Mustafa BOZACIOĞLU
SEYAHAT NOTLARI
Seyahat notlarına epeydir ara vermiştik, ama çok şükür ki seyahatlerimiz devam ediyor. Rabbimize ne kadar hamd etsek azdır. Uzun yıllardır aralıksız sürdürdüğümüz yurt içi seyahatlerimizle ilgili duygu ve düşüncülerimizi tefrika etmeye kaldığımız yerden devam edelim.
Tarihe bir şerh düşmek, yediğimiz içtiğimiz bize kalmakla beraber gördüklerimizi, yaşadıklarımızı anlatarak bir tefekkür ortamı oluşmasına vesile olmak, bir kapı aralamak için kaldığımız yerden yeniden bir besmele çektik.
Nimetleri ve bizleri yaratan bizlere sayısız nimetler bahşeden ve bu yılki gezimizi de nasip edip tamamlamamıza fırsat veren Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Sözün hasılası ‘Bazı şeyler anlatılmaz yaşanır.’ denir ya o meyanda anlatacaklarımız hep eksik kalacak ve biraz da ‘öznel’ olabilecektir bu biline…
İnanın gerçekleşmesi için çoğu kez ilk adımı atmak yeterli. Yol, sadece yola çıkmadan evvel ve yola çıkmayanlar için uzundur. Günler gelip geçiyor. Zaman hızla akıyor ve bizler, çoğunlukla bu akışın ve hızın farkına dahi varamıyoruz. Küçük dünyalarımızda dünyayı ondan ibaret sanıyoruz. İnanın dışa açıldıkça dünyanın sanıldığı kadar küçük olduğunu görüyor, hissediyorsunuz. Daha dün veya herhangi bir gün semaya baktığınızda yıldızları ve ayı gördüğünüz konum ve mesafeyi binlerce kilometre yer değiştirdiğinizde aynı yer ve konumdan aynıyla gördüğünüzde şaşırıyorsunuz ilk anda. Sonra güneşi batar gördüğünüz bir noktayı veya doğuş noktasını farklı mekanlarda tekraren yaşayıp aynı açıyı yakaladığınızda irkiliyorsunuz.
Bir bakıyorsunuz bir oluş ve akış başka bir yerde başka roller, kisveler, araç gereçlerle tekrarlanıyor. ‘Demek ki’ diyorsunuz, ‘Ben buraya gelmesem burada böyle böyle birileri, şöyle şöyle işler, hareketler yapıyor olacaklar ve ben bunun farkında bile olamayacaktım. Hayat buradan farklı renklerde kişiler ve araçlarla üç aşağı beş yukarı benzer akıp gidiyormuş!’.
Farklı dünyalar… Farklı ilgi ve meşguliyetler… Farklı beklentiler… Farklı algılar… Herkesin dünyası kendince ve kendi etrafında dönüp duruyor. Her insan farklı bir dünya… Bunu tanıdıkça fark ediyorsunuz. Okuyacağınız âfâki ayet de gezdiğiniz kadar, gördüğünüz kadar oluyor. ‘Tanışasınız’ diye kavim kavim, renk renk yaratıldığımızı söyleyen Rabbimiz bu vesileyle birçok ayetle bizi karşı karşıya yüz yüze getiriyor. Okuyor, okunuyor, okutuyor, okuşuyoruz… ‘Müslümanlar kardeştir’ derken yine Rabbimiz, bize gönlünü ve kapısını açan kardeşlerimizle hemhal olmayı, paylaşmayı, tanışık olmayı, barışık olmayı, köprüler kurmayı, benzer duygu ve düşünceler vesilesiyle donanmayı, gönenmeyi, ümitvar olmayı öğretiyor, buna imkan tanıyor. Bundan büyük nimet mi olur.
İnanın bu seyahat işleri öyle atla deve denecek boyutta, gerçekleştirilemeyecek zorlukta işlerden değil. Ufak fedakarlıklarla, dahası küçük adımlarla gerçekleştirilebilecek, fayda ve sonuçları bir o kadar büyük işlerden sayılır. Bu trafiği olabildiğince hızlandırmalı, karşılıklı ve sürekli hale getirmeli. Küçümsemeden, yüksünmeden bu yolu ve yolculukları iş edinmeliyiz.
