Bugünden kalkıp risaletin son halkasının vaki olduğu günlerin ortamındaki ‘cahiliye’ olgusunu eleştirmenin, ona ‘tu kaka’ demenin bize bir getirisi olmasa gerek. Ancak bu dediğimiz, o günlerin tahlili ile o günlerden bu günlere devşirilecek, alınacak dersler olduğu gerçeğini gölgelememeli…
Kur’an malumunuz önceki peygamberlerin kendi toplumları ile ilgili yaşadıkları çok sayıda ve farklı veri verir ve ‘kıssa’ sunar. Murad son elçi ve beraberindekiler buradan bir beslenme, mukayese ile ve ders alarak kendi istikametlerinde, kendi süreçlerini yaşasınlar. Ki öyle de olmuştur. Önceki elçilerin neler yaşadıkları, nasıl bir toplumsal muhalefet, karşı duruş, korumacılık/muhafazakarlık/tutuculuk, ‘atalar yolu’ savunusu ve sahiplenişi, reddiye ve blokajla karşılaştıkları, o zamanların mevcut statükosu, toplumsal düzen ve işleyiş hakkında bu kıssalardan gerekli okumalarla yol haritalarını güncellemiş ve belirlemişlerse, bugün bizlere de düşen tüm o müktesebatı doğru tahlillerle, bize sunulan ‘şahitlik’ ölçeğinde alıp kuşanarak kendi süreçlerimizi yaşamamız, sürdürmemiz istenmektedir. Bunlardan sual edileceğiz! Bunlar bizim için birer yol haritası, pusula, kılavuz mesabesindedir. Mendirekteki fener gibidir!
Kur’an ayetlerinin anlaşılması, kavranması babında da bu usul asla ve kat’a terk edemeyeceğimiz bir olgudur. Literal ayetleri okurken, bir taraftan onun ‘şekil A’ denilen örnekliği, ete kemiğe büründürülmüş şahitliği dikkate alınmak zorunluluğu kadar, yaşanan sosyal hayatın, cemiyet yapısının, algıların ve efkarı umuminin, gelenek ve adetlerin, taassubun, yaşam ve inanış şartlarının, ekonomik, siyasi, hukuki, ahlaki bilumum yapının göz önünde bulundurulması da elzemdir. Bütün bunlar günümüze mukayese ile asli umdelerin doğru olarak alınıp hayatımıza aksettirilebilmesi ve yanlış duruş ve düşünüşlerden imtina ile bir bütünlük oluşturulabilmesi anlamındadır. Bunu bir kuşun iki kanadı gibi düşünelim; biri olmadan diğerinin bir önemi ve etkisi de kalmıyor!
Buradan, bugünden mevcut hal ve gidişata bakmadan, sırf kendi içinde bulunduğumuz kalabalıkları baz alıp o cenderenin içinden okumalarla (algı, duygu ve düşüncelerle, bunların dayattığı tavırlarla) o günlere küfretmek, o zamanları aşağılamak ve buradan kendimize steril bir alan icat etmek çok büyük bir yanılsama ve kandırmacadır. Kendi kendimize yapılmış büyük bir kötülüktür.
Bu noktada konumuza, bu yazı dolayısıyla yazıp sizlerle paylaşmaya çalıştığımız efkarımıza en iyi örnekleme merhum Seyyid Kutup’un ‘cahiliye’ kavramına getirdiği tanım ve açılımdır. Merhum şehid Kutup’un tüm eserleri bu veri ve bilgilerle doludur (Bkz; Yoldaki İşaretler). O, kavramı, olmuş bitmiş, yaşanmış geçmiş bir döneme hapsedilebilecek bir boyuttan –ki bizim coğrafyalarda hala bu kör ve şaşı bakış geçerlidir; oldu bitti, geçti gitti, ne karanlık, ne vahşi bir dönemdi o, ya biz öyle miyiz, medeni, çağdaş, ilerici!..-, her zaman ve mekanda tekrarlanması olası bir durum, olgu olarak alıyor, öyle alınmasını salık veriyordu (Bunu; ‘kişi’ ile ‘kişilik’ farkı gibi düşünebiliriz örneğin…).
