Bünyamin ZERAN
ÖZELEŞTİRİYE İHTİYACIMIZ VAR
İslam toplumu azıcık sert esen her rüzgarla heryere savrulmaya müsait bir şekilde yaşamaya devam etmektedir. Bu durum elbette çok kabul edilebilir bir durum değildir. Kendi siyasetini, kendi düşünce sistematiğini kuramamış olması onu heran savrulmaya hazır halde bekletmektedir. Müslümanlar 1979 İran devrimiyle birlikte devriminde vermiş olduğu rüzgarla hızlı bir okuma trendi yakaladı. Bu okumalar belli bir sistematik düzen içinde okumaktan ziyade samimi niyetle islam adına ne varsa okuma şeklinde oldu. Mısır’dan, İran’dan, Pakistan’dan, Sudan’dan çeşitli müslüman alim ve entellektüellerin tercümeleri büyük bir talep gördü. Ve bu kitaplarda anlatılan konular coğrafi farklılıklar ve toplumsal farklılıklar gözardı edilerek bu ülkedeki islami harekete eklemlenmeye çalışıldı. Bunu ne kadar iyi niyetle yapıyor olsanızda elbette sağlıklı bir eylem olarak tarihte yerini almıyor bu durum.
Cumhuriyetin kurulmasından 1950’lere kadar gelinen süreçte tek parti diktatörlüğü ülkeye hakim olduğundan ve hızlı bir modernleşme çalışmaları yapıldığından dini olan her düşünce ve eyleme umacı gözüyle bakılmış ve en ufak dini düşünce ve eylemlere tahammülsüzlük gösterilerek şiddetle bastırılmıştır. 1950’lerden sonra ise liberalizm yavaş yavaş ülkeye yerleşmeye başlamış toplum geleneksel olan islamı sahiplenmeye başlamış ve zamanla geleneksel olandan tevhidi olan islama doğru ufak tefek kaymalar dışında ciddi bir hareketlilik göze batmamış. Özellikle Mısır’da Hasan El Benna ve Seyyid Kutup’un eylemleri yazdıkları kitaplar ülkemizde heyecanla karşılanırken tevhidi islamda yavaş yavaş ivme kazanmaya başlamış. İran devrimi ile birlikte de okumalar ve tevhidi birliktelikler daha da çoğalmaya başlamış. Ne var ki ülkemizde müslüman toplumun yıllar süren sindirilmişliği neticesinde tevhidi mücadelede bir gelenek oluşmamıştır. 1980 ve sonrasındaki tüm hareketler el yordamıyla oluşturulmuş hareketlerdir. Yanlış yaparak doğruyu bulma yolu kullanılmıştır. Bunu elbette doğru ve haklı bir yol olarak görmek zorundayız. Çünkü kurulu bir gelenek yoktur. Yeni bir gelenek oluşturulmak zorunda olunduğu için bir yerden başlamak gerekiyordu ve elbette yanlışları ayıklaya ayıklaya gidilecekti ki öyle oldu. Tabii bunun neticesinde bir çok müslüman ağır bedeller ödediler. Kimisi şehadetle buluştu, kimileri müebbet hapis yedi kimileri ise yurt dışına hicret ederek yaşamak zorunda kaldı. Buraya kadar süreç eksiğiyle fazlasıyla normal, izlemesi gereken seyirde geçti.
Tam bir gelenek oluşuyor derken 28 şubat darbesiyle birlikte bir anda her şey toz duman oldu. Tevhide bağlı dediğimiz bir çok entelektüel safını değiştirdi. Kimisi bazı cemaatlerin adamı oldu kimisi partilere angaje oldu kimileride sessiz ve sedasız köşesine çekildi. Ortada bir avuç müslüman düşünceyi ayakta tutabilmek için elinden geleni yapmaya çalıştı. 1980’lerden bu yana devam eden hareketlilik ve o samimi ruh bir anda dağıldı. Post modern darbenin müslümanlara öğretmesi gereken elbette çok fazla dersi olmalıydı. Ama referandum sürecine baktığımızda müslümanlar bu dersi yeterince almamışa benziyor. Bir davayı üstlenmekte herşeyden önce imana ihtiyaç vardır ve imandan sonra onu besleyecek olan bir okumaya ve ardından siyasi bir bilinceihtiyaç vardır. Eğer iman ediyorda bunu vahiyden sürekli beslenmeden belli bir siyasi bilince dönüştürmeden yaşıyorsak yıllar süren bir mücadelede olmamız gereken yerde olamayacağımız açıktır. Bunun içindir ki müslümanların yaşadığı konjoktürü dikkate alarak ve de ciddiye alarak hareket etmeleri gerekmektedir. Uzun vadeli yolculuklara kendi hazırlayan bir ruh haline bürünmeleri kendilerinden sonra gelecek olan nesle de bir gelenek bırakmak zorunda hissetmeleri gerekmektedir. Maalesef bugün