Mustafa BOZACIOĞLU
SEYAHATİMİZDEN SADRA DÜŞENLER
Rabbimize yine, yeniden şükürler, hamd-ü senalar olsun ki bizlere bir seyahatimizi daha gerçekleştirme ve tamamlama fırsatı verdi. Dost ve kardeşlerimizle hasbihal edip gönendik. Yeni dost ve kardeşlik köprüleri kurduk. İslam ailesinin farklı kimlik ve kişilikleriyle farklı mekanlarda ‘ru be ru’ görüşme, sohbet ve fikir teatisi, istişare fırsatı bulduk. Ne kadar şükretsek azdır. Rabbimizden bu seyahatlerimizi karşılıklı olarak gerçekleştirme ve tamamlama konusundaki niyet ve çabalarımızı daim ve diri kılıp kolaylaştırmasını temenni ediyoruz bu vesile ile…
Dostlar, inanınız, biliniz ki her şey o fikri karardan, niyetten sonra, azm ile o kararın ardında durup ilk adımı attığınızda kolaylaşıyor, hal yoluna giriyor zaten işler… Bir bakıyorsunuz gözünüzde büyüttüğünüz işler kolaylaşıyor, yollar kısalıyor. Zorlukların üstesinden bir şekilde geliniyor, yeter ki üstüne gidin, geri adım atmayın! Ha, şu da var ki ‘geri adım’ atmak da bazen olasıdır. Size farklı değerlendirme ve bakış açıları sunar, nefeslenme fırsatı verir ve daha bir pür dikkat meseleye odaklanma olanağı verir. O manada bazen geri adım bir kayıp, mağlubiyet değil, aksine ‘mevzi değişikliği’ sadedinde bir çıkış kapısı, yeniden başlama, daha bir azim ve kararlılık, şartların değerlendirilip yeni bir strateji uygulama imkanı olabilir. Yeter ki fikriyatta bir başkalaşım, ideolojik safiyetten uzaklaşma, küskünlük, umutsuzluk taşımasın! Farkındayım ‘fikriyatta başkalaşım’ derken, bunun da açılım ve izaha muhtaç tarafları vardır. Fikirlerde tashih süreci, tedebbür, taakkul, tefekkür ve nihayetinde bir tefakkuh süreci olması, ihmal edilmemesi gereken, yabana atılamayacak bir olgudur. Bu asla ve kat’a ikircikliği, şüpheciliği, ‘ne olsa geçer’ boş-beleşçiliğini, hakikatin göreceliliği ve çoğulculuğunu gerektirmez zinhar!
Bilgi-birikim-bilinç ve bunlardan mütevellit bir sahih mücadele hattı… Teori ile pratik uyum ve senkronizasyonu… Kaal ile halin örtüşmesi…
Bu seyahatimiz meyanında İstanbul, Zonguldak menzillerinden çıkışla ilk buluşma Ankara’da gerçekleştirildi. Oradan sonra Kayseri istikametinden bir refikimizi yolda Niğde’de alarak İktibas dergimizin yazarları, çizerleri olarak oluşan dörtlü ile yola revan olduk. İlk mola yerimiz Silifke’ye öğlen vakti sularında ulaştık. Orada farklı beldelerden dostların katılımları tamamlandığında namazın ikamesinin ardından hasbihale ve muhabbete başladık, devam ettik. Dostlardan gelen suallere diller döndüğünce beraberce cevaplar bulmaya çalıştık. Görünen o ki Türkiye coğrafyasının beklentisinden meşguliyetlerine, açmazlarından eksikliklerine hali pür melalleri üç aşağı beş yukarı aynı! Tabii olarak İslami hassasiyetlerin doğal uzantısı olarak bizlerin ve dostların endişeleri, sual ve yanıtları, arayış ve odak noktaları da o minvalde oluyor, aynı doğallığa istinaden! Yani asli gündem ve konularımız, yol-su-elektrik, köprü-tünel-otoyol meseleleri değil! Futbol, festival, şölen-tören, aktüalite hiç değil! Bunların insan doğasına değen, temas eden kısımlarını yadsıyor değiliz; ama bu tür malaya’ni şeylerin ‘algı manipülasyonu’ çerçevesinde öne çıkarılmasına, gündemi meşgul etmesine aşırı itiraz ediyoruz.
