Mustafa BOZACIOĞLU
KUSURA BAKMA FİLİSTİN, BİZ DE İŞGAL ALTINDAYIZ
Her kimden olursa olsun bir hakikati ayan beyan ortaya koyan bu vecizede, bizler her zamanki gibi önce söze, sonra da söyleyene bakarız, bakmalıyız. Burada da sözün kendisi, söyleyeni aratmayacak netlik, açıklık ve kifayettedir. Söyleyenin o gerçeğe/ötesinde hakikate isabetle parmak basması ise teşekkürü hak etmektedir. Kişinin niyet ve kullanım amacı, bağlam ise bir bahsi diğerdir…
Vecize kısmında ise, itiraf edelim ki müslümanım diyenlerin ekseriyeti teşkil ettikleri coğrafyalarda hali hazırdaki durumu, ataleti, kanıksamışlığı, çaresizliği(!)/çareyi başka yerlerde görme çaresizliği, meskeneti, reaksiyonerliği, sinmişlik ve yenilmişlik psikolojisini, bilgisizlik ve hikmetsizliği, asıl ve usul ile kurulan yanlış ilişki, yığınların yanlış tercih ve yönelişlerini, topu taca atan palyatif bakış ve edimlerini, niyet okumuyoruz ama, ‘dostlar alış verişte görsün’ kolaycılığını, davulun uzaktan ses verdiği bir korumacılığı, bedel ödemekten imtina eden ve uzak duran söylem yoğun bir hamaset vaziyetini vb. açık eden, ortaya çıkaran bir nitelik, kapsayıcılık taşımasıdır.
Gerçekten başlığı serlevha yapıp tabiri caizse, bir suçu itiraf sadedinde hemen her kesime ve bölgeye/beldeye sancak gibi dikip vird edindirmek gerek! Tesbihat konusu kılmak! Ders ve dert edinmek! Analizini, tahlilini yapıp doktora, tez konusu kılmak! Çıkan neticeleri ortak paydada toplayıp hal ve gidişata mihver kılmak! Tabi burada bizim mihver anlayışımızı bilenler açısından sorun yok da; bilmeyenler, unutanlar için hatırlatalım ki, bu çıkarımlarda kırmızı çizgilerimizin, olmazsa olmazlarımızın, sınır ve sorumluluklarımızın/mükellefiyetlerimizin olduğu, Rabbimizin ‘bak ve gör!’ dediği yerden, yine O’nun (cc) resulü örnekliğinde gösterdiği ‘dur!’ dediği yerden meselelere bakmak, bizler için asıl ölçü ve ölçüt kıldığı naslarını hakem ve ana kriter kılmak zorunluluğu izahtan varestedir.
Başlıktaki söz bu manada durumlarımızı açık eden, bizlerin acizliğini faş eden, kaçacak yer bırakmayan boyutlarıyla bir vecizedir dedik! Buradan hareketle herkes aklına, vicdanına, ötesinde yukarıda değindiğimiz ana kriterlere müracaat ederek bir itiraf ameliyesinden sonraki pozisyonları için bir karar vermelidir. Bir sorgulamaya gitmelidir! Olması gerekenle, olan arasındaki açı farkını, telif edilemeyecek boyutlardaki tenakuzları, sözle pratik arasındaki uçurumları ameliyat masasına yatırmalıyız hem de acilen! Burada herkes ve her kesim bu eleştiriyi sadece kendisi ile sınırlı bırakmayarak, çuvaldızı kendisine batırdıktan sonra da, aidiyetlerini, grup, yapı ve içinde bulunduğu stk’sından cemiyetine, vakfından derneğine, partisinden pırtısına değin, boyutu ve içeriği ne olursa olsun kitleleri, etkisi altında bırakıldığı klişeleri acilen ve tüm boyutlarıyla sorgu sualden geçirmeli ve nihayetinde duruş, düşünüş ve istikametini buna göre tashih etmelidir. Gerektiğinde tımarını alıp atları terk ve iade edebilmelidir! Davulun da tokmağın da ‘Biz’den olduğuna emin olmalıdır!
