Hasan BAKIRCI

24 Aralık 2016

MUKTEDİR OLMADAN İKTİDAR OLMAK

Küresel ve yerel gündem o kadar hızlı değişiyor/değiştiriliyor ki, insan takip etmeye ve bu manada bir tavır geliştirmeye neredeyse güç yetiştiremiyor… Pazartesi  günü akşam saatlerinde de, Ankara’da, Rusya Büyükelçisi’nin hayatını kaybetmesiyle sonuçlanan olay  hem Türkiye’nin hem de Dünyanın gündemine bomba gibi düştü. Failin kimliği ve görevi olayın hemen akabinde belli olurken tabiiyeti hususunda FETÖ mensubu olduğuna yönelik iddialar, öyle ise de, değilse de ağırlık kazanmış durumda. Mitekim 17-25 Aralık’tan sonra başlayan ve 15 Temmuz darbe girişimiyle zirveye çıkan süreçte neredeyse her taşın altından onlar çıkıyormuş gibi bir algı hakim kılındı. Birçok taşın altından çıkıyor oldukları ortada olsa da...

Kemalist ve Marksist sol zihniyetli “sapkın” basın-yayın organları her zaman olduğu gibi yine İslam’a ve Müslümanlara karşı besledikleri kini bu vesileyle bir kez daha ortaya koyuyor, failin kim ve neci olduğundan ziyade olay esnasında tekbir getirmesi ve sarfettiği sözler ile “Müslüman” kimliğini ön plana çıkartarak bu manada bir algı oluşturmaya çalışıyordu.

Olayın akabinde Cumhurbaşkanı Erdoğan, Başbakan Binali Yıldırım’ın ve İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun hem hadiseye ilişkin değerlendirmelerindeki ses tonlarından, hem de beden dillerinden epey sıkıntılı oldukları bariz bir şekilde gözlemlenebiliyordu. Muhtemelen onlarda olduğu gibi halkın büyük kısmında hatırlara gelen ilk soru “Kadim dost, stratejik ortak ve derin müttefik” Rusya’nın tepkisinin ne olacağı ve en önemlisi en son yaşanılan “uçak krizinden” sonra gelinen noktada ilişkilerin nasıl bir seyir izleyeceği idi? Gerçi aradan fazla bir zaman geçmeden bu hadisenin, “Türkiye'yle kurulan iyi ilişkileri ve Suriye'deki çözümü bozmak için yapılan bir provokasyon olduğu”  şeklindeki  “flaş” açıklama Putin’den geliyor ve heyecandan yerlerinden fırlayacak  yüreklere su serpiliyordu(!). Ertesi gün Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu “müjdeyi” veriyor: “Büyükelçiliğin bulunduğu sokağa Karlov’un adının verileceğini ve bu şekilde Karlov’u hem Ankara’da hem de kalplerinde yaşatacaklarını” beyan buyuruyordu….

Şu ana kadar ifade ettiklerimiz hadisenin hikaye kısmı, asıl bizi ilgilendiren kısma geçecek olursak: Bu hadiseyle bir kez daha net bir şekilde gözler önüne serilmiştir ki; Kur’an’da hayatları ve mücadeleleri anlatılan bütün Rasuller (a.s.) ile de müşahhaslaştırlıdığı üzere “muktedir olmadan iktidar olunmaz/olunmamalıdır.” Peki olunursa ne olur? Olunursa tıpkı Türkiye başta olmak üzere bütün halkı Müslüman olan ülkelerde olduğu gibi önce amaç ile araç yer değiştirir, sonra da bu araç olabildiğince kutsanarak onu elde tutma noktasında her türlü taviz verilir ve de en vahimi bunlar “Müslüman” bir sıfatla yapıldığından doğrudan İslam’ın kendisine mal edilir. Düşünün daha iki-üç aylık hamile olan bir anneye suni sancı verilerek doğum gerçekleştirilmeye çalışılsa henüz bebek, gelişmesini tamamlamadığından sonuç ne olacaktır? Elbette hüsran. Peki toprakla daha yeni buluşturulan bir fidandan hemen meyve beklemek? Örnekler çoğaltılabilir.