İşte bizler kendimize ait ve asli gündemlerimizi oluşturup bunlara yoğunlaşmadan maalesef her ne kadar itiraz edip uzak durmaya çalışsak da bunlar dönüp dolaşıp bir şeklide, bir yerlerde karşımıza çıkıyor, ayaklarımıza dolanıyor. İki aylık bir süreçte Filistin kıyamının sebep ve sonuçlarıyla hemhal oluyoruz. Sair coğrafyalardaki önceki zulümler raflara, donduruculara kaldırıldı şimdilik! Batılın varlığı, sözüm ona farazi gücü, malumaliniz ki hak ve hakikatin olmayışından, teslimiyet ve temsiliyetindeki ihmal, ihlal ve nakısalardan, unutma ve ertelemelerden, hak ediş oluşmamasından, liyakatsizlik ve duruş kifayetsizliğinden değil midir?
Akşam vaktine değin yapılan istişarelerimizde şu an itibariyle hissettiğim yanlış, yanlış demesek bile eksiklik ‘suallere cevap verme’ durumunda kalan bizlerin ‘soru sorma’ noktasındaki çekimserliğidir. Aslen bu seyahati gerçekleştiren, sahadaki dostlarla tanık ve danışık kalmayı sürdürme ve yenilerine kapı aralama amacında olan bizlerin sual sorma konusunda da bir önceliğimizin olması gerektiği fikridir. Bilmem katılır mısınız? Zira bir dergi vesilesiyle kamuoyuna fikri mihmandarlık, danışmanlık, örneklik sergilemeye çalışan bizlerin, sair beldelerdeki iş ve işleyişlere, ilişki ve beklentilere, hal ve gidişata bir projeksiyon ile bu çerçevede bir gündemleştirme, bunlara çözüm sadedinde öneri ve açılımlar oluşturma, stratejiler geliştirme durumumuz, ihtiyacımız var. Bu sebepten cevap makamından(!) sualleri de sorma ameliyesini de kuşanarak bir bütünlük izharı daha doğru olacaktır diye o hissiyatımı da paylaşmak istedim. Sürç-i lisan olduysa affola!
Derdimiz sadra şifa bulmak ve sunmak, yakından uzağa, bizden diğerlerine, tüm muhataplara… Bu manada seyahatlerimizin, öncelikli amacı da aslen gelen sualleri cevaplamak ve sualleri muhataplarımıza ileterek nabız yoklamak da değildir. Çıkılan bu dünya yolculuğunda, kulluk serüvenimizde yolculuğun ve kulluğun hakkını verebilmek, akabinde tarafımıza yöneltilecek tüm ahvalimizi ortaya serecek suallerin doğru cevaplarını burada iken hazır edebilmektir. Kısaca Rabbimizin rızasıdır. Tüm yapıp etmelerimiz, arayışımız, bulduklarımıza sıkıca sarılmamız, kelamlarımız, yazılarımız, duruş ve düşünüşümüz, sakınmalarımız bu minvaldedir. Bu konuda yol refiki arayışı, bulduklarımızla geliştirmeye çalıştığımız ünsiyet, bu ünsiyetin yardımlaşma ve dayanışmaya dönüşerek halkaların olabildiğince genişletilmesi çabaları bazen ihmal edilse, ertelense de, bazen yol ve yolculuk kazaları/sapmaları(!) da yaşansa niyet ve sa’yimiz budur.
