Bünyamin ZERAN

08 Eylül 2013

SAFLARI KARIŞTIRMADAN NEREDE DURDUĞUNU BİLMEK GEREK

Hayatın içerisinde nerede durduğunu bilmek, safını belirlemek kendini ne olarak tanımladığını bilmekle ilintilidir. Mevcut sistemler insanları bir avuç elit azınlığın keyfi için köleleştirme arzusunu taşırlar. Düşünmeyen, sorgulamayan her şeyi günü birlik yaşayan bir kitle oluşturma arzusundadır. Böylesi bir dünyanın içinden insanın kendini dışarıya atabilmesi kuşkusuz onun çok ciddi bir inanca, düşünceye, ideolojiye sahip olmasını gerektirir. Her yanı ilmek ilmek zulümle örülmüş dünyada zulmün karşısında bir nefes olmak hem ciddi bir riski hem de alt yapısı dolu bir imanı gerektirir. İnsan imanı taşımadan riski taşıyamaz. Çünkü iman, insanın aşkın olanı arzulamasını salık verir.

Hayatı kimin adıyla okuduğumuzu yolun en başında belirlememiz gerekir. Sezar’ın hakkını Sezar’a Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya vereceksek eğer bu şarttır. Aksi takdirde iki arada bir derede kalmış adam misali ne Sezar’a yaranabiliriz ne de Tanrı’ya. Çok kimlikli, çok kişilikli ve asla kendisi olmayan insan haline geliriz. Tıpkı çağın efendilerinin arzu ettiği bir model oluruz. Bizim hayatı kimin adına okuduğumuzun önemli olduğu kadar bize hayatı kimin adına okumamız gerektiğini dikte edenlerin pozisyonunu da görmemiz gerekmektedir. Çünkü hayat tek kale maçtan ibaret değil bize karşı oynayanlarda var. Üstelik bize karşı oynayanlar çok sistemli ve direk sonuca gitmek üzere bir oyun felsefesiyle üzerimize geliyorlar. Bize iki resim gösteriyorlar ve gösterdikleri iki resim karesinden birine razı olmamızı ve ona göre yaşamamızı istiyorlar. Biz onların bizi manipüle etmelerine razı bir şekilde onların bize sunduğu hayatı kabullenmek zorunda bırakılıyoruz. Resim karelerinden birinde onların büyülü dünyasını görüyoruz. Onlara inanır onların bizi yönlendirdiği şekilde bir hayat kurarsak yani hayatı onların kavramları, ideolojileri ile okur isek bize dünyanın cennet kapıları açılmakta olduğunu görüyor ve dünyanın en gelişmiş medeniyetine sahip insanlar olduğumuzun vehmine kapılıyoruz. Resmin diğeri ise tutucu, bağnaz, dünyayı okumaktan uzak, hayatı yalnızca vahşet üzerine kuran bir yaşamın karelerinden oluşmaktadır. Bu kareler bize ait değildir lakin bize ait olarak lanse edilmekte ve bizde bu karelerin bize ait olduğuna inanmaya başlamışızdır artık. Yani burada iki seçenek vardır; ya medeni bir dünyanın kapısından gireceğiz, Batılılaşacağız ya da terörist olarak, barbar olarak anılacağız ve yok edilmeyi dünya gözünde hakedeceğiz.

Batı kendi vahşetini hiçbir zaman medya yoluyla dünyaya açmamaktadır. Ne Nijerya’da işlediği cinayetleri, ne Hindistan’da yaptığı zulümleri, ne Bosna’da ne Irak’ta ne Libya’da ne de başka bir yerde yaptığı zulüm, işkence ve tecavüzleri gözler önüne sermeyecektir. Aksine orada yapılan her şey demokrasi adına, insanlık adına ve özgürlük adınadır. Batı, kendi zulümlerini, işgallerini meşru gösterebilmek için hayatı demokrasi, laiklik, hümanizm ve özgürlük adına okumaktadır. Bu değerler uğruna ya da değer olarak öne sürdüğü bu ne idüğü belirsiz ideolojiler uğruna herkesi öldürebilir, herkese tecavüz edebilir ve herkesin toprağını gasp edebilir. Müslümanlar olarak bizlerin bu resmi hala görmüyor oluşumuz ve demokrasiyi, özgürlüğü, hümanizmi bir yol olarak kendimize seçişimiz manidardır. Bize gösterilen iki tercihten birine razı oluşumuz bizim kendi tarif dilimizi kaybettiğimizin işaretidir. Kendimizi hala modern dünyanın kıskacında tutarak kısıtlanmış bir zihinle düşünmeye zorluyoruz. Hayatın içerisinde nerde durduğumuzu bilmek, safımızı belirlemek bu kısıtlanmış zihin dünyasından ayrılmayı gerektirir. Elbette ki bu ayrılma dünyayı karşımıza almayı, gelecek belaları göğüslemeyi ve gelebilecek her türlü zulme karşı da sabırla direnebilmeyi gerektirmektedir. Çünkü biz geçici olan dünyanın nimetlerini değil ebedi olan nimetleri arzu etmekteyiz. Ebedi olan nimete kavuşabilmenin yolu zihnimizi kuşatan her türlü batıldan arınarak yeryüzünü zalimlerin ellerine teslim etmemek için mücadele etmeyi gerekli kılmaktadır.