Rabbimiz bizleri aceleci bir karakterde yaratmış. [1] Ondan dolayı hemen sonuca gitmek istiyoruz ama önemli olan sonuçtan ziyade sonuca giderken yola hangi niyetle ve nerden başladığımız ve yol boyunca ne tür adımlar attığımız.

İslam’ın son Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.)’in hayatına baktığımızda bununla ilgili yoruma mahal bırakmayacak örneklerle karşılaşıyoruz; Abese Suresi’nin ilk ayetlerinin nüzuluna sebep olan olay şöyle ki, bu ayetler İbn Ümmü Mektûm hakkında inmiştir;

"Nebi (s.a.v.), Utbe b. Rabia, Ebû Cehil b. Hişam, Abbas b. Abdu'l-Muttalib, Ubeyy ve Umeyye b. Halef ile konuşuyor, onları Allah'a davet edip, onların müslüman olmalarını umuyordu. Bu arada İbn Ümm-i Mektum Rasulullah (s.a.v.)'a geldi. Ama olduğu için Rasulullah (s.a.v.)'ın başkalarıyla meşgul olduğunu bilmiyordu. Birkaç defa:
"Ey Allah'ın Rasulü, Allah'ın sana öğrettiğinden bana da öğret" dedi. Bu isteğini tekrarlıyordu. Sözünü kes­tiği için Rasulullah (s.a.v.) yüzünde hoşnutsuzluk alameti belirdi ve Rasulullah (s.a.v.) kendi kendine şöyle dedi:
"Şu Kureyş'in ileri gelenleri şöyle derler:
"O'na uyanlar ancak körlerdir, sefil kimselerdir ve kölelerdir." Bundan dolayı Rasulullah (s.a.v.) yüzünü kırıştırdı ve İbn Ümm-i Mektum'a sırtını çevirip, kendileriyle konuştuğu kimselere yönünü çevirdi. Bunun üzerine Allah Teala bu âyetleri indirdi. Bu olaydan sonra Rasulullah (s.a.v.) ona ikram ederdi ve her gördüğünde şöyle derdi:
"Merhaba kendisinden dolayı Rabbim'in beni azarladığı kimse."[2] Var mı bir ihtiyacın?" derdi. Çıktığı iki gazvede onu Medine'ye vali olarak bırakmıştı. [3]

Bu olayda da görüldüğü üzere Müslümanlar davalarını/davetlerini kamuoyuna mal ederken aceleci bir tavır içerisine girmeyecekler, toplumda makam-mevki, mali imkanlar vb.ile ön plana çıkan kişileri kazanacağız diyerek onlara asıl yoldaşlık edecek olan kişileri göz ardı etmeyecekler dahası davetlerinin devletleşmesi noktasında bu şekilde de olsa küçük ama göze görünmeyen tavizleri bile vermeyecekler.

Yine Allah Rasulü’nün hayatında karşımıza çıkan ikinci bir vakıa da İsra Suresi’nin 73 ila 77.ayetlerinde ortaya konulur şöyle ki; Hz.Muhammed (s.a.v.)’den önceki Rasullerin (a.s.) kendi hayatlarında karşılaştıkları bir durum olduğu üzere, saltanat sahipleri, saltanatlarını tehdit eden davetçileri bu inanç ve mücadelelerinden alıkoymak için her türlü yolu denemişlerdir nitekim Allah Rasulü’nün davetinin ağır ağır toplumda yayılmaya başladığını gören müşrikler de önce O’nu uzlaşmaya ve bu şekilde tavize yöneltmek istemişler, O’ndaki kararlılığı görünce maddi ve  manevi eziyetlere girişmeye başlamışlardır. Allah Rasulü’ne, müşriklerin aralarından temsilci olarak seçtikleri Utbe bin Rebia aracılığıyla sundukları teklifler siyer kaynaklarında şu şekilde yer alır:

Utbe bin Rebia:

-"Ey kardeşimin oğlu! Biliyorsun ki, sen aramızda şeref ve soy sop üstünlüğü bakımından bizden daha hayırlısın ve ilerisin. Ancak sen kavminin başına büyük bir iş açtın. Bu işle onların birliğini dağıttın, akılsız olduklarını söyledin. Tanrılarını ve dinlerini kötüledin. Onların gelmiş geçmiş baba ve atalarını kâfir saydın. Şayet beni dinleyecek olursan, sana bazı tekliflerim olacak. Bunlar üzerinde düşünüp taşınmanı istiyorum. Belki bazılarını kabul edersin!"

Rasulullah (s.a.v.):

-"Söyle ey  Velid'in babası! Seni dinliyorum." deyince, Utbe tekliflerini sıralamaya başladı:

-"Sen ortaya attığın bu mesele ile şayet mal ve servet elde etmek gayesinde isen, mallarımızdan sana hisse ayıralım, hepimizin en zengini olasın."

"Eğer, bir şeref peşinde isen, seni kendimize reis yapalım." 

"Yok eğer bu sana gelen, görüp de üzerinden atmaya kuvvetin yetmeyen bir evhâm, cinlerden, perilerden gelme bir hastalık ve sihir ise, doktor getirtelim, seni tedâvi ettirelim. Seni kurtarıncaya kadar mal ve servetimizi harcamaktan geri durmayalım."

Utbe tekliflerini yapmış ve susmuştu. Konuşma sırası Allah Rasulü’ne gelmişti. Utbe'ye,

"Ey Velid'in babası, söyleyeceklerin bitti mi?" diye sordu.

Utbe'den, "Evet" cevabı gelince, Allah Rasulü,

"O halde, şimdi sen beni dinle." dedi ve besmele çekerek Fussilet Sûresinin 1-36 arasındaki âyetleri kemal-i vakar ve heybet içinde okumaya başladı:

"Hâ mim. Bu kitap, bilen bir topluluk için Allah'ın rahmetiyle müjdeleyici ve Onun azâbından sakındırıcı olmak üzere, âyetleri açıklanıp ayırd edilmiş Arapça bir Kur'ân olarak, Rahmân ve Rahîm Allah tarafından indirilmiştir. Fakat onların çoğu yüz çevirdiler; artık hakka kulak vermezler..." [4]

Şimdi de İsra Suresi’nin yukarıda arz etmiş olduğumuz 73 ila 77.ayetlerinin izahı noktasında sözü Seyyid Kutup (r.aleyh)’e bırakalım:

Yüce Allah'ın Peygamberini etkisinden kurtardığı bu girişimler, her zaman iktidar sahiplerinin dava adamlarını, yoldan çıkarmak için başvuracağı girişimlerdir. Az da olsa onları. davanın doğru yolundan ve sağlam metodundan saptırma girişimleri sürekli söz konusudur. Dava sahiplerini yoldan saptırma uğruna ufak bir taviz için büyük servetleri feda ederler. Bazı dava sahipleri bu tekliflere kanabilirler. Zira bunun çok basit bir ödün olduğunu görürler. Yani iktidar sahipleri dava adamlarının davalarını bütünü ile bırakmasını istemezler. Tüm istedikleri, ufak tefek birtakım değişikliklerdir. Böylece her iki tarafın da yolun ortasında buluşma imkânını bulurlar. Şeytan dava sahiplerine, bu kanaldan sokularak davanın istikbali için birtakım ödünler verme karşılığında da iktidar sahiplerine, kazanmaları gerektiğini düşündürebilir!