Derginin çıkış, yayımlanış amacı da bu kamuoyu farkındalığı, bilgi-birikim ve bilinç edinimi amacına matuftur. Elbette o da ‘Rabbimizin rızası’ çerçevesinde oluşmuş doğru bilgi, doğru davranış eksenli olmak niyet ve gayretiyle… Bu süreçte tüm dost, kardeş ve refiklerimizin ve her halkasıyla tüm muhataplarımızın öneri, katkı, teklif ve eleştirilerine de açık olduğumuzu bilmenizi isteriz. Ama insanı üzen ve kıran, dahası yoran sair yerlerde, farklı kişilerden duyduğumuz ‘Dergi hala çıkıyor mu?’ tarzındaki tabirimi mazur görün, ama ‘sirkatin söyleyen kıpti’ gibi bir yaklaşım, duyarsızlık ve umarsızlıktır. Akabinde ‘Dergi kaç adet basılıyor, kaç abonesi var?’ şeklinde süren sorular, insana ‘ ört ki ölem!’ dedirten bir tutarsızlıklar ve tuhaflıklar, dahası sorunlar yumağı içinde olduğumuzu resmediyor adeta! Bu nice bir değişim ve başkalaşımdır! Devekuşu misali gibi, başını kuma gömmek aymazlığının dışında; deve mi, kuş mu, devekuşu mu belli olmayan/etmeyen, renk vermeyen, dahası duruma ve ortama göre renk, konum ve biçim alan bir evrimle gerçekten izahı zor bir durumdur, hele kabullenilmesi; imkansızdır!
Dergimizin banisi merhum Ercümend Özkan’ın rahle-i tedrisatından geçmiş, aynı havayı solumuş, bir şeklide ondan ve fikriyatından haberdar olmuş, temasta bulunmuş, hala da ondan sitayişle bahsederek, onun ayrı bir yerinin olduğunu ifade edenlerin bugünlerde içinde bulundukları ahval, aldıkları renk ve biçim, taraflarındaki/taraftarlıklarındaki değişkenlik, oynaklık insanı gerçekten sükût-u hayale uğratıyor. Hadi bize düşen kısmını, ev sahibinin ihmallerini kabul ettik de şu sayıları, cesametleri hiç yabana atılmayacak kitlenin/hızsızın, suçu, sorumluluğu ne olacak? Bunun hesabını kim, nasıl verecek? Hani şu Hz. Hüseyn’e yöneltilen ‘Gönlümüz senden, kılıçlarımız Yezid’den/güçten/egemen elitlerden/çıkardan/dünyadan/menfaatten/çoğunluktan/çoğulculuktan… yana!’ ikircikliği, kaypaklığı, dönekliği… İstikametsizlik ve istikrarsızlığı… Keza İsrailoğullarının Hz. Musa’ya söyledikleri ‘Sen geldikten sonra da sıkıntı çekiyoruz/ Görüyoruz, biliyoruz, ama karnımızı Firavun doyuruyor!’ Var mı bunun bir izahı; bilen varsa beri gelsin!
Araya aldığımız son iki paragrafın son seyahatimizle direkt ilişkisi yok; esnasında bahsi geçen bazı isimlerin ve daha önceki yaşanmışlıkların bizi bu sitemlere götürdüğünü söylemeliyim. Dahası hem dergimizin yayım hayatına başlamasının 44. yılı ve özellikle merhum Özkan’ın hem doğum hem de vefat tarihlerinin bu ayda olması (23 Ocak/24 Ocak)(Buna dair yazımızı dergimizin 2014 Ocak sayısında ve sitemizde https://iktibasdergisi.com/2018/01/25/mustafa-bozaci-bir-gunluk-hayat/ linkinde bulabilirsiniz.) münasebetiyle, münasebetsizlik etmeden bu konulara da parmak basmak lüzumu gördük, affınıza sığınarak! Malumunuz, merhum son nefesini yine son seyahatinde -ki bu seyahatlerin bir tatil form ve amacında olmadığını, hep bir tanışıklık, danışıklık, fikir teatisi, tedrisat, mensup ve ilgili olanlarla iletişim ve kaynaşma amaçlı olduğunu bilenler bilir; bilmeyen ne bilir, bilse sorar, sorsa bilirdi- bizim de bu son seyahatimizin ikinci ve son ayağı Adana’da vermişti! Özellikle merhumun belli bir yoğunlukta önem ve değer verdiği, ses veren noktalardan olan belli başlı merkezlerin şimdiki hal ve gidişatları insana ‘Bu ne perhiz, bu ne lahana turşusu!’ dedirtiyor. Onca emek ve çabanın, bari bir hatırının olması gözetilmesi gerekmez, yakışık almaz mıydı?!
