Şapkayı Halka Nasıl Giydirdiler?
1923’ten itibaren yürürlüğe konan siyasi-kültürel işgalin bir ayağı da batının şapkasının Anadolu insanına dayatılması olmuştur. 25 Kasım 1925’te kabul edilen “Şapka Kanunu” ciddi toplumsal tepkilere yol açmış, bu tepkilere karşı da batıcı kemalist kadrolar iki yönlü bir strateji izlenmiştir.
Ülkeler sadece askeri/fiili olarak işgal edilmezler. Bundan daha kötüsü ve yıkıcısı siyasi-kültürel işgallerdir. Zira askeri/fiili işgaller kalıcı olamaz. Eninde sonunda halk işgale karşı örgütlenir, ayağa kalkar ve işgalcileri yurtlarından kovar.
Ancak siyasi-kültürel işgaller, bizatihi o halkın içinden çıkan ve özellikle de eğitim süreçlerinde işgalcilerin dünya görüşleri ve ideolojileri açısından zihnen teslim alınmış olan işbirlikçiler eliyle yaşandığından daha kalıcı olurlar.
İşte 1920’lerde Türkiye’de tam da bu yaşanmıştır. Anadolu halkının direnişi karşısında tutunamayacağını anlayan emperyalist güçler, zihnen kendi bâtıl dünya görüşlerine teslim olmuş durumdaki batıcı kemalist kadrolarla anlaşarak bir çatışma olmadan Anadolu’yu terk etmiş, öne sürdükleri Yunan işgalcilerini de, bugün ABD Barzani’yi nasıl ortada bırakmışsa aynı şekilde yapayalnız bırakarak askeri/fiili işgal yerine siyasi-kültürel işgal seçeneğini yürürlüğe koymuşlardır.
İşte 1923 yılı itibariyle bu siyasi-kültürel işgalin adım adım yerleştirildiğini görmekteyiz. Öyle ki bu işgal 1932 yılında Türk sanat ve halk müziğinin radyoda tamamen yasaklanması ve sadece batı müziğine izin verilmesi noktasına kadar ulaşmıştır. Hatta Türkiye’de şu anda arabesk müziğin yaygınlığının temelinde, bu kemalist dayatma karşısında insanların Arap ülkelerinin radyolarını dinlemeye başlamasının yattığı ifade edilmektedir.
1923’ten itibaren yürürlüğe konan siyasi-kültürel işgalin bir ayağı da batının şapkasının Anadolu insanına dayatılması olmuştur. 25 Kasım 1925’te kabul edilen “Şapka Kanunu” ciddi toplumsal tepkilere yol açmış, bu tepkilere karşı da batıcı kemalist kadrolar iki yönlü bir strateji izlenmiştir.
Bir yandan bu dayatmaya direnen kanaat önderleri için İstiklal Mahkemeleri devreye konulup darağaçları kurulurken, diğer yandan 1924 yılında, Kemalist Bülent Tanör'ün ifadesiyle “laikleştirme politikasına dinsel meşruluk kazandırma ve dinin siyasal ve toplumsal alana karışması olasılığına karşı kullanılmak üzere kurulmuş olan" Diyanet İşleri Reisliği’nin kadroları, şapkanın yaygınlaştırılması sürecinde toplumsal direnci kıran modeller olarak kullanılmıştır.
İlk Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, henüz kanun çıkmadan 2 Kasım 1925’te, şapka giymenin İslami açıdan sakıncalı olmadığına dair bir fetva vermiş, kanun çıktıktan sonra da teşkilatlara telgraf çekerek tüm “din görevlileri”nin şapka giymesi gerektiğini bildirmişti. Börekçi, şapka fiyatlarının memur maaşlarına göre yüksek olması sebebiyle de bunun için kendilerine avans verileceğini belirtme ihtiyacı da duymuştu.
Şapka Kanunu’nun kabulünden bir buçuk yıl önce yayınlanan “Frenk Mukallidliği ve Şapka” adlı risalesinden dolayı İskilipli Âtıf Hoca’yı ve şapka dayatmasına karşı çıkan yüzlerce Müslümanı İstiklal Mahkemeleri’nde yargılayıp darağacına gönderen rejim, “laikleştirme politikasına dinsel meşruiyet kazandırmak” gayesiyle vücuda getirdiği Diyanet teşkilatı ve bu teşkilatın “din görevlileri” aracılığıyla da halkın muhayyilesinde şapkayı meşrulaştırmaya çalışmıştı.
Yaklaşık 20 yıl öncesinde annemin amcasından dinlediğim bir anı, sistemin bu politikasında başarılı da olduğunu gösteriyordu. Köyde bir dönem muhtarlık da yapmış olan Hasan amca (Şimdi aramızda bulunmayan Hasan amcaya Rabbimden rahmet diliyorum), İstanbul’daki köy gençleri olarak o dönem çıkardığımız bir dergi adına kendisiyle yaptığımız söyleşide yönelttiğimiz “Çocukluğunuzda köyde okul var mıydı?” sorusuna cevap verirken sözü şapka dayatmasına getirmiş ve şu bilgileri vermişti:
“…Bu sefer şapka devri gelmiş, bize şapka getirdiler. Şapkayı bize örtmek istiyorlar, biz de atıyoruz. Olmadı şapkayı başımıza örtemediler. Ne oluyor bunu örten: Gâvur oluyor. Gâvur çocuklarında var ya, millet gâvur çocuğu der, ama öğretmen kendi başına örttü, biz de çıktık dışarıya, bu sefer köylüden kurtaramıyoruz. Gelen tepki gösteriyor, gâvur çocukları diye. O zaman da muhtar rahmetli Molla Mecit’ti, hem imam idi, hem de muhtar. Bu sefer onlara emir geldi, fötr şapka giyeceksiniz. Bu emir gelince biz gâvur çocukluğundan biraz kurtardık.”
İşte böyle… Bir taraftan şapka dayatmasına karşı direnenleri darağaçlarında sallandıran sistem, diğer taraftan şehirlerde, kasabalarda, köylerde “din görevlisi” olarak maaşa bağladıklarını, bu batılılaşma/bâtıllaşma projesinde toplumun direncini kırmakta ustaca kullanarak sonuç almayı bilmişti.
(Şükrü Hüseyinoğlu / İslam ve Hayat)