey köşkü" ise, hakikatlerin ortaya çıkarılma mahallidir. Zinde güçlerin CIA kamplarında işkence teknikleri üzerinde eğitilmiş olan elemanlarının maharet sergiledikleri bu karanlık mahal, neden hoca efendinin gözünde böyle bir itibara sahiptir. Çünkü burada yapılan işkencele­rin bahanesi devleti korumaktır. Hoca efendinin gözünde de bundan daha kutsal ve yüce bir amaç bulunamaz. Hele bu amaç komünizme karşı ileri sürülüyorsa işkenceyi meşrulaştırması kaçınıl­mazdır. Çünkü onun en büyük ideali komünizme karşı mücadele etmektir. "Komünizmin gemi azıya aldığı bir dönemde, ona karşı, hem de böyle nizami bir mücadele, geleceğin milliyetçi ve maneviyatçı tarihçilerini derin derin düşündü­recektir" İşte kendi ifadesiyle bütün hareket ve mücadelesinin özet budur. Komünizme karşı "milliyetçi ve maneviyatçı" bir mücadele ona göre "İşte İslam".

(Yazı: Sükuti Memioğlu / Tevhid Dergisi, Mayıs 1992, 
Kaynak: Venhar Haber)

YORUMLAR
  • Hasan Mensur   11-02-2014 12:34

    S.A Murat kardeş teşekürler.verdiğin bilgiden dolayi Allah senden razi olsun. memişoğlunu yakında tanımadığım için vefat ettiğini bilmiyordum, selam ve dua ile.

  • Murat   01-02-2014 06:39

    Sayın Mensur, Sukuti Memioğlu vefat etti ancak ben şunu biliyorumki bu yazıda söz konusu edilenler, Gülenin Küçük Dünyam adlı kitabından alınan hususlardır. Yani kaynağı o kitaptır.

  • Hasan Mensur   30-01-2014 20:27

    Sayın sükuti bey sizden ricam, gülene ait iddia ettiğin sapa saçma sözlerın kaynak hakkında yazdıklarının bilgisini versen memnun olurum. Lütfen timetürke bakın, yeni çıkan kasetlere bakın, bu zırvalama tavan yapmış durumda,rezalet diz boyu, yine Peygambere iftira, yine iftira ve bir sürü talimatlar, sonra tekrar arkası geldi, bu defa ihale ve halka küfürler yağdırma durumu var.

  • Hasan Mensur   29-01-2014 17:43

    Kabulahbar aklıma geldi, hurafelerle dolu yüklerle kitabı vardı, ne kendine, nede çevresiine faydası olmadan dünyada güçüp gitti. Malum adamın akidevi sorunlarından birçok sapa saçma durumlarını biliyordum, tekrar etmek istemem,fakat Sükuti memioğlu makalesini okuyunca bu malum adam kabulahbara dudak uçuklatiyor,Rabbim onun mahiyeti altında olan insanlara akıl, hikmet ve feraset versın ondan kurtulmayi nasip eylesın ,şahsen bazen bu adam hakında düşünüyorum, neresinde hangi yünde onunla iletişim kurayım diye,Allah şahitir şaşırıp kaliyorum, islami açıdan sağlam bir taraf güremiyorum. Hele fikirleri, düşünceleri, olaylara yaklaşma uslubu ve yaklaşımı, uluslararası bazda kurduğu ilişkiler,iç düşmanlarla içli dışlı ve paralel politika yapması, müslümanlara yaklaşımı ve araya koyduğu mesafe, emperyalistlerle ayileşerek paralel politika yapması, başlı başına bir intihardır. selam hidayete tabi olanlara.

  • i.metin   29-01-2014 10:36

    Yazıyı okudum aklıma Hinduların inekleri geldi!