Bünyamin ZERAN
SORULAR VE SORUMLULUKLARIMIZ
Soru sormak hayatımızda neyi değiştirir diye düşündük mü? Çağımızın unuttuğu bir alışkanlık desek ne kadar isabetli bir görüş elde etmiş oluruz? İnsan eğer bir soru soruyorsa karşılığında aradığı bir cevap vardır. Bu cevap insan için önemlidir ve hayatının geri kalan kısmını bu sorduğu sorunun cevabına göre dizayn edecektir. Her soruda yeni bir anlam bulacak ve her yeni anlam ona yeni imgeler yükleyecektir.
Bir bebeği düşünelim. Belli bir konuşma aşamasına gelince anne ve babasını bıktırırcasına “anne bu ne, baba bu ne” diye sorularına devam eder. Çünkü ilk defa yüzleştiği nesnelerin ne işe yaradığını öğrenmek ister. Bu bebeğin gelişimi için çok önemli bir aşamadır. Eğer anne ve babalar çocuğun bu sorularına kayıtsız kalır yahut bıkkınlık duyup cevaplamaz, savsaklarlarsa çocuğun sağlıklı gelişiminin de önüne geçmiş olurlar.
Kendimizi vahyin karşısında bir çocuk gibi görebilir miyiz? Tıpkı bir bebeğin anne ve babasına büyük bir öğrenme merakı içinde içtenlikle sorduğu sorular gibi Rahmana içtenlikle sorular sorabilir miyiz? “Kullarım, beni senden sorarlarsa, (bilsinler ki), gerçekten ben (onlara çok) yakınım. Bana dua edince, dua edenin duasına cevap veririm. O halde, doğru yolu bulmaları için benim davetime uysunlar, bana iman etsinler.” (2/186)
Soru sorabilmeyi önemsiyorum. Zira kaygı duyan insan soru sorar. Sorusu olmayanın sorumluluğu da olmaz. Sorumluluğu olmayanın dini de yoktur. Hayvanlar soru sormaz mesela. Kuşlar, böcekler, bitkiler, dağlar, taşlar vs. ama insan sorar. Çünkü insanın sorumlu olduğu bir mercii vardır ki o da yüce Allah’tır.
“Şüphesiz bu Kur'an, sana ve kavmine bir öğüt ve bir şereftir, ondan hesaba çekileceksiniz.” (43/44)
İnsan evrenle olan ilişkisini sorgular, insanla olan ilişkisini sorgular, varlık amacını sorgular. Niçin varolduğunu, dünyada ne işe yaradığını ve hayatını nasıl anlamlı kılacağını sürekli sorgular ya da sorgulamalıdır. Zira çağımız epikürizmin peydah ettiği ve Batı Avrupa ve Amerika'nın hamiliğini yaptığı hazcılığın pençesinde sorgulamayı terk etmiştir. Çağın insanı sürekli tüketen, tükettiği kadar mutlu olan bir yapıyı benimsemiştir. Şehvetperest bir toplum olmuştur.
Kendini hala İslam'ın safında zanneden kimi müslüman fertler de çağın bu hastalığına tutulmuşlardır. Müslüman fertler kendilerine ait kavramları önceleri Kur’ana sorup hayatlarını ona göre dizayn etmeye çalışırlarken şimdilerde ise soru sormayı bırakıp ya baskıdan ya da ağızlarına sürülen bir parmak balın hazzıyla sermayenin peşinde başkalaşıma uğrayarak siperlerini terk etmiş durumdadırlar.
Var mı düşünüp öğüt alan… (54/17,22,32,40) Akletmez misiniz?(47/24) Onlara sor… (27/59-64) İçlerinden şu büyük olan puta sorun belki o yapmıştır… (21/63), ne oluyor size nasıl hüküm veriyorsunuz (68/36), öyleyse Rabbinizin hangi nimetlerini yalanlıyorsunuz (55/13, vs) gibi daha yüzlerce soruyla karşılaşırız.
Her biri kulun kendi iç dinamiklerini doğru yönlere yönlendirmesi için hikmetle sorulmuş sorulardır. Fert nasıl hüküm verdiğine bakacak, evrenin oluşumuna bakıp yaratanını bulacak, vahyi sürekli düşünüp onunla öğüt alacak ve sürekli Rahman'a sorularını vahiyden soracak. Vahyi Allah’ın belirleyiciliğinde anlayacak, aceleci olmayacak (75/16) ve gereksiz sorular da sormayacak (5/101).