Halbuki, yolun başında ufak bir ödün, küçük bir sapma yolun sonuna varıncaya kadar köklü, büyük bir sapmaya yolaçar. Küçük de olsa davanın bir parçasından vazgeçmeyi, basit de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarmayı kabul edebilen bir dava adamı daha önce vermiş olduğu bu ödünü durdurma imkânını kaçırmış olur. Zira bir adım geri çekildikçe teslim olma eğilimi daha da artar. Burada sorun davaya bir bütün olarak inanma sorunudur. Ne kadar küçük de olsa, davanın bir parçasından vazgeçebilen, ne kadar önemsiz de olsa davanın bir tarafını gözden çıkarabilen bir kişinin davasına gerçek anlamda iman ettiği söylenemez. Davanın her tarafı, her yönü inanmış insanın gözünde aynıdır. Bu tarafı da diğer tarafı gibi gerçektir. Davanın içinde "olmasa da olur" diye bir şey yoktur. Dava her yönü ile birbirini tamamlayan bir bütündür. Bir parçasını yitirdiğinde tüm özelliklerini yitirmiş olur. Herhangi bir bölümünü yitiren dava, bir elementini yitiren bir bileşim gibi hiçbir özelliğini koruyamaz!

İktidar sahipleri, dava sahiplerine, dava erlerine yavaş yavaş sokulurlar. Dava erleri herhangi bir noktada ufak bir taviz verdiklerinde saygınlıklarını ve sağlamlıklarını yitirirler. Artık iktidar sahipleri pazarlığın sürmesi ve fiyatın arttırılmasıyla davanın tamamını teslim alabileceklerini öğrenmiş olurlar!

Basit ve değersiz de olsa davanın herhangi bir tarafını, iktidar sahiplerini kendi safına çekmek amacı ile gözden çıkarmak davanın zafere ulaşmasında iktidar sahiplerine dayanma ihtiyacı duymak ruhsal (psikolojik) bir bozgundur/yıkılıştır. Mü'minler ise davalarında yalnız Allah'a dayanmak durumundadırlar. Bir kere yıkılış/mağlûbiyet gönüllerin derinliklerine kadar indi mi, artık bu yıkılış asla zafere dönüştürülemez!

İşte bu nedenle yüce Allah, peygamberin kendisinin göndermiş olduğu vahiy üzerinde sağlamlaştırmak, onu müşriklerin tuzaklarından korumak, az da olsa, onlara dayanmaktan uzaklaştırmak ile çok büyük bir lutufta bulunmuştur. Onlara dayanmanın akıbetinden yani dünya ve ahiretin azabından, yardımcı ve destekçiden yoksun kalmaktan rahmetiyle onu korumuştur.

Müşrikler, Peygamberi -salât ve selâm üzerine olsun- bu oyuna getirmekten aciz kalınca, O'nu yurdu olan Mekke'den sürgün etmeye giriştiler. Fakat yüce Allah daha önce Kureyş'i yokederek cezalandırmayacağını bildiği için, peygamberine oradan göç etmesini vahiy ile bildirdi. Eğer onlar Peygamberimizi -salât ve selâm üzerine olsun- baskı ve zorla sürgün etselerdi dünyada cezalandırmayı haketmiş olurlardı:

"O taktirde senden sonra orada ancak kısa bir süre kalabilirlerdi."

İşte bu iki vakıada da görüldüğü üzere Müslümanlar davetlerinin topluma intikali ve devletleşmesinde aceleci ve tavizkar olmaktan şiddetle kaçınmalıdırlar çünkü aslolan tevhid inancı üzerinde sabit kalabilmektir.

Ne mutlu her türlü bedeli ödeme pahasına “izzeti” tercih edip “zilletten” uzak durabilenlere…

Dipnotlar:

1-) Enbiya Suresi 37.Ayet

2-) Kurtubi, 19/210; Muhammed Ali Es-Sabuni, Safvetü’t-Tefasir, Ensar Neşriyat: 7/216.

3-) Kurtubi, XIX/213; en-Nazzam, Garâibu'l-Kur'an, XXX/27

4-) İbni Hişâm, Sîre, 1/313-314; Taberî, Tarih: 2/225