Şimdilerde dergi abonelerine, en azından sayısal olarak bakılarak varılacak hüküm, rahmetlinin zamanında yaptığı etki ve oluşturduğu çekim merkezi olma durumu ile günümüz arasındaki irtifa farkı, çok ciddi analizlere tabi tutulmalı. Bu sadece rahmetlinin, nitelik, karizmatik etki, yoğun çabaları ile açıklanamaz sanırım. Bunları asla yadsımadan, ev sahibi olarak bizlerin ihmal ve ihlalleri de kabullenilse bile yine gerçekçi bir gösterge değildir bugünkü vaziyet! Başka bileşenler de hesaba katılmalı, hırsızın/mensup/müntesip ve zamanında yakın ilgide bulunanların sorumlulukları, ağır kaçabilir ama vefasızlıkları da masaya yatırılmalıdır. 28 Şubat süreci ile sonraki pastırma dönemleri kayganlıkları belki konuya ışık tutabilir! Turnusol kağıdı neticede eşyadaki/sizdeki/bizdeki veriyi, potansiyel durumu açık eden bir olgudur! Talut-Calut kıssasındaki nehir imtihanı gibi! Zamanın verili dönemi, belki ‘sözün bir ederi kadar ve daha çok bedeli ve değeri olduğu’ dönemlerdi, bu da hesaba katılmalı! Zamanın değişmesiyle bırakın hükümleri, her şey değişti. Başkalaştı! Hele yeni yayın döneminde dergimizin fiyatında yapılan zorunlu güncelleme –ki hepinizin malumali olduğu, bildiği, gördüğü, hissettiği, yaşadığı ve elde olmayan sebeplerden dolayı- zaten kıt olan aboneliğin, üstelik bizlerin nitel evsaf başta, nicel olarak da abonelik sayısının artırılması düşünülüp planlanan vasatta daha da kayıplar, eksiklikler, yitimler yaşayacak olması hakikaten izahı güç bir durumdur… Bu bir tahmin değil, şahit olduğumuz, bizzat yaşayıp tanıklık ettiğimiz bir durumdur. Bunun bir kısmı yine malum ekonomik sebeplere bağlanıp mazur görülebilse, bir kısmı da malum edinmişlikleri açık eden bir içerikten dolayı dergi aboneliğin doğurduğu ikilemin dayatması olarak okunsa da birçoğunun bir makul ve mantıklı, kabul edilebilir, iler tutar bir yanı olmasa gerektir. Üstelik rahmetlinin ‘yan gider’ olarak tavsif ettiği bu dergiyi kamuoyu ile buluşturma faaliyetinin şimdilerde daha ağır bir ekonomik yük olarak sürdürülmeye çalışıldığı unutulmamalıdır. Dahası bizler hala, ‘ekonomik gücü olmayan ve dergiyi okuma bilinç ve kararlığı gösterenlere bunu bilabedel göndermeyi taahhüt etmiş durumdayız.
Hani nitelik dedik ya, misalen söylüyorum, dergimizde fikirlerini bizlerle paylaşma cehdini sürdüren üstadımız, ağabeyimiz Atasoy Müftüoğlu’nun (Affına sığınarak… Kendilerine selam saygılarımızı iletiyor, sağlık, afiyet ve hayırlı ömürler diliyoruz bu vesileyle…) varlığı, duruş ve düşünüşü, bizler için çoktan daha çok bir artı değer olsa gerektir; hani o nitelik vs. vurgusu yapıp bunu mazeret kılmaya çalışanlara sözümüz! Yani ‘lahana turşusu’ meseli! Şunu da ekleyelim vefa, sahibinin hatırı demişken; üstadı programlara davet ettiğimizde (Ankara büromuzda ve/veya canlı yayınla internet üzerinden) diğer zamankilerle kıyasla aşırı bir teveccühü görebiliyoruz, yaşıyoruz. Pekala bu kitlenin, üstadın, aylık yazıp bizlerle paylaştıklarını aynı oranda merak edip takip etme kararlılığı göstermiyor oluşu hayretamiz bir durum değil midir?! Niye acaba?! Bunu sorgulamak dedikoduya mı girer acaba?!