Zaten sorunumuz o ‘Biz’ olma meselesi değil midir? ‘Ben’ olmadan ‘Biz’ olma meselesinin de ötesinde bir durum bu! Herkesin ‘Biz’i kendilerince ve kendilerinden menkul! Bu da işte o ana kriterleri kale almayıp unutarak, yerlerinden ederek, başka kılavuz (kılavuzu karga olanın..!) ve mihmandarlar, mihmandarlıklar peşinde koşmaktan dolayı oluyor! Geriye kalan da pişmanlık ve darlık; her alanda, her konuda ve her yerde!..
Evet, hesabımızı kendimiz vereceğiz, ama o hesap sadece kendimizle de ilgili olmayacak! İşte o klişe dediğimiz uydurma ve yutturmaların, son zamanların meşhur, maslahat algısı ve kamu/çoğunluk çıkarı-hesabı denilen şeyler, içine girilen ilişkiler ağının, neye karşılık nelerin verildiği (hani eskiden sadece veriyorduk da, şimdilerde hem veriyoruz hem de alıyoruz ya!/eski Türkiye, yeni Türkiye mukayesesi!/İslamcılığın güya tezleri; İHL-katsayı, başörtüsü ve Kur’an kursları imiş ya, hani onlar da tahakkuk(!) etti ya! Bundan iyisi Şam’da kayısı diyecez, ama bu şaşı bakış Şam’ın halini de görmüyor herhalde!), ne tavizlerin hesapsız ve orantısız(!) göze alındığı, ne pazarlıkların yapıldığı, masa/kasa/nisa edinimlerinin ne korumacılığa, neleri görmezden gelip yutmaya, sarı-siyah-beyaz tüm öküzleri bilabedel feda etmeye, gözden çıkarmaya sebep olduğu unutulalı hayli zaman oldu! Bunlar yol oldu, çare bilindi! Denize düşüleceği aşikar iken faydacılık hesaplarıyla kala kala yılana sarılmak kaldı! Ne irkilme melekesi kaldı, ne teyakkuz hali! Demiş ya birisi (bu maluliyetlerden dolayı!) ‘İnsan 25’inde ölür, 70’inde gömülür!’ diye, o kabilden üstümüze ölü toprağı serilmiş halde ne yazık ki! Kimimiz kıyametini beklemekte, kimimiz Mesih/Mehdisini! Değişen bir şey, bir fark var mı derseniz; arife tarif gerekmez!
Bu ataletin müsebbibi de bu irdelemeye bu yazı dolayısıyla gerek görmediğimiz o klişeler, şablonik, hazır doz hap halindeki, kendinden menkul söylemler, inançlar değil midir?! Kimse ‘acaba!’ deyip çerini çöpten, eğrisini doğrusundan, zannını hakikatinden, uydurmasını gerçeğinden, yanlışını sahihinden ayırt etme endişesi gütmüyor! Zira güdülen benlik davası, hamakat ve hamaset davası/söylemi, ninni, masal ve mit atmosferi kitlelere, yığınlara yetiyor da artıyor bile! Riske ne gerek var! Toptan yazılıp çizilme kolaycılığı, garanticiliği, getirisi varken!
Şimdi başa, başlığa dönelim: İfade efradın cami bir evsafta, ‘yetmez, ama evet’ denilebilecek bir farkındalık beyanı, ihmal ve ihlalleri itiraf sadedinde bir beyan, mevcut duruma dair suça en azından suskunluk boyutu ile dahil olmanın verdiği eziklik, acizlik, cürmümüzün kitleye oranla kifayetsizliği, düştüğü yeri dahi yak(a)maması kabilinden bir özür deklaresi sayılmalıdır. Kimsenin ‘hayır, yok öyle bir şey!’ diyemeyeceği bir niteliği haizdir. Diyenler, elbette olabilecektir, dahası öküz altında buzağı arayanlar da çıkabilecektir. Bu durum ‘insan’ doğasıyla paraleldir, her ne kadar insani gelmese de! Konu itibariyle de bunların irapta mahalli yok!