‘Cahiliye’ kavramının anlam içeriği olarak Şinasi Gündüz Hoca’nın Karar’da yazdığı bir yazıda belirttiği gibi; ‘’…Kutub’un eserlerinde altını çizdiği cahiliye kavramı, kendisinin kavramlaştırdığı ya da yalnızca kendisine has bir kavram değildir. Allah’ın koymuş olduğu sınırları ve Allah’ın hükmünü referans edinen ve bu çerçevede Allah’a teslim olmanın ifadesi olan İslam’a karşılık, cahiliye kişisel çıkar ve menfaatlerin, hevânın, hevesin ve dünyevi güç odaklarının belirleyici olduğu bir gelenek, bir düşünce ve yaşam biçimidir. Bu yönüyle cahiliye Allah’ın hükümranlığına, mutlak güç ve iktidar sahibi oluşuna karşı bir aymazlığın ve sapkınlığın ifadesidir. Cahiliye, Kur’an’da Medine döneminde nazil olan ayetlerde (Ali İmran 154; Mâide 49-50; Fetih 26; Ahzâb 32-33) kavramsallaşan bir terim olarak karşımıza çıkar. Bu ayetlerde cahiliye; varoluşu, hayatın anlamını, gayesini, bireysel ve sosyal yaşamı anlama ve ifade etme açısından referansını Allah’tan ve Allah’ın koymuş olduğu kurallarla, sınırlardan almayan; bunun yerine gelenek göreneği, atalar kültünü; sosyal, ekonomik, askeri güç unsurunu ve kişisel tutkuları, ihtirasları ya da hevâ ve hevesi esas alan bir zihniyetin ve buna dayalı bir yaşam tarzının ifadesi olarak tanımlanır.’’ (Şinasi Gündüz, “50 Yıl Sonra Seyyid Kutub ve Cahiliye”, Karar, 31/08/2016) ifadeleri de dikkate şayandır. ‘Cahiliye’ kavramının Medeni ayetlerde konu ediliyor olması da üzerinde ayrıca ve önemle durulması, düşünülmesi gereken bir özelliktir ve bizim konuyu tahlil amacımız da bu incelikten kaynaklanmaktadır.
Malumaliniz, ama tekrarda fayda var; ‘cahiliye’ bilgisizlik değil; bile isteye, kast-ı mahsusa ile olması gerekenin, hikmet ve fıtrata uygun, meşru ve malum olanın hilafına, Ebu’l Hakem’i Ebu Cehil kılan ‘aymazlık, ifsat ve imha üzere hareket etme, hak ve hakikatin karşısında durma’, bozgunculuk, her ne varsa doğru ve hak olan ve aşkın olan tarafından belirlenmiş kural ve kaide ona ayak diretip aksine yol yordam için yırtınma hal, eda ve tavrını ifade eden bir kavramdır. Olmuş bitmiş bir dönemi, yaşanmış bir kesiti, statik bir tavrı ifade etmekten ziyade genel geçer bir sapkınlık durumunu içerir bu kavram.
Biz de bu girizgahtan sonra Kur’anî bir kullanıma sahip cahiliye kavramını dört başlıkta tahlil ve mukayese ile dikkatlerinize sunmaya çalışacağız:
“Zann’el cahiliyye”
Al-i İmran 154. ayette geçen bu ifade ‘cahiliye zihniyetini’, bakış açısını, hiçbir kritere, norma dayanmayan, keyfi ve gelişigüzel düşünceleri (düşünce de değil dogma ve varsayımlar, çıkarsamalar), atalardan tevarüs edinimleri ve bunların sorgusuz sualsiz kabulünü içeren bir kapsama sahiptir. Arka planda, sebebi nüzulde ise ‘Uhud Harbi’nin dağılmaya yüz tutulan aşamasında kalpleri sarsılan bazı müslümanların yanlış çıkarsamaları, durumu okumadaki zaafları ve yaşanan süreçte kendi ihmal ve ihlallerini bırakıp da durumdan Allah ve elçisini sorumlu tutacak bir ön yargı ile yersiz ve hadsiz sorgulamaya girişmelerinin kınanması yatmaktadır. Keza daha dün denilecek bir vakitte bu algı o cahiliye toplumunun genel yargısıdır. ‘Allah’ı hakkıyla takdir edememek…’ (Zümer 67, Hac 74 ve En’am 91) o cahiliye toplumunun genel ahvalidir. Şefaat/aracılık (putlara tapınma sebebi), Allah’ın varlığını kabul edip birliğine, egemenliğine, otoritesine, emretmesine itiraz etme (örn: Ankebut 61-63), ahireti ya inkar ya hafife alma gibi özellikler bu cahiliye zihniyetini resmeden özelliklerdir.
