Mehmet PAMAK
'YENİ 28 ŞUBAT'A RAĞMEN ALLAH YOLUNDA SABIRLA YÜRÜMELİ VE ASLA KORKUP SİNMEMELİYİZ
Bismillâhirrahmânirrahîm
Muhterem kardeşlerim, “Eski 28 Şubat” sürecindeki konuşma, savunma, yazı ve kitaplarımda ifade ettiğim bazı hususları “Yeni 28 Şubat” sürecinde de gerekliliğine inanarak tekrar gündeme getirmek ve sizlerle paylaşmak istiyorum.
Biliyoruz ki, Kur’an yolundaki mücadeleyi sürdürürken, pek çok sıkıntı, zorluk ve darlıkların gündeme gelebileceği, ancak bunların bir imtihan olduğu ve bunlara karşı sabredip direnmenin önemi ve gerekliliği de yine Kur’an’da ifade edilmektedir. Allah’tan daha fazla hiçbir şeyden korkmadan, mallarımızı ve canlarımızı Allah yolunda sarf etmekten çekinmeden fedakârca çaba göstermemiz gerektiği yine Kur’an’da emrediliyor.
Müslümanlar olarak, korkmamıza, çekinmemize ve sinmemize yol açacak hiçbir şeyimiz yoktur. Biliyor ve inanıyoruz ki, sadece Rabbimize kulluk yapmak üzere yaratıldık. Yine biliyor ve inanıyoruz ki, bu kısacık dünya ömrümüzde, imtihandan geçirilmekteyiz. Ve yine biliyor ve inanıyoruz ki, Rabbimiz, dünya hayatımızda uygulamamız gereken hükümleri, ilke, ölçü ve mizanı; ahlâki, hukuki norm ve değerlerimizi vahiyle bize bildirmiş olup bunlar kıyamete kadar geçerli hükümler olarak Kur’an’da toplanmış bulunmaktadır. O halde yapacağımız şeyler, son derece açık bir biçimde belli olup Allah’ın koruması altında değişmeden muhafaza olunan Kitapta, elimizdeki temel kaynağımızda yer almaktadır. Vahyin ilk şahidi olan güzel örneğimiz Rasûlüllah (s) tarafından da Kitabı nasıl anlamamız ve nasıl yaşamamız gerektiğine dair pratik ve nasıl bir yöntem takip etmemiz gerektiğine dair yoldaki işaretler, Rasûlün mücadele sünneti olarak ortaya konmuş bulunmaktadır. Sonuçta, Kur’an’ı hakkıyla okumak, İslam’ı sahih bir yöntemle öğrenmek, yaşamak ve yaymaktan ibaret olan İslami mücadele programımız, hiçbir şart altında vazgeçemeyeceğimiz ve hayatımızda hiçbir zaman belirleyici olmaktan çıkaramayacağımız kulluk görevimizi oluşturmaktadır.
Kulluk eksenli hayat tasavvurumuz, İslami hayat nizamımız, bireysel ve toplumsal hayatımızın bütün alanlarını kuşatan bir muhteva arz etmektedir ki, işte hiç gündemimizden çıkmaması gereken tevhid budur. Tevhid, bireysel ve toplumsal hayatımızın (ekonomik, sosyal, kültürel, siyasi ve hukuki) hiçbir alanını Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutlamamak ve hayatımızda başka ilahlarca doldurulacak boşluklar bırakmamaktır. Ve sonuç olarak biz Müslümanlar, bu sorumluğumuzun gereklerini yerine getirmekle, hiçbir sebeple İslami kimlik ve ilkelerimizden vazgeçmeden ve taviz vermeden bu yolda yürümekle mükellef olduğumuzu aklımızdan ve hayatımızdan çıkarmamalıyız. Rabbimizin rızasını kazanabilmek için, kulluk görevimizi yerine getirirken, ödemek zorunda bırakılacağımız bedelleri de Allah rızası için ödemeyi göze almak mecburiyetindeyiz. Bize şahsiyet ve onur kazandıracak, zillete düşmekten koruyacak olan; “izzet ve şerefin tamamının Allah’ın yanında olduğuna” (Nisa Suresi, 4/139) dair samimi bir imanla kuşanmamız gereken böyle bir adanmışlık ruhudur.