Zaten süreçte de görüldüğü üzere dünyada ‘insani’ boyutuyla yapılması gerekenler, az da olsa sergilenip ses verilmeye devam ediliyor olsa da, işte bizim malum coğrafyalarda hem insani olanın hem de ekstra bir artı, avantaj/yükümlülük olarak İslami olanın yapıl(a)madığı, noksan, eksik ve yapılsa da kifayetsiz, yaptırımsız/getirisiz yapıldığı ayan beyan ortadadır. Bu bize bir utanç, günah olarak yeter de artar bile! Bunu hesabını zor veririz! Kişisel şahitlikleri, bireysel çabaları her ne kadar ayrı tutsak da, sorunun, sorunlarımızın çözümü sadedinde bir etki oluşturmadığı da aşikardır. Hele sorunlarımızın biri bitmeden biri başlarken! Sorunlarımızdan biri, bize tevdi edilecek suallerden biri de bu; ‘Adım Hıdır, elimden gelen budur!’ zanni fetvasıdır! Gücümüzü, imkanlarımızı, vüs’atimizi doğru tesbit edip olanca boyutlarıyla işe koşmamak olsa gerektir. İddia ile imkan arasındaki çift yönlü ilişki ve irtibat olgusu yani…
Başlıktaki ‘işgal’ olgu ve iddiasını izaha girişirsek; olguyu yadsımadan, bunun, biri fiili, diğeri, belki daha kötüsü, kültürel, dezenformatik, güdümlü, gönüllü, celladına aşık olma kabilinden, kanıksama içerikli, yapıp edilenlerin kimin işine yaradığı sorgulanmadan, siyasi-ekonomik-sosyal tüm alanlarda hariçten (ve dahi yukarıda kısmen değinilen kriter şaşmasından mütevellit olarak içerden/dahilden!) okunan ve dayatılan gazellere teslimiyet olsa gerektir!
İşte fiili işgal altındaki Filistinli kardeşlerimizin ortaya koydukları, her türlü takdirin üstündeki, anlı şanlı direniş bunun karşılığıdır. İşgalcilerin etrafındaki sis perdelerini araladıkları, maskelerini düşürdüğü, safları ayrıştırdığı, müstekbir ve müstağni, güya yıkılmaz, yenilmez imajlarını alt üst edip çizdiği, vicdanı kirlenmemiş, kalbi körelmemiş herkese sahada, bilfiil gösterdiler, gösteriyorlar. Çok şükür; Rabbimize ne kadar şükretsek azdır; Rabbimiz yar ve yardımcıları (bizleri de o yardıma layık görerek, aracı kılarak) olsun, ayaklarını sabit kılsın! Bizlerin de yere düşmüş, bulanıklaşmış yüzlerimizi yerden kaldırıp gönendirdiler! Bakınız süreçte eleştiriye açık hususlar, eksikler, aşırılıklar, yanlışlıklar olabilir, bunlar mümkün, ama kimse kalkıp yıllara sari bu işgal ve zulüm ortamında, bu ‘Yeter artık!’ çıkışını, zulme itiraz edip karşı çıkma duruşunu, tüm dünya sömürgecilerin tezgahını bozup tekerine çomak sokma aksiyonunu değersizleştirme, küçümseme, yersiz zamansız görme kurnazlığına, ikircikliğine düşmesin! Birilerini rahatsız etmesi ne kadar da doğru, isabetli oldu anlatılamaz. Maskeleri düşürdü, makyajları sildi süpürdü! Ha o irapta mahalli olmayanlar için atraksiyon, şeytani çalım da bulunur bir şekilde; hep olageldiği gibi!..