“Teberrüc’el cahiliyye”
Ahzab suresinin 33. ayetinde geçen bu terkibe göre, ‘cahiliye taşkınlığı’, Muhammed Esed’in yorumuyla ‘cazibenin etrafa saçılması’ ve dişiliğin kişiliğin önüne geçmesi ve alınması kınanan, peygamber hanımları üzerinden tüm inanan kadınlara (Kızım sana söylüyorum, gelinim sen dinle!) kural olarak sunulan, emredilen, sınır olarak tayin edilen bir hususiyettir ki zıddı ‘ahlaksızlık, arsızlık-haya yoksunluğu, hadsizlik, sınırları aşma ve çiğneme’ olarak ancak münkir ve müşrik cahiliye kadınına ait bir tavır olarak zikredilmektedir. ‘Açılıp saçılma’, ‘ziynet ve süslerin belli olması kastıyla edalı tavırlar’, ‘seslerin ve gözlerin sakınılmaması’, ‘mahremler dışında görünme isteği ve çabası’, ‘dış kılık kıyafette örtüye, örtünmeye dikkat etmeme, aksine, bile isteye görünmemesi, gösterilmemesi gereken yerlerin açılması ve ifşa edilmesi’, ‘beşeri münasebetlerde dişiliği öne çıkarma’ vb. bu ‘teberrüc’ fiil ve algısının dışa vurumu, tezahürleridir. Ahlaksızlığın yaygınlaşması, kanıksanması ve yol olması yoluyla türlü yolsuzluğa kapının ardına kadar açılması, toplumun ifsadı, yapı sökümü, aile başta olmak üzere sosyal yapının dejeneresi, yok edilmesi vesilesi olarak alabiliriz kavramı…
“Hamiyyet’el cahiliyye”
Fetih 26. ayette zikredilen kullanıma göre ‘cahiliye taassubu’, tutuculuk, dogma, ön yargılar, atalar kültü ve yolu, sorgusuz sualsiz, hesapsız kitapsız gelenek sevicilik (Bu arada bir gelenek düşmanlığımız yoktur, taassubumuz da olmadığı kadar! Bir gelenekten geldiğimiz ve beslendiğimiz yadsınamaz, ancak eleştirel bir bakış ve tashih çabası da olmazsa olmazımızdır.), keyfilik, menfaat ve çıkarcılık, heva ve hevese tabi olma, ölçüsüzlük olarak okunabilir. Fevri tavırlar ve sorumsuzluk… Takva yani sorumluluk bilincidir bunun panzehiri. Hikmeti gözetme, bilgi bilinç refakatinde itidalli hareket… Doğru-yanlış (hak-batıl) kriterini asli normlar üzerine oturtmak ve o çerçevede anlayıp anlamlandırıp yorumlamak.
“Hükm’el cahiliyye”
Maide 50. ayette konu edinilen ifadede ‘cahiliye hükmü’ hiçbir bağlayıcılığı -o dönemde kabile asabiyesi hariç!- olmayan, yap-boz tarzında (haram aylarda dahi oynamayı yol edinmiş), keyfe keder, kabile içi dengelere göre yazılıp çizilen (daha çok sözlü ve geleneksel), sorgu suale açık olmayan, daha ziyade güçlüden yana ve onun çıkarlarını, konumunu koruyan, toplumsal dengeleri zinhar gözetmeyen, sömürüye müsait, sınıflar oluşturan ve onun devamını temin eden, özellikle ‘tağut’ namı ile sürdürülüp yürütülen cahiliye algı ve yapılanmasının karşılığıdır. Allah’ın hükmüne razı olmayıp karşısında hüküm beyan etme cüretinin adıdır. Allah’ın indirdiklerini dikkate almamak, yok saymak, onlarla hükmetmemek demektir. İnsanın kendini, heva ve hevesini ilah, Allah’ın kullarını kul ve köle edinip sömürerek semirmesinin tezahürüdür. Allah’a rağmen kural, hüküm koyma, helal haram belirleme (haram ama yasal!), Allah’ın indirdiklerini, bildirdiklerini tahfif, tahrip ve ters yüz etme, örtme ve gizleme anlamındadır.
