Bünyamin ZERAN
YAŞAMAYA DAİR...
Konuşmak ve konuşmamak arasında kalır ya insan, sussa bir dert susmasa bir dert. Kelimeler sıralanır da gırtlakta düğümlenir kalır. Hayatın bir an gerisine düştüğünüzü hissedersiniz. Camların arkasından seyredersiniz hayatı. Herkesin kendi kulesi vardır. Kimisinin fildişidir kulesi kimisinin yalnızlığını ve kendini yaşayabildiği itikaf odalarıdır. Yaşamanın bu kadar büyük bir sorumluluk gerektirdiğini fark ettiğinizde yaşamaya dair korkularınız artar. Acaba dersiniz ve acabalarınızın ardı arkası kesilmez. Acaba layıkıyla yaşayabilir miyim?
Önce yaşamak nedir, nasıldır sorularını cevaplar sonra layıkıyla yaşama denilen şeye bakarsınız. Herkesin kaygıları, özlemleri, ihtirasları, olmazsa olmazları depreşir yaşamak denilen o sahne gözünün önüne düştüğünde. Ya vazgeçmek zorundasınızdır ya da vazgeçmeyip tutsak yaşamak zorunda. Esaret insanın kendine farkında olmadan yakıştırdığı bir elbisedir. İnsan, hiçbir zaman fark etmez ya da fark etmek istemez esaret altında olduğunun. Nasıl itiraf edebilir ki insan tutkularının esiri olduğunu ve yine nasıl itiraf edebilir zindanda yaşamanın kendisini mutlu kıldığını. Herkesin zindanı da farklıdır elbet. İnsan kendine yeni zindanlar yaratmada çok başarılıdır. Yaşamaya düşkün olanların zindanları, yaşamanın kıymetini bilenlerinse özgürlükleri vardır. Her iki ifade aynı gibi görünse de farklıdır. Birincisi yaşamayı hedef, amaç kılmıştır. İkincisi ise yaşamayı amaç haline getirmemiş sadece yaşamanın haysiyetine sahip çıkma gayretindedir. Kendi varlığını sorgulamakla meşgul, kendini donatmakla gururludur. Diğeri ise nefes alıp vermenin derdine kendi onurundan ve gururundan vazgeçebilecek kadar düşkündür.
Her gün binlerce kez nefes alıp verir, havayı koklar, iklimin her çeşidini duyumsarız. Mavi gökyüzünü gördüğümüzde o güneşin tüm parıltılarını içimize çeker her hücremizi o ışıkla aydınlatırız. Yağmurla ıslanır, yağan karla yeryüzünün en değerli gelinliğini kuşandığına tanık oluruz. Gözümüzün tanık olduğu her şey bize yaşamanın anlamını yeniden yükler. Ölümü yaşamdan hiç ayırmadan birbirinden ayrı ama birbirine dost kılarak yolumuza devam ederiz. Yaşamanın haysiyeti birazda ölümün dostluğuna bağlıdır. Her an ölecekmiş gibi yaşamak ve hiç ölmeyecekmiş gibi yola devam etmek. İki olguyu kendi içinde bağımsızlaştırsa da birbirinden koparmadan birini diğerinin sebebi bir diğerini diğerinin sonucu kılmak. Fildişi kulelerine çekilip yaşamı bir sinema filmi gibi bir camın arkasında seyredenler ve rollerini yaşaması için dublör tutanlar figüranlara bahşiş dağıtanlar yaşamanın onuruna hiç eremezler. Yaşam o kadar değerlidir ki bu değeri ancak sahaya inip sıcağı, soğuğu, yağmuru, karı ve sızıyı yerinde hissedenler tadabilir. Birileri yaşamın tüm şifrelerini çözmüş gibi davranır. Hiç ölmeyecekmiş gibi yaşarlar. Daha ilerisi ölüme de hükmedebileceklerini düşünürler nerdeyse. Oysa yaşamın en değerli dostu ölüm müdahale kabul etmez. Bunu fark ettiklerinde çok geçtir. Ne kadar zillet içinde olduklarını fark ederler.
Bazen kendimizi kaybettiğimizi düşünerek hayatı seyre dalarız. Seyrederiz kendimizi bulmak için nerdeyiz, kiminleyiz diye. Hayatı bir dublör olarak mı yaşıyoruz yoksa başkalarının senaryosunu yazıp yönettiği bir filmin figüranları mıyız diye! Hayat kimseye oyun oynamaz. Bunu bildiğimiz için kimi vakitler itikaf odalarımızda kendimizi seyre dalışımız bundandır. Hayat herkese aynı sahneyi verir. Herkes hayat için başrol oyuncudur. Ama herkes kendini başrol oyuncu kalitesinde görmez. Çünkü hayata başlarken tutkular, heyecanlar, öfkeler, bağımlılıklar hepsi önceden verilmiştir. Kendini tüm bağımlılıklardan azade etme cesaretini gösterenler bu filmin başrol oyuncusu olup en iyi oyuncu ödülünü kazanacaktır. Ödül almanın bir sınıfı cinsiyeti yok herkes kendi ölçeğinde yaşayabileceği en değerli hayatı yaşayacak. Onurlu, mağrur, başı dik yaşayacak. Yarın öleceğini ve yaşamın tüm çetelesini sunacağını düşünerek yaşayacak. Yaşamın tüm karelerinde utanmadan ve göğsünü gere gere evet bunları ben yaptım deme cesaretini göstererek yaşayacak. Yaşamın değerli dostu ölüm ona ulaştığında O Rabb’inden razı Rabbi ondan razı olarak kalkacak.
Hayat, yapamadıklarımız karşısında en kolay suçlanan bir günah keçisidir. “Hayat bana yalan söyledi, hayat bana oyun oynadı…” gibi nice sözler söyleriz. Hayata dahil edildiysek hayatın tüm kahrını, sorumluluklarını ve tüm zorluklarını göğüsleyebilecek bir yüreğe de sahibiz demektir. Önemli olan bize bu zorluklara dayanma gücü veren o kaynağı keşfetmektir. O kaynak keşfedildiğinde ellerimizle kendi ellerimize taktığımız prangalar çözülecek ve hayat olması gerektiği çizgide akıp gidecektir. Bize yine üç seçenek gözükmekte. Ya hayatı fildişi kulelerinde bir camın arkasından seyre dalacağız. Yaşama dahil olmaktan korka korka, bağımlılıklarımızı her gün biraz daha çoğaltarak yaşayacağız. Her gün biraz daha köle her gün biraz daha korkular içinde yaşayacağız. Ya da başkalarının yazıp yönettiği hayatta kendimiz olmadan ve hayatın tüm külfetlerini başkalarının adına yaşarken nimetlerini de fildişi kulelerindekilere tevdi ederek yaşayacağız. Hem kendi korkaklığımızın hem de onların tutkularının esiri olarak bir hiç, artık değer, safra kesesi olarak yaşayacağız. Son seçenek; kendimiz olarak yaşayıp yaşamın onuruna sahip çıkacağız. Ölümü yaşamdan koparmadan ve yaptıklarımızın hesabını vereceğimizi bilerek yaşamak. Yaşamın en iyi oyuncu ödülünü almak için yaşamak. Figüran, dublör ya da kendim olmak. Elbette herkes kendine yakışanı tercih edecektir.