Bu çok boyutlu birçok açıdan faydalı bir iştir. İnanın salih amel desek abartmış olmayız. Bir ‘biz’ gezen boyutu olduğu kadar ve daha çok ‘biz’ ağırlayan karşılayan boyutu var. Bu ikinci boyut çok bileşenli ve çok yönlü tahlili de gerektirmektedir.
Biz farklı ve bizce makul sebeplerle bu yolculukları genelde ‘bozacı ve şıracı’ sabit ikilisine değişen sayı, cisim ve esamede eklenen yarenlerle yapıyoruz. Gönül isterdi ki daha geniş katılımlı ve/veya ailecek bu organizasyonları yapabilsek. Sıkıntı, darlık vermek zannını bir tarafa atalım. Bir kardeşimizin çok doğru olarak ve isabetle dediği gibi ‘Müslüman müslümana darlık vermez, bolluk verir.’.
‘Haremlik selamlık’ olgusunu dahi bir usule ve sistematiğe oturtabilmiş değiliz. Artık bazı şeyleri aşmalıyız; bireyselliğe doğru hızla akışın olduğu zaman ve zeminlerde biz buna inat farklı bir duruş sergileyebilmeliyiz. Buna farklı çözümler üretebilmeliyiz. Bir usûl dairesinde ‘bizce’ makul ve mantıklı olarak…
Mesela gezilerimizin birinin akabinde oralarda gördüğümüz ‘konuk evi’, eski köy odaları gibi alternatifleri dillendirdiğimizde o gezide konuk olduğumuz bir kardeşimiz ‘Ne yani, biz sizi iyi ağırlayamadık mı?’ diye sitem etmişti. Hani haksız da (Biz pekala iyi konuklanmıştık; zira aradıklarımız kahve değil, hatır ve hatıralara kazınacak dostluklardı…) sayılmazdı şikayetinde ama bir açılım, bir öneriydi bizimkisi. Zira benzer tepkiyi yıllar sonra bizi ziyarete gelen bir tanıdığımızın öğretmen evine gidip ‘burada görüşebiliriz yer ayırttım.’ diyerek bizi aramasından sonra daha şiddetli bir tepki vererek evimizin adresini vermiştik.Biliyorum şu kent yaşamında bu trafiği özellikle de kalabalık gruplar için hele 2+1, 1+1 projeli dayatma ve mecburi istikamet gösteren algı operasyonları altında çözüm üretmek çok kolay gibi de görünmüyor. Lakin ‘gönül kapılarımız’ açık oldukça çözüm çok uzakta ve imkansız olmasa gerek.
Şurası yadsınamaz bir gerçek ki ev halkı bir fedakarlık ve paylaşım ile belki o an bazı zorluklar da yaşayarak bir görgü görenek aktarımının vesilesi olmuş olmaktadırlar. Canlı, yaşanmış örneklik çoluk çocuğa öğretilmiş olacaktır. Bu az bir fayda mıdır? Kurban olgusunda olduğu gibi… Şimdilerde genellikle farklı kurumlar aracılığıyla yaşanılan yerlerden uzakta gerçekleştirilen bu ibadet –ki aynı şehirde farklı mezbahanelerde yine çoluk çocuktan uzak olarak gerçekleştirilse de sonuç değişmiyor- o sosyal faydadan, bütüncül bakıştan yalıtılmış, etkisizleştirilmiş gibi duruyor, üstelik kendi ellerimizle… Bu bir medeniyet hareketinin ufak bir parçası kılınabilir. Buradan bir yol ve yöntem okuması yapılabilir. Biz yıllardır dostlarımızda bir yüksünme görmedik çok şükür. Bir yük olduğumuz hissi de yaşamadık, yaşatmadılar yine çok şükür. Bu İslam’ın güzelliği… Yapmacıklığı, isteksizliği hissetseniz bu yük olur, o gidişin tekrarı, anısı ve anması da olmaz.