Şimdi mukayese girişimimize başlayabiliriz. Maksadımız cahiliye dönemi nam din-iman–ahlak yoksunluğu devrinin ne kadar vahşi, ne kadar gayrı medeni, ne kadar insafsız ve iz’ansız, vahşi, edepsiz, düzensiz, karanlık olduğunu serimlemek değil. Bu zaten bilenlerin malumu! Lakin öyle de adet gelenekler var ki, parmak ısırtan, insanı şaşırtan boyutlarda; keramet, kerimlik yani olabildiğince cömertlik! Elbette belli alanlarda ve tefehhür için, kibir ve asalet, zenginlik ve soy-sop sergileme ve gösterimi için… Örneğin herif şan-şöhret adına (bir şairin bir iki mısrasına mesela) keselerle altın verebiliyor, kervanlar için (özellikle şefine) sayısız kurban kestirebiliyor, hatta öyle noktada bir gösterişe dönüyor ki yapanı mağdur duruma düşürebiliyor!
Neyse, konumuz işin bu yönü değil, maksat bir mukayese denemesi ile şu zamane zamanların esasen o dönemden hiç de aşağı kalmaz şekilde cahiliye sıfatını hak ettiği, o döneme bazı alanlarda handiyse rahmet okutacağı(!) fikrini paylaşmak, dikkatlerinize sunmaktır. Elbette bizim daim ve mücavir okurlarımız bunun farkındadırlar. Bizim amacımız bu tespit ve nitelemelerin eksere sirayet edecek şekilde paylaşılır ve durumun nezaketinin farkına varılıp bunlardan sakınılır olunmasıdır. Teyakkuz halidir! Nasıl bir anakronizm ile emeksiz övünme, kendine pay çıkarma matah bir şey olmadığı gibi hem yanıltıcı hem de köreltici (sağır kör ve dilsiz; iradesiz kılma anlamında) ise buradan bakarak bir döneme topyekün, özellikle de klişe isimler, belli başlı tavırlar üzerinden –ki bunların pek çoğu haklı da olabilir- (şirk, zina, tefecilik, kız çocuklarını diri diri gömmek vb.) sayıp sövmek, lanetlemek de elimize bir şey geçirtmeyecek, bize bir getiri sağlamayacaktır. Bunlar bizim için sadece birer avuntu ve boşa kürek çekmek olur o manada!
Misal ‘tağutu red/küfretmek’ o çağda beklenen bir davranış iken, onu o dönemde yapmak istenmiş, yapılmaması kınanmış iken, bugün buradan ‘Bak mel’unlara, yuh o kafirlere, bak, nasıl tağuta ram olmuşlar, onun hükmüne boyun eğmişler, Allah’ı yok saymışlar!’ diyerek sallamak, tel’in etmek ne onlardan bir şey eksiltir ne de bize bir şey kazandır! Burada olması, yapılması gereken, o zamanda olmayanı, yanlış olanı eleştirmenin yanında, gereken imayı doğru alıp ders çıkararak, kendi şahitliğini yaptığımız dönemlerde ‘biz ne haldeyiz’ ona bakmaktır. Doğru olan ve yapılması beklenen kendi çağımızın tağutlarına (Firavun(laşan), Bel’am, Karun, Haman ve Samiri prototipli kişi, kişilik, kurum ve kuruluşlar, yapı ve yapılanmalar…) küfretmek, onları reddedip karşısında durabilmektir. Hakkı haykırıp hakkı ikame için çabalamaktır. Dönemimizin dönen devranlarına, tezgahlarına bakarak sağlıklı bir muhakeme, muhasebe ve mukayese ile karanlıkta mıyız-aydınlıkta mıyız, cahiliye miyiz-medeniyette miyiz (merhum Akif’in ‘tek dişi kalmış canavar’ nitelemesini ve kavram üzerindeki tartışmaları ıskalamadan ve şu son medenilik müddeilerinin hali pür melallerine de bakmak suretiyle!), sonra karar vermek lazım! Yoksa medenilik ve cahiliyeden uzaklık sırf kiloyla, metreyle ölçülür bir şey değil! Bunun nicel uzaklık, yakınlıkla da bir alakası yok!