Evet, işgale direnilir, karşı çıkılır, imkanlar neyse ölümüne ortaya konur, misliyle mukabele edilir, ölünür, öldürülür! Zalimin, işgalcinin defteri dürülür! Geldikleri yere geri sürülür! Kimse kötü niyetle geleni başköşeye oturtmaz! Mahremiyete halel getirecek bırakın ifayı, imayı bile anında bertaraf eder, elinden geleni ardına komaz. Bu insani olandır, imani olandır, İslami olandır! Canlılık alametidir; hayvanlaşmaya karşı da itiraz ve bir direnmedir!
Gelgelelim bizim coğrafyaların üstüne ölü toprağı serilmiş (ölmüşüz de ağlayanımız yok!), canlılık alametleri yitirilmiş, engellenemeyen tecavüzlerden, o ikinci tarz işgallerden zevk almaya bakar, kendine dokunmayan yılanı besler, kendi çıkarını korur hale gelinmiştir hayli zamandır! Filistin direnişi bunu da açığa çıkaran bir turnusol işlevi de görmüştür, görmektedir el’an!
Bu coğrafyalarda, dünyanın sair yerlerindeki insani tepkilerden çok daha cılız ve sadra şifa olmayacak, ayıya dalanmaktansa çalıyı dolanmak kabilinden bir tepkisellik ortaya konmaktadır! Konuyormuş gibi yapılmaktadır! Arap ligi ve İİT hakeza! Dağ fare bile doğuramamaktadır! Bu zül bize yeter de artar bile!
(https//m.facebook.com/story.php?story_fbid=pfbid02amWK8sYfsU1rWXrGs6iBNRDN3H….) uzantılı Dr. Talha İsmail Duman’ın yaptığı sunumda Gazzeli bir akademisyenin sonuç sadedinde söyleyip dillendirdiği maddelerden ikisini dikkatlerinize sunuyorum: O maddelerden biri (sunumun en sonlarında bulabilirsiniz) ‘boykot, ama siyasi bilinçle’, diğer biri de ‘Bize acıyarak dua etmeyin, inanarak dua edin, zira biz inandığımız için bu direnişi gösteriyoruz!’… Şimdi bu hamur çok su kaldırır da, şu iki maddeyi bir tezekkür ve tefekkür edelim, sonra da tefakkuha çevirelim, bakalım bize ne diyor, ne istiyor! Neyse halin, çıksın falin!
Tamam, belki mevcut şartlar(!) altında karınca misali yapıp etmelerimiz, dua ve niyazlarımız, tek tük, genele sirayet ettirilemeyen boykotlarımız söz konusu ve fakat ‘ya yapmadıklarımız’, ‘yapmamız gerekirken yapmadıklarımız’, gücümüzün evvelemirde yettiklerine, ulaştıklarına dair ihmal ve ihlallerimiz ne olacak! Devasa kitlelere ulaşan stklar, vakıf ve dernekler ne iştedirler! Hala bireysel edimleri mi salık vermektedirler! Güçleri(!) buna mı yetiyor!? Ne dedi mesela bunlardan biri, ‘Biz hükümetin elini güçlendirmek için buradayız, aykırı ve itici tipler, provokasyoncular bunu bozdu; dağılın.’! Başka bir sunumda bir konuşmacının dediği gibi; ‘Hakikaten kitleler hükümetin varlığı ve bekası için, onlar da devlet denen heyulanın varlık ve bekası için çalışıyor!’.