Dergi bir aidiyet beyanıdır! Taraf olmaktır! Dosttan gelen bir mektup mesabesindedir! Aylık bir duygu ve düşünce paylaşımıdır! Yüz yüze görüşememenin açığını kapatmak imkanı, aynı hissiyatı, hassasiyetleri paylaşıyor olmak deklarasyonudur. Bu duygusal/kalbi boyutun yanında, ‘fikir vermek’, bilgi, birikim paylaşımı, gündemin sıcak ve bize dokunan kısımlarının bir bütünlük içinde paylaşımı, oradan bir bakış ve duruş çıkarılıp sergilenmesi, zihinlerimize de teması işlevleri de asla yabana atılmamalıdır. Bugünün ‘pdf’ gerçeği bu durumları gölgelememelidir, diye düşünüyoruz!
Bizler Rabbimize çok şükür ki hala sözün değerine inanıyor, ayağa düşürmemek için çaba sarf ediyoruz. Dilimizin döndüğü, elimizin yettiği kadar! Vüs’atimizce… Burada bir değer gören, en azından sahibinin hatırını gözeten sabık ve yeni farkındalık gösterecek tüm dost ve kardeşlerimizi birlik ve beraberlik içinde, aynı yolculuğa bekliyoruz! Kapılarımız, gönüllerimiz ardına kadar açık olarak. Neticede hepimizin gözetmek zorunda olduğumuz ilk ve asıl hatır Rabbimizinkidir, bunu biliyor, bunu söylüyoruz; buna inanıyor, buna davet ediyoruz. El ele, omuz omuza engeller daha kolay aşılır biliyorsunuz! Yoksa, bundan da hesaba çekileceğiz, unutmayalım! Sözün, davanın, hakikatin bizlerin vesilesiyle bir kişiye daha ulaştırılabilmesi, ne büyük devlettir, hayali bile cihan değer!
İnsan; unutur, yanılır, durur duraksar, düşer kalkar, bazen dünyaya, şeytan ve avenesine kanar, aldanır, çeldiricilerin cazibesine kapılır, geldiği yeri ve istikametini unutabilir. Bunlar olasıdır, imtihanın bir parçasıdır. Burada da bizlere hem kişisel hem de cemaat/grup olarak düşen sorumluluklar vardır! Birilerinin ‘Ne olursan ol, yine gel!’ dediği ve bunun matah bir şeymiş gibi sunulduğu zamane zamanlarda, bizler ‘tövbe’ ile Rabbimize yönelelim istiyoruz. Bunu salık veriyoruz! Geçmiş, geçti! Önümüze bakalım; duruş ve düşünüşümüzü, hal ve gidişatımızı bir tashih edelim, kendi muhasebe ve murakabemizi yapalım. Attığımız taşların ürküttüğümüz kurbağalara değip değmediğini bir kontrol edelim. Ne adına, ne bedelle nelerden vazgeçtiğimizi iyi düşünelim. Bu alışverişin Rabbimizin rızasına mı, itabına mı yol açacağı kaygısını diri tutalım, endişesini gözetelim. Fikirler de değişir; belki başkalaşır, belki olgunlaşır! Çek etmek, tashihte bulunmak, teatide bulunmak önemli. Bu konuda da birbirimize muhtacız, unutmayalım!