Evet, şimdi yukarıda dört başlıkta verdiğimiz ‘cahiliye alametlerini’ bir bütünlük içinde, topu sağa-sola ve taca atmadan, başımızı iki elimizin arasına ve aklımızı da başımıza alarak düşünelim, taşınalım ve bir karar verelim; ister tek tek olsun, ister topyekün, günümüz toplumları mı daha karanlıkta (bakmayın siz elektriğin bu çağlarda bulunmasına!), yoksa cahiliye nam o zamanın, vahyin nüzulüne medar olan toplumu mu?! ‘Medar-ı iftiharımızdır’ denilecek bir dönemimiz kalmış mı, var mı, en azından şimdilerde!?
Hangi başlık açısından bakarsanız bakınız hep irtifa kaybı! Zaten birinci düğme yanlış iliklendiğinde diğer düğmelerin peşi sıra yanlış dizileceği gibi, ilk maddede yani ‘’Allah’ı hakkıyla takdir edememenin’’ tezahürü olarak, genel kapsamlı kuşatıcı kullanımla ‘’zann’el cahiliyye’’ söz konusu olduğunda gerisi de çorap söküğü gibi sökün edecektir. Her alanda gerisin geri bir gidişat var! Bir çözülme, bir başkalaşma, değerlere yabancılaşma! ‘İnandık demekle kurtuluvereceğini sanmak!’ (Ankebut 2) bu çağın ilk önde gelen cahili yargısı, zannı olsa gerek! Hele Maide suresindeki (44, 45 ve 47. ayetler) ‘Allah’ın indirdikleri ile hükmetmemek’ vakıasının tezahür, gerek ve sonuçları da düşünüldüğünde… Kabir azabından cehennemde bir müddet yanıp çıkılacağına, ennihayet cennete kavuşulacağına olan senet kabilinden bir inanç haline, vesilesinden şefaatine, veli algısından kerametine -ki bunlar, bir türlü izaha kavuşturulamamış ve her ne kadar ve maalesef, son zamanların muhafazakarlık ortamında hızı, şiddeti ve etkisi azalmış olsa da sürüp giden kadim tartışma ve ayrılık noktalarımız olarak belirginleşmiş hususlardır, külleri içinde beklemektedir- kadar hep bu zanlar, kuruntular üzerine inşa edilmiş bilgi ve bilinç halinden uzak bir duygu ağırlıklı konumlanışın o zamanların cahiliyesinden bir farkı var mıdır!? Varsa söyleyin!
Tek tek hangi başlığı ele alsak, o maddelerin tarifinde, izah ve analizinde elbette daha söylenecek, yazacak çok şey olduğu bir gerçektir. Fark etmişsinizdir, biz genel bir çerçeve çizdik, ayrıntıya girmedik! Lakin ‘arife tarif’ kabilinden bunun yeterli olduğunu düşünüyoruz. Sadece, özellikle mukayese kısmına yoğunlaşalım, alacağımız derslere odaklanalım istiyoruz. Dedik ya ‘topu taca atmayalım’ diye, ‘Yok o ayet şuna indi, yok buna indi, yok tarihsel, yok biz istisnayız, o bağlam başka, şimdi yeri ve zamanı değil, yok aslında kasıt o değil, yok murad farklı, yok inanan öyle bir şey yapar mı, bu ona denir mi…’ kabilinden hazır paket cevaplarla kimse kendini kurtaramaz! Söyleyin nedir o zaman cahiliyeden farkınız!? Cahiliyenin sizden geri kalanı, eksik olanı –ya da fazlası- neydi!?
Zann mı, teberrüç mü, hamiyyet mi, hükm mü; ayrıldığınız, farklılaştığınız yer neresi, var mı böyle gösterilip altı çizilebilecek, ele alınabilecek bir farkınız, farkındalığınız!? Elbette bu sualleri ‘birinci çoğul şahıs’ zamiri bağlamında kullanmak gerek, biliyoruz ve fakat biz de genellikle bu kullanımları tercih etsek dahi, yine de toptancılık yapmamak, etki ve yetkinlikleri her ne kadar az da olsa, çok azınlıkta da olsalar ‘yiğidin hakkını yememek’ adına o nisbî farkı vurgulamak da gerekiyor!