Bu, karşı çıktığımız bir sistemin sadra şifa sunacak bir çıkışını temenni edip beklemek olarak değil de kitlelerin ne bahasına destek verdiklerini, verdikleri desteklerinin nelere kapı araladığını, bu desteklerin neticelerinin kedilerinden de sorulacağını, bazı noktalarda al-ver, kar zarar hesabıyla meseleye bakılamayacağının hatırlatılması, bir farkındalık temini olarak okunmalıdır. Düşünsenize kitlelerin teker teker yapacağı bir boykotu, sistem ve idarecileri tek kalemde yapabilirler! Kitlelerin tekrarlayarak bile ortaya koyamayacakları etkiyi, bir siyasi atraksiyonla sağlayabilirler! Devletlerin çıkar ve hesabı, sizin, Allah’a karşı vereceğiniz hesaptan daha önemli ve öncelikli ise bekleyedurun o zaman kıyametinizi! O zaman niye sızlanıp duruluyor, Filistin diye ağlaşılıyor o zaman! Daha öncesinde sair coğrafyalarımız için de ağlaşıldığı gibi! Bakınız bunu hafife almıyor, küçümsemiyorum, kişisel olarak da değersizleştirmiyorum, ama mesele çözüm sadedinde kalıcı bir şeyler yapılacaksa onun yanlış hesaplardan, beklenti ve avuntulardan kurtarılması gerektiği manasında ve asıl yönünün tespiti anlamında söylüyorum. Bizim alın yazımız hep yokuşlarda susamak mı?! Yoksa susmak mı?! Ticari-siyasi ilişkiler, değiş tokuşlar, akçeli işler, enerji petrol havzaları ve yolları, uzak karakol mantığı, teolojik arka plan vs. bütün bunlar sözüm ona çıkar, menfaat ilişkileri ve kitlelerin sözlü, açık gizli oy/onay ve destekleriyle kotarılan işler, işleyişler değil mi?! Haydi, alın tımarınızı, bakalım neler oluyor, hem bizlerin, hem Filistinli ve sair coğrafyalardaki kardeşlerimizin, dahası tüm insanlık için daha hayırlı bir adım olmuyor mu, görünüz! Sistemin yürütücüleri miting tertipliyor, kitlenin gazı alınıyor! İnanın dünyanın her tarafındaki kitlesel gösteriler buradakilere fark atacak yoğunlukta, nicelikte! Ne olacak o zaman?! Gittikçe, zaman geçtikçe kanıksama öylesi hal alıyor ki, irkilme melekesi de kalmıyor; derece derece ısıtılan kurbağanın haşlandığının farkına varmayıp gevşemesi, yavşaması gibi!
Bırakınız daha öncesini, meşrutiyet-tanzimat dönemleri ve özellikle cumhuriyete geçişle birlikte iyice belirginleşen, yönelinen yeni kıblenin batı ve batının, asli değerlerimizi yok sayan, iç eden, mürşit olarak sunulan beşeri akılla bilimin çıkarsamaları, hurafeleri ile gelenekçiliğin, sağcılaşan/sığlaşan ve muhafazakarlaşan algıları ve hurafeleri değil midir bu çorapları başımıza ören, örümcek ağı gibi etrafımızı sarıp kuşatan… Nerde Kudüs’ün ilk kıble oluşu?! Nerede Mehdinizin ineceği mekan?!
Adamlar teolojik ve siyasi arka planlarını kurgulayıp üstelik her türlü ayrılık gayrılıklarına rağmen yardımlaşıp dayanışarak, istediklerini dayatıyor, bizim topraklarımızda cirit atıyor, sistem kurup sistem yıkıyorlar! Hani bizim ilk kıble algımız, Mehdinin ineceği topraklar kültürel inancımız, peygamberler coğrafyası iddiamız! İman değil, inanç da değil, kültürel inanç! Yoksa adamların yapıp ettikleriyle bizimkiler mukayese bile kabul etmez! Aslınds minsreyi çlanların hazırladıkları kılıflar da çokça ve bunların beslenmesini, büyütülmesini sağlayan, mevcut durumları doğuran şeyler de onlar. Gelgelelim bu yazının konusu da bunlar değil! Amma velakin bunlar mutlaka masaya yatırılmalıdır; zira, bataklığı bırakıp sivrisineklerle uğraşmaya ömrümüz kifayet etmeyecek!