İslam inancı içerisinde tevhid her ne kadar “LA” ile başlasa da iman edeceğiniz bir İlah’ı bulmadan “LA” demenizin de bir anlamı olmayacaktır. Bugün Müslümanların durumu biraz bunu çağrıştırmaktadır. “LA” diye haykırmaktalar ama neye, ne için “LA” dediklerinin farkında değiller. Sanki dillere jargon olarak yapışmış içi boşaltılmış ve ne söylendiğinin farkına varılmayan kitleleri coşturan basit bir slogan gibi durmaktadır. Ne var ki bu tevhid sözü putlarla dolu olan bir dünyaya artık bundan sonra tüm hakimiyetin tek olan Allah’a iadesi için çalışacağız mesajının iletilmesi anlamını taşımaktadır. Tağuti rejimlerin hepsine içinde Allah’ın bulunmadığı siyasetinizi, ekonominizi, askeriyenizi, toplumsal düzeninizi terk edeceğiz ve bu konu da yalnızca Rabbin sözüne kulak vereceğiz demektir. Bize dayattığınız ve bizi zorla sürüklemeye çalıştığınız barbar ve medeni olmak arasındaki tercihleri sizin arzularınıza göre belirlemeyeceğiz demektir. Sizin bize sunduğunuz dünyanın barbarlığın en ileri boyutları olduğuna; demokrasi, laiklik, hümanizm, liberalizm gibi birçok düşünce kalıplarınızın dünyayı daha çok sömürmek ve insanlığı kendi köleleriniz haline getirmek için uydurduğunuz saçma sapan düşünceler olduğunu size bildiriyoruz demektir.Tek tip üniform kalıplar içinde bir kitle varetmeye çalıştığınızı ve bu kitlenin ancak sizin şirketlerinizin müşterisi ya da çalışanı olduğu sürece kıymetli olacağını biliyoruz demektir.Aksi takdirde sizinle rekabete girecek ya da sizin haksız kazançlarınızı deşifre edecek bir hareketlenme durumunda, tüm kutsallarınızı ayaklar altına alarak vahşi bir hayvana dönüşerek saldıracağınızdan haberdar olduğumuzu ilan etmek demektir.

İman edenler safında olmak dünyayı vahyin penceresinden seyrediyor olmayı gerekli kılar. Bu öylesine zarif bir duruştur ki zulme tepkisini gösterirken aynı zulme çıkar gereği sesini yükselten zalimlerle aynı safta bulunmadığını da duruşuyla deklare eder. Kendi tarif dilini geliştirir. Kendi yaşam formunu oluşturur. Onun meseleyi kavradığı yerden zalimler kavrayamaz dahası kavramaya cesaret edemez. Çünkü onun baktığı yer, durduğu zemin öylesine güçlüdür ki mazlumları yanına çeker zalimleri ise karşısına alır. Zulmü temsil edenlerle aynı dili kullanmaz, onların destekçiliğinden Allah’a sığınır, onlara en ufak bir sempati beslemez ve yalnızca Rabbin yüzünü dileyerek onun adına hareket eder. Kendi çaresizliğini, zayıflığını düşünerek onların fiziksel üstünlüğü karşısında acziyete kapılmaz, sayısal üstünlük takıntısı taşımaz. Arzu ettiği tek şey tek kişi dahi kalsa Hak olanın ortaya konulması ve onun şahitliğinin yapılmasıdır. İman edenlerin safında olmak demek tüm azametine rağmen, ekonomik ve teknik gücüne rağmen Allah’ın zalimleri kendisine iman etmiş az bir toplulukla helak edeceğine yürekten inanmış olmak demektir. 

Müslümanların durumunu güçlendirmesi, bakışını netleştirmesi tek başına bilgiyle halledilebilecek bir mesele değildir. Vahyi bilgiyle birlikte onu hayata taşımaya and içmiş salih kulların varlığıyla halledilebilecek bir durumdur. Başkasının ne yaptığıyla ilgilenmek ve onun dedikodusunu yapmak yerine kendi şahitliğini mümine yaraşır bir şekilde ortaya koyması gerekmektedir. Olabildiğince mümin olmanın özelliklerini üzerinde barındırarak hikmet ve ferasetle yol açmalı ve etrafına ışık saçmalıdır. Mümin olmak zalimlerin dayattığı iki seçeneğin ötesinde vahyin ışığıyla üçüncü bir yolun her zaman mümkün olduğuna inanmak demektir. Mümin olmak; Bir Avrupalının “Müslümanların bizi geçmesi için günde 25 saat çalışmaları gerekir” diyerek müminleri kendince alaya aldığında başka bir müminin “eğer Müslümanlar imanla buna gayret ederlerse Allah onlar için 25. saati yaratacaktır” diye karşılık vermesi demektir. Çünkü müminler hayatı yalnızca yaratan Rab adına okurlar. İman etmek demek nasıl bir ilah için “LA” dediğinin farkında olmak demektir.