Bünyamin ZERAN
ZAMANIN FIRTINALARINDAN KORUNMAK GEREK
Modernizm ve postmodernizm insanlığı olanca gücüyle kuşatıp nihilizmi yaygınlaştırdıkça insanları ilaha duyarsızlaştırarak onlara yeni kutsallar belirlemektedir. İnsan giderek toplumu olumsuz anlamda kuşatan bu canavara karşı silahsızlandırılmakta ve koşulsuz teslimiyeti için hayatı bu canavarın isteklerine göre şekillendirmektedir. Luther’le başlayan protestan hristiyan düşüncesi katolik inancından farklı olarak bireyi ön plana çıkarmış ve laik bir din olgusunu yeni inanç sistemi olarak belirlemiştir.
Katolik inancında doyabileceğin kadar yemek ve ihtiyacın kadar para anlayışı varolup, daha çok tanrıyla meşgul olma düşüncesi hakimken, protestanlık, tanrıya olan iman kişinin kendisinde saklı olup dilediğin kadar yemek, dilediğin kadar servet ve "tanrıyla olan bağında kendi iradenle ne kadar meşgul olmak istersen o kadar ol ama kendini bir yere bağımlı hissetmeden özgür iradenle birey olarak imanını yaşa" düşüncesini geliştirmiştir. Lutherci anlayışın sanayi devrimiyle birlikte ne kadar ileri gittiğini görme imkanına sahibiz. Sanayi devrimiyle birlikte tüketimi artırabilmek için geniş aileyi parçalayıp bireyselleşmeyi ön plana çıkaran böylesi bir anlayışa ihtiyaç vardı ve bu modelin inşa edicisi de Luther oldu. Modernizm ve belli bir aşamadan sonra da postmodernizm bu vesileyle insanlığı kuşatma altına aldı.
Batı, tanrıyla olan münasebetlerini yeniden şekillendirdi. Öncesinde tanrı mükafatlandıran, cezalandıran, cennetle müjdeleyip cehennemle korkutan, her şeyin düzenleyicisi ve varedeni baba tanrı iken, modernizm süreciyle birlikte göğe çekilip oturan, yeryüzündeki işleyişe hiç karışmayan yalnızca kalbin temizliğine bakan, vicdanlara hapsolmuş ve modernistlerin herşeyine alkış tutan ve yalnızca onları koruyup gözeten bir tanrı olmuştur.
Batı’nın misyonerlik faaliyetlerinde yaygınlaştırmayı kendine ilke edindiği din anlayışı da protestan din anlayışıdır. Yani onların işgal ve sömürülerine karşı destek olan, onları yücelten ve yeryüzünü onlara peşkeş çeken bir tanrı anlayışıdır. İşte batının dayattığı bu din ve tanrı anlayışı zamanla müslüman dünyasında da geniş yankılar uyandırdı ve müslüman toplulukları bir bir çözülmüşlüğe ve tüketim köleleri haline sokmaya başladı. Bunun sebeplerini birçok maddeyle tahlil edebiliriz elbette ama en önemli sebep olarak İslami ülkelerin başındaki şahsiyetlerin tevhid İslamını insanlara anlatıp, tehvid İslamını bayraklaştırmak yerine gelenekle karışmış, şirk dini haline gelmiş Ümeyyeoğulları İslamını, güdükleştirilmiş belli hanedanların çıkarlarını koruyan, mustazafları daha çok ezen, zalimlere karşı merhameti öğütleyen, kolu kanadı kırılmış bir İslamı yaşatma çabasındaydılar. Elbette böylebir İslam anlayışının topluma sunacağı bir şey ve modernizme karşı bir dik duruşu olamayacaktı.
Sanayi Devrimi hızla toplumların hayatını değiştirir ve modernizm bu devrimin etkisiyle insanları tüketim köleleri haline getirirken, tüketim kölesi insanlar daha da azgınlaşarak postmodernizm yani modern ötesi dediğimiz bir amaçsızlığa gark olmaya başlamış ve insanlık tüm bu olanları kayıtsız bir şekilde seyretmekle yetinmiştir. Sonrasında dünya, kapitalizmin eliyle inşa edilen yaklaşımlardan sıyrılmak ve sömürülenlerin haklarını almak için hamleler yapmak gayretiyle birçok düşünce geliştirdi. Bunlardan en önemlisi Marxsizm’di. Her ne kadar o süreçte kapitalizmin çok ciddi eleştirisini yapmış ve sömürülenleri ve sömürenleri belegeleriyle ortaya koyup kapitalizmin lanetini dünyaya ilan etse de, kendi felesefesinden kaynaklanan açmazlarla da insanların sömürülmesinden kendini kurtaramamıştır.
Kapitalizm insanları durmacasına çalışmaya mahkum bırakarak aile yapısını yıkarken, proleterya diktatörlüğüne dönüşen Marxsizm de fuhşu serbestleştirerek ve çocukların doğumdan hemen sonra anneden alınıp kreşlere verilmesi ve orada büyümesini sağlayarak ve anne ile babanın sürekli komün bir dünyayı inşa etmek adına fıtratına uymayan bir şekilde çalıştırılmasıyla aileyi parçalıyordu. Kapitalizmin oluşturduğu dünya ile yalnızca söylem farklılığı olan yeni bir sömürü düzeni, yeni bir diktatörlük inşa edilmişti.