Gece gündüz, zorunlu ve/veya sebepli sebepsiz kapınızı açacak, kapısını açacağınız kaç dost, kardeşiniz var. İnsanın bu kapıların çokluğu ne büyük bir zenginlik ve ne önemli bir ayrıcalıktır. Bizleri kardeşler kılan Rabbimize tekraren hamdolsun. Para versek temin edemeyeceğimiz bu kardeşlik müessesesini var eden ve bizlere nasip eden Rabbimize sonsuz şükürler olsun. Biliyorsunuz kardeşlik olgusu en az iki kişilik kombinasyonlardan oluşur. Bu ikiliden biri olarak yekdiğerini bulabilmek, yekdiğerine ikinci olabilmek ne güzeldir, ne büyük nimettir. İki iken üçüncümüzün, üç iken dördüncümüzün Rabbimiz olması nice bir lütuftur, tenezzüldür. Bu lütuf ve tenezzül için Rabbimize ne kadar şükretsek azdır. Hele en ufak meselede pire için yorgan yakan bizler, burnundan kıl aldırmayan egolar, tahammül-hoşgörü yoksulu/yoksunu bizler, iki kişiden üç ayrı grup çıkarabilen çok kolay ve ucuz adam harcamayı iyi bilen bizler çıkarcı yaklaşım sahibi bireyler iken…
Sonra ‘atan karşılar’ derler ya bunun gibi bizler ektiğimizi biçmeye razıyız, hazırız. Bundan onur ve gurur duyarız. Düşünün biz, bir turda beş-on hanenin kapısını çalıyorsak, istiyor ve bekliyoruz ki o beş-on hane de biz dönüş yapsın, yapar. Bu tersine oranlarsanız az bir bedel değildir takdir ederseniz…
Sonra biz turistik gezi yapmıyoruz. Tatile de çıkıyor değiliz. Bir tanışıklık, danışma, teati, bilgilenme seansları bunlar. Bazen çetin tartışmaların, cedelleşmenin içinde de bulabiliyoruz kendimizi; hem de hoş olmayanından! Sadece gittiğimiz yerdeki kişilerle değil kendi aramızda dahi bu böyle olabiliyor bazen. Neticede susmayı, tahammülü, hoşgörüyü, empatiyi, dinlemeyi, konuşmayı, parantez açmayı, paranteze almayı, farklı bakış açılarını görerek kendimizi test etmeyi ve olgunlaşmayı, iddia ve tezlerimizi savunmayı, aktarmayı, en nihayet kucaklaşmayı öğreniyoruz.
Bazen bir bakıyorsunuz bir konuda birçok, en az iki üç yorum ortaya çıkıyor. Farklı açılardan aynı olayın benzer, benzer açılardan yine aynı olayın farklı yorumlanabildiğini, okunabildiğini görüyorsunuz. Kafa karışıklığı bir vakıa! Kafaların karışması iyi olabilir, ama sürekli bir karışıklık yol olmuş gibi. Durulmaya, dinginliğe fırsat verilmiyor, bulunamıyor sanki! Saf, net bir bakışve duruş hâsıl edilemiyor bir türlü. Oysa ortak akılla bağlayıcı bir sonuca ve yoruma ulaşabilmeliyiz. Her yol Ankara’ya çıkmaz yani. Gündem bocası altında bocalanıp duruluyor. Biri bitmeden öbürü, öbürü anlaşılmadan bir diğeri… Sağlıklı bir okuma, tefekkür, tezekkür, tedebbür, teemmül ve tefakkuh ameliyesi gerçekleştirilemiyor. Gerçek, özel, özgün gündemlerimize yoğunlaşamıyoruz. Suni gündemlerden ısıtılıp ıslanıp tekrarlanan senaryolardan, oynanan oyunlardan dolayı…
Önümüze serilen ve öyle okuyup istendiği şekilde görmemiz istenen gündemlerin içinde bocalayıp duruyoruz. Debelendikçe çıkılmaz halde dibe batıyoruz. Şöyle aklıselim ile sağlıklı bir duruş ve bakış gerçekleştiremiyoruz. Bu, inanın ortalama bir hal olmuş. ‘Vasat’ olmamız talebi de şirezesinden çıkmış, yanlış yorumlanmış durumda. Gittiğimiz her il ve beldede durum bu halde.