Soruları azalan toplumun ve fertlerin kaygıları da azalıyor demektir. Her soru insana sorumluluk yükler. Çünkü her soru insanı içten içe kemiren kuşkuyu gerçek bir bilgiye dönüştürecek kapıyı aralar. Gerçek bilgiye açılan her kapı insanı kemale ulaştıracak basamakları da beraberinde taşır.
“Siz Kitabı okuyup durduğunuz halde, kendinizi unutup başkalarına iyiliği mi emrediyorsunuz? (Yaptığınızın çirkinliğini) anlamıyor musunuz?” (2/44) ve “Ey iman edenler! Yapmayacağınız şeyleri niçin söylüyorsunuz?” (61/2) ayetlerinde olduğu gibi insana öyle sorular sorar ki, insanın duygu dünyasının altını üstüne getirir ve kendisiyle yüzleşmesini mecbur kılar. Ve vahiy böylece insanın iç dünyasını yeniden imar eder. İmar edilmiş bir zihin dünyayı algılamak, varlığını anlamlandırmak için kendine sorular sormaya başlar.
Niçin sömürülüyoruz, ABD ve işbirlikçileri Müslüman ülkelerde hangi hakla gasp ve tacavüz yapmaktadır? Batı, medeniyet diye ürettiği canavarın insanı nasıl köleleştirdiğini, nasıl tükettiğini bile bile niçin kendi medeniyetini dünyanın en köklü medeniyeti saymaktadır?
Niçin içimizdeki bel'amlar Müslüman ülkelere saldıran Rusya, ABD, Çin, Batı Avrupa, İsrail işgalciler için olumsuz tek bir sözcük kullanmazken kendi inançları için mücadele eden ülke veya grupları terörist diye damgalamaktan haya etmezler? Rusya'da metroda meydana gelen patlama için ilanlı başsağlığı dilerken, yanı başımızda Irak’ta öldürülen, tecavüze uğrayan, toprakları gasp edilen bir toplum için aynı hassasiyetleri taşımaz? Rusya’da bombayı patlatanları terörist diye tanımlar da Çeçenistan’da Müslümanlara bomba yağdıran Rusları, birçok Müslüman ülkeyi işgal etmiş ABD’yi, Gazze’de, Sabra ve Şatilla’da kasaplık yapmış ABD’nin ve Batı’nın şımarık veled-i zinası İsrail’i ve ülkelerinde Müslümanlara ikinci sınıf, safra kesesi, artık muamelesi yapan, Bosna’da binlerce Müslümanı katleden, Ruanda’da binlerce yerli insanı birbirine kırdıran Batıyı; terörist, işgalci, zorba diye tanımlayamaz.
Dün, Davos’ta İsrail’e kükreyenler niçin yanıbaşındaki ABD’ye kükremiyor ve artı niçin ABD ile birlikte Irak’ı işgal etmek için Meclis'te tezkere için ter döküyor? Kendilerini Müslüman olarak niteleyen, abdestli, namazlı bir başbakan ve cumhurbaşkanı varken, Meclis'in büyük çoğunluğu, hatta kabinenin nerdeyse yüzde doksanı çeşitli tarikatlara mensup bakanlardan oluşuyorken niçin başörtüsü kurumlarda hala yasak? diye sorası geliyor inansın. Ve her soru biraz daha sorumluluk yüklüyor bizlere.
Ne kadar da uğraşılması gereken, çözüme kavuşması gereken şeyler var diyorsunuz. Modernite evlere kadar girip çocuklarımızı esir alırken, resmi eğitim-öğretimler çocuklara işlerine yarayacak doğru ve hikmetli bilgi yerine rejimin boğazına kadar şirke batmış asli unsurlarını kafasına dikte ederek kazırken, soru sormadan ve cevaplar üretmeden seyre dalmak ailemizi, ehlimizi ve kendimizi ateşten korumayacaktır.