Düşünsenize ‘haram ama yasal’ terkibi Arap cahiliyesinin değil 21. yy. Türkiye’sinin yüzde bilmem kaçı müslüman denilen coğrafyasında gündem oluyor! O insanların bir dini vardı, atalar yolu vardı din edindikleri; sonuna kadar sadakat gösteriyor, kurallarına riayet ediyorlardı. İslam gibi mahza aydınlık olan, karanlıklardan aydınlığa, zülumattan nura çıkaran bir hakikatin karşısına dikiliyorlardı tüm benlikleriyle… Ya bugün, bu coğrafyaların ‘müslümanım diyenleri’ sözüm ona tek dinli, hak dinli olup ‘hepçil’ vaziyette, dön baba dönelim, ‘ne olursa olsun gelsin ve geçsin’ tarzında hakla batılı karıştırmış, hak olanı tahrip etmiş ve sırt dönmüş, kendi algılarını ve zanlarını din edinmiş, dinini tanınmaz hale getirmiş, dininin buyurduğu hiçbir hakikate (emre ve yasağa) bakmadan her yolu mübah kılmış ve üstüne üstlük garanti bir cennet ve af edilme çekini, senedini de bozdurup kırdırıp kullanma cür’etini göstermiştir, göstermektedir. Şimdi kim daha cahil, kendini güvende hissetmeye layık olan kim!?
Adamların ‘hılf-ül fudul’ kurumları, bizim bugün stk, vakıf, dernek ve cemaatlerin tümünü, topyekün olarak tartar, askıya alır! Her neyi mukayese edersek edelim; ister ekonomik ilişkileri, ister cemiyet hayatını, ister ahlaki umdeleri, ister siyaset argümanlarını, o cahiliyeden geri kalır yanımız yok! Onları geçecek, geride bırakacak tarafımız çok! Bugün hayatın hangi alanında Allah ve O’nun buyrukları dikkate, kayda alınıyor, söyler misiniz? Sadece ‘cenaze merasimlerinde’, o da türlü hurafelere gark olmuş olarak!
Toplumun çivisi çıkmış, tepe taklak aşağıların aşağısına savruluyorken, toplumda tüm mel’anetler olanca cesaret ve açıklığıyla alenen işleniyorken yetkilisinden yetki verenine, yönetenden yönetilene, kimse bu bozulmadan, başkalaşımdan, dejenerasyondan, savrulmadan, ‘batıla benzemekten/taklitten/onu geçmekten’ şikayetçi değil! Çoğulculuk, çoğunlukçuluk, görecelilik, kendince ve keyfince çıkarımlar (heva ve hevesin ilah edinilmesi) kimseyi rahatsız etmiyor! Ne de olsa domuz, kasaplık et kategorisinde artık, paranın da rengi yok!
Yüzüstü sürünmeye devam Sakarya! Ayağa kalkacak mecal de yok, bundan rahatsız rical de! Durmak yol, yola devam; yolsuzluk yol olduktan sonra! Her ne kadar çoğu beraber ıslanıp bazıları ayrıyeten ve farklı olarak kurusa da!
Hani ‘kıyamet alametleri’ beklenir durur ya ortalık fitne fesat kaynar, zulüm ayyuka çıkmış iken, işte o kabilden ortalık cahiliye alametleri ile dolup taşmış durumda! Kimsenin de gocunduğu yok! Herkes kendini iç güveyisinden hallice zannediyor!
Bu yol, yol değil! Çıkmaz sokak! Dahası, sonu uçurum! Hem de ‘gayya kuyusu’! Allah’ın ipine topyekün ve sımsıkı sarılmadıkça ve ‘kopmaz kulpa’ sımsıkı tutunmadıkça! O mevzu bahis cahiliyeden çıkışın, kurtuluşun yolunu bu şekilde bize gösteren, o şahitliği bize miras bırakan aziz nebinin (as) yolunu yol edinmedikçe…