Kapitalizm, Marksizm’in kendisine yönelik yaptığı eleştirilerle kendini yenilemesini bilmiş, işçi ücretleri ve çalışma saatleri yeniden düzenlenmiş, sosyal haklar yeniden gözden geçirilmiş ve kapitalizm yoluna güçlenerek devam etmesini bilmiştir. Ne var ki Marxsizm herşeyin kendinden neşet ettiği esas alt yapının ekonomi olduğunu ilan ederek büyük bir yanılgıya düşmüştür. İnsanı hayatta güçlü ya da zayıf kılan şey temel olarak ekonomi değildir. Elbette ekonomi önemli bir atlama taşıdır. Ama hayatın kendisi değildir. İnsan, hayatı boyunca kutsala duyduğu ihtiyaçla yaşamıştır. Tarih, Şeriati’nin ifadesiyle tevhid ve şirk kavgasıyla meşhurdur. Yani din olgusu insanların alt yapılarını belirleyen unsurdur. Eğer Marks, kapitalizmi elleştirisine son vahiy olan Kur’an gözüyle bakabilmeyi becerebilseydi herşey daha farklı olabilecekti.
Bugünün dünyasında müslüman olan şahsiyetler modernizme karşı bir tavır ortaya koymak istediklerinde bu tavırlarını belirleyecek en önemli unsur, kaynak sorunudur. Aslına bakılırsa kaynak sorunu ifadesi müslümanlar için anlamsız bir ifadedir. Zira kaynak olarak Kur’an vardır. Ama Kur’an bugün toplum hayatında ne denli kaynak olarak görülmektedir? Yani Kur’an mı kaynaktır yoksa Kur’an’ı kendi gelenekleriyle yorumlayan şahsiyetlerin, üstad ve şeyhlerin düşünceleri mi kaynaktır? En başta müslüman dünyanın modernizme karşı savunmasız kalışının sebebi olarak, Ümeyyeoğulları İslamının muktedirlerce yaşatılması olduğunu belirtmiştik. Dünden bugüne Kur’an’ın kaynak olarak kabulü noktasında epey bir ilerleme mevcuttur. Bundan çok değil on-onbeş yıl öncesinde Kur'an anlaşılmaz, yalnızca Arapçasından okunur, anlamak için bilmem ne kadar hadis ne kadar fıkıh bilmek lazım diyenlerin sayısı epey fazlayken, şimdi devlet eliyle Kur’an’ın anlaşılırlığı vurgulanmakta ve "kaynak" olarak kabul görmekte. Tabii ki tevhidi düşünceye sahip olanların bakışı gibi kaynak kabul edilmemekte. Daha çok Kur’an düşüncesi iğdiş edilerek ve Kur’an kavramları üstadların ve küresel güçlerin yorumladığı şekliyle yorumlanarak kaynak kılınmaktadır.
Huntignton’un tezine göre küresel kapitalizmin karşısındaki tek güç İslam’dır. Onun için İslam'ın başkalaştırılması şarttır. Batı, BOP ve medeniyetler ittifakı adı altında İslamın ötekileştirilmesi için olanca gücüyle çalışmaktadır. Bugün, müslüman fertler bu tezlere karşın kendi tezlerini geliştirmek zorundadır. Görülüyor ki ılıman İslam anlayışı ve batının ürettiği tezler, tevhidi müslümanlar üzerinde de olumsuz izler bırakmaktadır. Son “One Minute” ve Mavi Marmara gemisinde yaşananların ardından gelinen referandum sürecine kadar kimi müslümanların durduğu zeminin çok da tevhidi olmadığı, kaypak bir zemine sahip olduğu görümektedir. Ben bunu ilk inen vahiyde belirtilen “yaratan Rab adına oku”ma eksiliğinden kaynaklanan sorun olarak nitelendiriyorum. Helvadan put yapıp acıkınca yemeye gerek yok diyorum. Allah zalimlerle sürekli ve her alanda bir mücedeleyi zorunlu kılıyorsa buna uygun tezler üretmek zorundayız diyorum. Rüzgarın şiddeti ne olursa olsun savrulmadan durduğun çizgiyi koruyabilmek önemlidir diyorum. Anayasa paketinin kısmi iptaline karşı meclisi dik durmaya davet edenler ve AYM’yi kınayanların inançlarını yeniden gözden geçirmelerini diliyorum. Zira durdukları zemin giderek kayganlaşmakta ve Kur’an’ın onlardan üretmelerini istediği tezlerin dışına çıkarak küresel güçlerin bir parçası olmaya doğru kaydıklarını farketmeleri gerekiyor. Eğer bu kayış devam ederse kendileriyle birlikte sürükledikleri insanların da vebalini yükleneceklerdir.
Müslüman bireyler gerekirse tekrardan sıfırdan başlamalıdırlar. Kaynağı yeniden ve büyük bir ciddiyetle okumalılar. İnsanlara bu vahyi en saf ve duru şekilde ulaştırmalıdırlar. Zekeriya’nın Meryem'le bir bitki gibi ilginmesini örnek alarak gerekirse her bir fert, etrafındaki insanlarla bir bitki gibi ilgilenmeli ve bu minvalde bitkileri çoğaltmalıdır. Ama sabırla işlemeli ve bitkiler iyice kök salıncaya kadar da rüzgarın ve fırtınanın önüne atmamalıdır. Bir çiftçi olunmalı ve ürünün ne zaman sulanacağı, ne zaman haşerelere karşı ilaçlanacağı, ne zaman toprağın gübreleneceğini iyi hesap etmelidir. Ancak bu şekilde Huntignton’un korkularını haklı çıkarabliriz. Aksi takdirde rüzgarla birlikte savrulup gidenlerin arasında oluruz.