Soru sormaktan korkuyoruz çünkü rahatımızı bozmak istemiyoruz. Sünni geleneksel İslam anlayışı içerisinde düzene uyup yaşamak istiyoruz. Belli ritüel ibadetleri yerine getirip, esas zulme direnişi bir yana koyarak, adalet ilkesini hayatımızda ve yaşadığımız düzlemde önemsemeyerek çıkarcı oportünist, pragmatist bir yaşamı kendimize şeref sayıyoruz. Oysa izzet ve şerefin Allah’ın tevhid ilkesine sahip çıkmakta olduğunu unutuyoruz. Dünyevi korkularımız ağır basıyor. Ya işkenceden ya itibar kaybetmekten ya ailemizi kaybetmekten ya da para kaybetmekten korkuyoruz. Allah tüm bunlara dair de soru soruyor bizlere:
“De ki: "Eğer babalarınız, oğullarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, aşiretiniz, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz bir ticâret ve beğendiğiniz meskenler size Allah'tan, peygamberinden ve onun yolunda cihattan daha sevgili ise, artık Allah'ın emri gelinceye kadar bekleyin! Allah fasık topluluğu doğru yola erdirmez." (9/24)
“Kavmi onunla tartışmaya girişti. Dedi ki: "Beni doğru yola iletmişken Allah hakkında benimle tartışmaya mı kalkışıyorsunuz? Hem sizin ona ortak koştuklarınızdan ben korkmam; ancak Rabbim'in bir şey dilemiş olması başka. Rabbim'in ilmi her şeyi kuşatmıştır. Hâlâ düşünüp öğüt almayacak mısınız?
Allah'ın, size, hakkında hiçbir delil indirmediği şeyleri ona ortak koşmaktan korkmuyorsunuz da, ben sizin ortak koştuğunuz şeylerden ne diye korkayım? Öyle ise iki taraftan hangisi güvende olmaya daha layıktır? Eğer biliyorsanız söyleyin." (6/80,81)
Bize soru sormak bu dünyada lazım. Nefes alıp veriyorken hala şansımız var demektir. Soru sormaya devam edelim. Zira biz sormaz, sorumluluk almazsak, yüce Allah bize ölünce birkaç soru daha soracak. O sorulara muhatap olmadan önce, aklımızı başımıza alıp, yaşıyorken sorduğu sorulara doğru cevap vermeye ve verdiğimiz cevapların gereğini yerine getirmeye bakalım derim.
“İnsanların hepsi Allah'ın huzuruna çıkacak ve güçsüzler büyüklük taslayanlara diyecek ki: "Şüphesiz bizler size uymuştuk, şimdi siz az bir şey olsun Allah'ın azabından bizi koruyabilecek misiniz?
Onlar da, "Eğer Allah bizi doğru yola eriştirseydi biz de sizi doğru yola eriştirirdik. Şimdi sızlansak da, sabretsek de bizim için birdir. Artık bizim için hiçbir kurtuluş yoktur" derler. İş bitirilince şeytan da diyecek ki: "Şüphesiz Allah size gerçek olanı söz verdi. Ben de size söz verdim ama yalancı çıktım. Zaten benim sizi zorlayacak bir gücüm yoktu. Ben sadece sizi çağırdım, siz de hemen bana geliverdiniz. O halde beni kınamayın, kendinizi kınayın. Artık ben sizi kurtaramam, siz de beni kurtaramazsınız. Şüphesiz ben, daha önce sizin, beni Allah'a ortak koşmanızı kabul etmemiştim. Şüphesiz, zalimlere elem dolu bir azap vardır." (14/21,22)
“Onlar cennetlerdedirler. Birbirlerine suçlular hakkında sorular sorarlar ve dönüp onlara şöyle derler:
Sizi Sekar'a (cehenneme) ne soktu?
Onlar şöyle derler: "Biz namaz kılanlardan değildik.
Yoksula yedirmezdik.
Bâtıla dalanlarla birlikte biz de dalardık.
Ceza gününü de yalanlıyorduk.
Nihayet ölüm bize gelip çattı.
Artık şefaatçilerin şefaati onlara fayda vermez. Böyle iken onlara ne oluyor da, öğütten yüz çeviriyorlar? Onlar sanki arslandan kaçan yaban eşekleridirler. (74/40-50)
Kendilerine zulmetmekteler iken meleklerin canlarını aldığı kimseler var ya; melekler onlara şöyle derler:
Ne durumdaydınız? (Niçin hicret etmediniz?)
Onlar da, Biz yeryüzünde zayıf ve güçsüz kimselerdik derler. Melekler, Allah'ın arzı geniş değil miydi, orada hicret etseydiniz ya! derler. İşte bunların gidecekleri yer cehennemdir. O ne kötü varış yeridir.” (4/97)