İki milyarı aşkın, müslümanım diyen kitleye ve olan bitene bakın! Bu şaşkınlık değil de nedir?! Bu şaşkınlık, akla zarar, asla ve usule aykırı! Bir yerlerde, bir şeylerde yanlışlık olduğu kesin! İlkin bunu fark ederek, fiili işgalin ötesine geçen mevcut durumu görerek, ‘kendi himmete muhtaç dede, nerde gayra himmet ede’ fehvasını anlayarak hareket etme zamanı geldi, geçiyor. Hala batıl batının şeytani kurgularının, kurum ve kurmacalarının etrafında kuyruk sallayıp duruyoruz! Sonra da onlardan medet umuyoruz! Kendi göbeğimizi kesip kendi ayaklarımız üzerinde durma vakti çoktan geldi geçti! Hala bebek gibi eveleme geveleme, diz ve yüzüstü sürünme de neyin nesidir! Bu hal muhal! İzmihlal zaten vaki, yeni hal acilen gerekli! O ‘yeni’ de ‘eskimeyen yeni’ formunda, unuttuğumuz, yitirdiğimiz, göz ardı ettiğimiz, mehcur bıraktığımız değerlerimizde mündemiçtir! Muhtaç olduğumuz kudret, İslam’da ve onun sahih/kurucu uygulaması olarak resulün sünnetinde mevcuttur.
Düşünsenize daha dün, topraklarınızı işgal etmiş, bölmüş parçalamış, cetvellerle çiziktirdiği sınırlara ayırıp hapsetmiş, yedeğindeki ‘tek dişi kalmış canavarlar’ kitlesi, ‘kopup gelmiş kafesi ya da mahpesi’, ‘kimi yamyam kimi bilmem ne bela’ betimlemesinin sahipleri, güya terk ederek bıraktıkları bakiyeyi işgali ikinci türüyle sömürmeye, işgale, ta’ciz etmeye, güdüleyip sürmeye devam etmektedirler. Bunu eğitim sistemimizdeki ‘fulbright’ eğitim komisyonu özelinde, daha da özeli işgalcilerin başının dili olan sömürge dili üzerinde ve bir türlü beceremediğimiz, şimdilik ilkokul ikinci sınıftan başlatılan dil eğitiminde/öğretiminde görebiliriz! Başka örneğe ne hacet?! Yurdun dört bir tarafı bu işgalcilerin ikmal, talim, lojistik, uzak savunma ve kontrol, atlama tahtaları, güdüm noktaları olarak üsleriyle çevrili değil mi?! Şimdi kimden ne bekleyeceğiz! Çözüm, çare kimde, nerede?! İlk adım, başlama noktası ve istikameti anlaşılmış olsa gerektir…
Sair İslam beldelerinin mevcut hallerine, kelli felli isim ve cisimlerine, Mekke ve Medine’nin konumuna ve süreçteki sindirilmiş, edilgen, tavizkar, işin sadece dünyevi ticaretine odaklanmış yapısına, müslümanım diyenlerin sistem ve hükümetleriyle tutturdukları ilişkiye bakınca insanın ne hali kalıyor ne mecali?! Bilmiyorum, çok mu haksızlık ediyor, meseleyi büyütüyor, ümitsizliğe kapı aralıyoruz?! Sadistlerin taarruzuna maruz kaldık tamam da, mazoşizm de bu kadar olur!
İşimiz Allah’ın nusret ve inayeti yanında ‘Ey iman edenler iman ediniz!’ olgusunun idrak ve tahakkuku ilk ve öncelikli adımına kalıyor!
(Not: Bu makale, İktibas Dergisi Aralık 2023 sayısında yayınlanmıştır.)