Evet, seyahatimizin ikinci gününde Adana’daki kardeşlerimizle buluşmak üzere, Mersin’deki dostlardan bir dahaki görüşmelere kadar, esenlik dileklerimizi ileterek, kucaklaşarak, onore olmuş, gönenmiş olarak ayrıldık! Bir anekdotu paylaşalım da bir tebessüm oluşsun, nüktenin altındaki ironiyle beraber. Bölgeden bir dost aktardı: Civarda bir vaazda ‘Muttakiler cennete gidecek!’ sözünü işiten bir bölge/yurdum insanı, ‘Hadi biz yakınız, Mut’a gideriz, ya uzaktakiler ne olacak!’ demiş… Aynı misale biz de, ‘takva elbisesi’nden bahsedilen bir hac ibadeti vaazının akabinde bizim hacıların sokak sokak, mağaza mağaza ‘takva elbisesi’ aradıkları yaşanmış hatırasını ekledik; gülüştük ister istemez!
Adana’ya vasıl olduğumuzda ikram edilen kahvaltının akabinde aynı mahalde bayan kardeşlerimizin daha yoğun katılımında bir sohbet gerçekleştirildi, sorular cevaplanmaya çalışıldı Mehmed Durmuş ve Şükrü Hüseyinoğlu kardeşlerimiz, refiklerimizce… Bu, vaktin ve mekanın bereketine artı katan sohbetin ardından diğer bir mekana intikal ettik. Midelerin bayramı bir tarafa zihinlerimiz, gönüllerimiz de doydu, bayram etti!
Sonraki mekanda da bayan kardeşlerimizin ev sahipliğinde ve yoğun katılımlı dinleyiciliklerinde yine Mehmed Durmuş ve Şükrü Hüseyinoğlu kardeşlerimizin, bu sefer bir konferans formunda ve gönüllerimize, zihinlerimize dokunan, ‘israil zulmü’ karşısında Filistinli kardeşlerimizin onurlu, izzetli, şanlı direniş/diriliş ve kıyamlarına işaret ettikleri, hakikatleri paylaştıkları sunumları her türlü sitayiş ve övgünün üzerindeydi. Tekraren kardeşlerimize duyarlık, farkındalık ve bu isabetli sunumları için çok kere çok teşekkürler, Allah ecirlerini versin.
Bu sunumun öncesindeki konuşmalar, sinevizyon, slayt gösterileri ve ev sahibelerimizden oluşan bir grubun Ankara’da melun israil zulmüne dair gerçekleştirdikleri vefakâr ve cefakâr girişimleri, sa’yi meşkurları ve orada gördükleri tüm olumsuzluklara rağmen geri adım atmayan dik duruşları, asıl kırmızı çizgileri öğretici cehdleri de her türlü takdire şayan olarak bizleri duygulandırdı, kıvançlandırdı, mesrur etti. Övülesi, imrenilesi, ne güzel bir çabadır bu! Allah razı olsun, Rabbimiz ecirlerini zayi etmeyecektir. Konferansı veren refiklerimizin bu cehd-ü gayretin sahibelerine kendi yazdıkları kitapları imzalayıp hediye etmeleri de başka bir güzellikti; ne değerliydi!
Oradan aynı ev sahip ve sahibelerimizin gerçekleştirdikleri, ‘Filistinli kardeşlerimiz yararına’ düzenledikleri kermeslerine iştirak ettik. İkramlarla karşılandık, karşılıklı ikramlarda bulunduk. Bu buluşma da bizler için her açıdan ‘sıhhat’ vesilesi olmuştur. Anlatılacak o kadar çok enstantane, anı ve duygu var ki, tam da ‘Anlatılmaz, yaşanır!’ hali…
Rabbimize bu seyahatimizi niyetinden ifasına değin gerçekleştirme fırsatı verip bölgedeki kardeşlerimizle tanışma danışma, kucaklaşma, hasbihal imkanı sunmasından, kardeşlik hukuku ve duygusunu fiili olarak tahakkuk ettirip tattırmasından dolayı ne kadar şükredip hamd etsek azdır. Tekrarlarını da karşılıklı yineleme fırsatı vermesi, kolaylaştırması duasıyla Allah yar ve yardımcımız olsun… ‘İmkan’ demeyeceksiniz, biliyorum; o bir şeklide bulunuyor! İllâ niyet ve samimiyet…
(İktibas Dergisi, Ocak 2024 Sayısı)