tevhit, şirk, adalet, mümin vs. kavramları kullanırken bu kavramların içeriğini doldurmaktan bunu karşımızdakilere net olarak anlatmaktan aciziz. Tevhit nedir? Adaletle anlatılmak istenen nedir, şirk koşmak nasıl olur ve zulüm zalim nedir kimdir? Küresel sermaye, faiz, kapitalizm, modernleşme, liberalizm ve hedonizm nedir? Yaşadığımız çağda bu kavramlar karşılığını neyde bulur ve bunlara karşı nasıl bir tavır takınılabilir? Bunlardan kaçarak mı yaşamalıyız? Yoksa bunları yeniden mi tanımlamalıyız? Kuvvetli bir eleştiriden maalesef mahrumuz. Eğer eleştiri geleneğini canlı tutmazsak (ki bunun içinde derinliğine okumak ve zanlardan uzak durmak gerek) sağlam bir gelenek oluşturmaktan ne yazık ki nasibimizi alamayız. Bugün sistemin attığı bir oltaya düşecek kadar yerimizi tespit edebilmiş değiliz. Referandum sürecinde oy kullanmayı veya kullanmamayı tevhit ve şirk olarak görmek bizim tefekkürden yoksun düşünme biçimimizdir diye düşünüyorum. Oy kullanmayan müslümanların oy kullanmama sebeplerini dile getiren gerekçeleri oldukça kayda değer ve mantıklı iken oy kullanan kardeşlerimizin oy kullanma gerekçelerinin kayda değer yanları olmamasına rağmen(ki bir çoğu iyi temenni olmaktan öte şeyler değildi) kimi kardeşlerimizin oy kullanmayanlara karşı kullandığı uslup tasvip edilemez bir düzeyde olmuştur. Böylesi bir olayda bile müslümanlar birbirlerine daha fazla sahip çıkması gerekirken bir birlerine kılıçlarını çekmiş vaziyette incitici davranmışlardır.
Öyleyse daha öğrenmemiz gereken çok dersimiz vardır. Öncelikle kabul edelim ki müslüman ahlaklı olan kimsedir. Muhammed (as)’ın buyurduğu gibi “Mümin; elinden, belinden, dilinden güvenilir olan kimsedir” yani ahlaki seviyesi en üst düzeyde olan kimsedir. Tevhidi düşünce bizi ahlaklı kılmıyorsa okuma şeklimizde problem vardır. Öyleyse en önemli sorunumuz Kur’anı nasıl okuyacağımız sorunudur. Oturup bunu tartışmamız gerekmektedir. Nasıl bir okuma yapmalıyız ki Kur’an bize hem ahlak kazandırsın hem de vahyin mesajını kalbimize nakşetsin. İslami mücadelede izlenmesi gereken yolu belirlememiz de gerekmektedir. “Her nerede olursanız olun yönünüzü kabeye çevirin” ayetini nasıl anlamamız gerekmektedir? Partisel bir mücadele mi devrimci bir mücadele mi? Nasıl bir mücadeleyle yola devam edilmesi gerekmektedir? Kısacası, güçlü bir söylev ve güçlü bir gelenek oluşturmak için kolları sıvamak gereklidir. Bunun için sistemli, derinlemesine bir okuma yani bir şeyleri kabul veya ret noktasında, bir olaya karşı alınacak evet/hayır/boykot tavrı noktasında gerekçeli, ne söylediğinden emin ne yaptığının farkında bir söylev oluşturmak zorundayız. Farklı düşünebilme zenginliğini muhafaza edebilmek ama bu düşünce zenginliğini harikulade bir ahlakla taçlandırmak zorundayız. Eğer farklı düşünme zenginliğini harikulade bir ahlakla taçlandırmadan uzak kalırsak müstağnileşme ve zalimleşme yolunuda kendimize açmış oluruz. Bu durum mü'minler arasında ayrılık ve fitne tohumları saçmaktan başkaca bir işe yaramaz.
Bir şeyi yanlış da yapıyor, eksik de yapıyor olsak bizi tamamlayacak olan şey iman ve onun bize kattığı ahlaktır. Dünyadaki tüm fikirsel ayrılıkların temeli ahlakidir. Tevhidi müminlerin ayrılıkları da ahlakidir. Bu zamanla düşünceye de sirayet etmektedir. Ahlaki açıdan yozlaşmış bir mü'minin sınırları da giderek kaybolur. Risksiz bir iman ve dünyevi anlamda rahat bir hayat dilemekten başkaca bir isteği olmaz. Ama ahlaklı mü'minin kendisi için ve kendisinden sonrakiler için yapacağı güzel şeyler ve hissettiği kaygıları vardır. Bu kaygılar onu sürekli bir şeyler yapmaya gerektiğinde riskleri omuzlamaya sevkeder. Ondan ötürü mü'minler yeni bir gelenek oluşturmak ve bunu en ahlaklı şekilde yapmak zorundadırlar. Bu kendini müslüman hisseden herkes için bir yükümlülüktür diye düşünüyorum.