Bünyamin ZERAN

24 Aralık 2010

ÖLÜM ÜZERİNE BİRKAÇ SÖZ

Cahil insan kendini ölümsüz olarak düşünür, alim insan ise öleceğini bilerek yaşar. Biri hayata sıkı sıkıya tutunmuştur, diğeri ise her an yolculuğa çıkacakmış gibi ölüme hazırlıklı bir şekilde yaşamaktadır.

 

Bu iki insan tipinin hayata dair yapacakları, ortaya koyacakları gerçeklikler de o oranda farklıdır. Yüce Allah insana hayatı ve ölümü anlatırken doğadan örnek verir. Baharda yeşeren, canlanan bitkiler yazın olgunlaşır, sonbaharda sararır ve kışın çerçöp olur der. Ama insan bunları okurken sanki ölüm çok uzağındaymış gibi yaşamaya devam eder. Allah ölümü de hayatı da insanlar için kılmıştır. Yaşarken kulluk bilinciyle yaşayanlar, ölürken yeni bir hayata hem de ebedi bir hayata yolculuk yaptıklarının farkında olarak vakarla giderler. Kulluğunu Allah’tan başkasına yapanlar ise yalnızca zamanın kendilerini helak ettiklerine inanıp, yaşadıkları dünyanın hazzına varmayı ilke edinirler.

 

Ölüm, tek başına düşünüldüğünde soğuk gelir insana. Oysa ölüm ne kadar büyük bir nimettir. Dünya giderek öylesine yozlaşmakta ve öylesine karanlığa gömülmekte ki insanlar kendi kıyametlerini hazırladıklarının farkında bile olmamaktadır. Çünkü modern hayat insana o kadar fazla uğraş ve rekabet alanı açmıştır ki insanlar koşturmacadan, yaşadıkları gerçekliği sorgulama hüviyetini kaybetmişlerdir. İnsan modern çağda giderek yalnızlaşmakta ve kendini tanınmaz hale sokmaya devam etmektedir. Modern insan, ta ki işe yaramaz atıl bir şekilde kaldığında yani yaşlandığında geçen günlerin ne kadar değerli fakat ne kadar da boşuna geçtiğini fark etmektedir.

 

Yalnızlık mı zordur, ölmek mi? Dünyada anlaşılmadığınızı düşünmek, derdinizi açacak hiç kimsenin olmaması; bırakın derdinizi açmayı sizi dinlemeye katlanacak birilerinin olmaması ne demektir acaba! Yüce Allah, kullarına sürekli kendisine yakarmayı ve her yakarana icabet edeceğini, onu duyduğunu söyler. Modern insan tanrıyı öldürdüğü için aklıyla yeryüzünde bir cennet meydana getirmenin peşinde koştuğu için yaratıcıyı hatırlamaz ve ona ihtiyaç hissetmez. Yalnızlık içinde acılar çekse de hayata dört elle sarılmıştır. Oysa meydana getirdiği dünya ne kendisine fayda sağlamıştır ne de bir başkasına. Kalabalıklaşan kentler, fabrika düdüğüne ayarlı hayatlar, ay sonu alacağı parayla iki yakasını bir araya getirme planları, okulların, caddelerin güvenlikten yoksunluğu, insanın kadın erkek fark etmeden çocuk olması, fark etmeden cinsel bir meta olarak algılanışı, evlerin cinnet mekanları haline gelişi, kadın erkek arasında rol çatışmaları, eşcinselliğin, fuhşun, eş aldatmalarının normal bir tuutm olarak algılandığı ve yaşayanların imaj için yaşadığı bir dünya kimseyi memnun etmemektedir.

 

Allah’a kul olanların dünyası, modern çağın ilahlarının vazettiği dünyadan oldukça farklıdır. İnsanların birbirine karşı nezaketli olduğu, birbirine rakip değil birbirini tamamlayan destekçiler olduğu, kadının ve erkeğin rol çatışması yaşamadığı, cinsel sömürünün olmadığı, caddelerin, okulların, ticaretin büyük bir güvenle inşa edildiği, insanların birbirlerine karşı merhametli ve birbirlerinin açlığıyla, tokluğuyla hemhal oldukları ve her şeyin olması gereken yerde ve olması gerektiği kadar olduğu bir dünyadır. Böyle bir dünyanın inşasına katkıda bulunmak Allah’a olan kulluğun bir gereği olduğundan, bu dünyada güzel bir kulluk ortaya koyanlar bu dünyayı bırakıp gittiklerinde ahirette de güzel bir şekilde karşılanacaklarına iman ettikleri için ölmeyi yaşamaktan daha anlamlı bulurlar. Onun için modern çağın insanının hayata düşkünlüğü kadar, Müslümanların Allah yolunda yaşarken ölmeye düşkünlüğü vardır. Ölüm ondandır ki Müslümana güzeldir ve kaçılmayan bir şeydir.

 

Modern çağ, hayatı uzatmanın derdine düşer. Aslında yapmaya çalıştığı şey, bir tür tanrıcılık oyunudur. Çünkü aklın egemen olduğu, sözde dogmaların olmadığı, insanın merkezde olduğu hümaniter bir yapıyı geliştirir. Kendini yeterli görmesiyle azgınlaşır ve atılmış bir nutfeden yaratıldığını unutuverir. Onların inandığı mitolojilerde tanrılar ölümsüzdür. Öyleyse insan da bir tanrıdır ve ölümsüz olmalıdır. Ölüm ne korkunçtur; bedeninin böceklerce yenmesi, çürümesi, toprak olması! İnsan hep genç kalmalıdır ve onu daima genç gösterecek ilaçlar icat edilmelidir.

 

Modern çağ böylelikle insanı hep kendi ile, kendi bencillikleri ile baş başa bırakmaktadır. Kendisi dışında kimse yoktur. Öyle yaşadığı için de yalnızlığa mahkum bir hayat sürmektedir. Bebekliğini kreşlerde, bakım evlerinde geçirenler, yaşlılığını huzur evlerinde tek başlarına tamamlamaktadırlar. Bu yalnızlaşmaya rağmen modern çağ kendi düzleminde akmaya ve insancıkları bu akıntının içinde sürüklemeye devam etmektedir.

 

Oysa Müslüman için ölüm, korkunç bir son olmaktan ziyade ebedi saadetin var olduğu bir dünyaya yolculuktur. Ölüm, her şeyin bırakıp gidileceğine inanılarak sahip olma mantığından çok, emanet etme mantığının hakim olduğu bir duyguyu katar insana. Hırsla biriktirmeyi değil paylaşmayı, incitmeyi değil gönül almayı, yıkmayı değil onarmayı, kullara kulluğu değil yalnızca Allah’a kul olmayı, emanete ihanet etmeyi değil emaneti olması gerektiği şekliyle kendisinden sonraki nesillere teslim etmeyi, insana değer katan, onu ölümsüz kılacak şeyin yalnızca Allah’a gereği gibi kulluk olduğu gerçeğini katar. Ölmek bir mü’min için en büyük dosta kavuşmaktır. Kim dostuna kavuşmak için can atmaz ki! Dosta, onun da insanı dost olarak kabul ettiği bir şekilde kavuşmak ancak onun dostluğunu gereği gibi yaşayarak giden bir süreçle mümkündür. Canını ve malını cennet karşılığında Allah’a satanlar, işte bu sürece talip olanlardır ki ne mutlu tercihini bu yönde yapanlara.