Şeytan nasıl her yandan yanaşıp dürtüyorsa, bizler de meseleleri her yönüyle, tüm boyutlarıyla, bütün bileşenleriyle ve özellikle seyrü seferine, arka planına bakara, ‘nasıl’ sualinden önce ‘niçin’ sualinin cevabını arayacak şekilde, analitik olarak yaklaşmalıyız. At gözlüğünü atıp feraseti kuşanmalı, furkan melekesine talip olmalıyız. Malumunuz ki at gözü iki taraflı üç yüz atmış derecelik bir bakış, görüş genişliğine sahiptir. Sağdn, soldan etkilenmemek için, ürkmesini/irkilmesini engellemek üzere özel bir gözlük takarlar ki sadece ileriye baksın, sadece önünü görsün. İşte bize de lineer, ilerlemeci bir tarih, siyaset, ekonomi, sosyal hayat imajı, imgesi dayatmak amacıyla bu at gözlükleri takılmaya çalışılıyor. Çoğunlukla takıldığı, taktığımız da bir realite. Atalım bu gözlükleri, kurtulalım bu boyunduruklardan. ‘Alın atınızı verin tımarımızı’ diyelim. Davul boynumuzda tokmak başkalarını ellerinde sendromundan kurtulalım. İrkilme/tepki verme canlılık özelliğimizi yitirmeyelim.
Kendi duruş yerimiz, bakış açılarımız olsun. Allah’ın bak, gör dediği yerden meselelere bakalım. Kişini baktığı, durduğu yer gördüklerini belirler, etkiler. Bir gözünüzü kapatıp bir nesneye odaklanın, sonra diğer gözünüzle bakın ve iki özünüzle baktığınızla gördüklerinizi bir kıyaslayın. Eminim farkı fark edeceksiniz.
Şunu da ekleyelim ki usul ve üslup sorunumuz olduğu, henüz medenileşme çıtasına ulaşamama sorunumuz aşikar. İletişim ve ilgi sorunumuz var. Şartlar içselleştiriyor. Aşmak için çaba da göstermiyoruz. Sözler kılıç gibi, ok gibi kullanılıyor. Anlamama sorunumuz kadar dinlememe, muhatap kabul etmeme, müstağnilik hastalığımız var. Fedakarlığın, diğerkamlığın, empatinin çok uzağındayız.Minnet beklentisi, başa akma/takaza, yaftalama, tahfif etme gibi açmazlarla maluluz. Sanal alem, mesaj trafiği üzerinden mevzuhur ve gerçekçi olmayan kurgusal bir dil hakim oldu iletişim ve etkileşimimize. Telefon icad edildi, bozulan mertlik daha da bozuldu. Aşağıların aşağısına derk edildi. İletişim sağlıklı hale getirme, sürekli kılma yerine kesip atma temayülündeyiz. Tabi burada hırsızın suçu en az ev sahibininki kadar dikkate alınarak söylediklerimiz ölçülüp tartılmalı. Dinimizi değil, dilimizi yumuşatalım diyoruz özetle.
Hasılı seyahat olgusu mahza faydadır. Medeniyet yolculuğunda küçümsenmemesi gereken sağlıklı bir yöntemdir. Bedenî olduğu kadar hatta daha fazla ve öncelikli olarak zihnî, düşünsel, duygusal faydaları da mevcuttur. İşte bu noktalardan bakıp düşününce ‘ziyaretleşme’ olgusunu yeniden ele almalı, diriltmeliyiz. Her ne bahasına olursa olsun bu konuya kafa yormalı, yol edinmeli ve mazeretlerimizden kurtulacak hal çareleri bulmalıyız.
Üzerinde durulmaya değer… Dedik ya; yol sadece yola çıkmadan evvel ve yola çıkmayanlar için uzundur, unutmayalım!