O halde, insanların cennete gitmesi için fedakarca bir çırpınışı, herkesin kurtuluşa ermesine vesile olacak bir daveti ve tüm insanlara yönelik merhameti, adaleti temsil eden bizler, neden korkacağız? Kimseye zulümden yana değiliz ve şiddete dayalı yöntemler yerine, merhamet, adalet ve hikmet eksenli daveti esas alıyoruz. Kimseye şiddet kullanarak ve terör estirerek dinimizi dayatmıyoruz. “Dinde zorlama yoktur.”(Bakara,2/256), “Dileyen iman etsindileyen inkâr etsin.” (Kehf, 18/29) ayetleri çerçevesinde, sadece merhamete dayalı bir daveti götürmekle görevliyiz. Üstelik, dinimize ve bize savaş açmayan her türlü inanç ya da düşüncenin müntesiplerine, iyilik yapmaktan, müsamahave adalet ölçüleri içinde davranmaktan yanayız. (Mümtehine, 60/8).
Bize zorbalıkla egemen olan zalimler ise, Allah’a şirk koşarak bunca haksızlığı, zulmü, sömürü ve talanı gerçekleştirdikleri için, gerçekte korkması gerekenler kendileri olduğu halde, onlar korkmuyorlar da, bizler, hak, adalet ve merhamet temsilcileri olarak, neden korkacakmışız? Bu konuda, Hz. İbrahim’de (as) de bizim için güzel bir örnek vardır. O kendisine zulmeden müşrik kavmine ve şirk yönetimlerine şöyle sesleniyordu: “Allah’ın üzerinize, hakkında bir delil ve belge indirmediği şeyi siz Allah’a ortak koştuğunuz halde korkmuyorsunuz da, ben sizin (Allah’a) ortak koştuklarınızdan nasıl korkarım?” (En’am, 6/81).
İşte ancak böyle İbrâhimî bir tavırla, çağdaş Nemrutların oluşturdukları korku krallıklarının temellerini sarsacak onurlu bir duruş ve direniş sergileyerek ve Allah’ın kitabı Kur’an’a sarılarak özgürlüğe kavuşabileceğimizi unutmamalıyız. Kur’an’la büyük cihadın ve Allah’ın rızasını kazandıracak tevhidî mücadelenin sorumluluğunu kuşanmaktan geri durmamalıyız. Kur’an’da müminler için: “Bir zulüm ve saldırıya uğradıkları zaman (topluca) kendilerini savunurlar veya topluca karşı koyarlar.” (Şûra, 42/39) denilmektedir. Mü’minler için mücadele isteğe bağlı olmayıp mü’min olmalarının tabii bir gerekliliğidir. Bu mücadele ise, tüm mü’minlerin kardeşlik hukuku içinde bütünleşerek, topluca üstlenmeleri gereken bir sorumluluktur.
Şuara 227. ayetinde ise, Allah’ın kınamasından hariç tutulanlar arasında “iman edip, sâlih amel işleyenler, Allah’ı çokça zikredenler ve zulme uğradıklarında karşı koyup öçlerini (ve haklarını) alanlar (kendilerini ve haklarını savunanlar)…”zikredilmiştir. O halde bizler de zulmedenlere karşı hak ve hürriyetlerimizi alma mücadelesinin sorumluluğunu omuzlayarak, güç birliği ve yardımlaşma ile hakkımızı savunarak Rabbimizin rızasını kazanmaya çalışmalıyız.
Kimseye zulmetmemeli, kimseye haksızlık ve adaletsizlik yapmamalıyız. Ancak, kendimize de haksızlık ve zulüm yapılmasına asla müsaade etmemeliyiz. Zulme rıza göstermemeliyiz. Kim yaparsa yapsın ve kime yapılırsa yapılsın her türlü zulme karşı itirazın, başkaldırının, direnişin onurunu kuşanmalı ve mazlum kim olursa olsun mazlumdan yana âdil bir duruşu sergilemeliyiz. Diğer yandan laik siyasiler ve yandaşları tarafından dinimizin tahrif edilmesine, İslam’ın egemen zorbalarca kullanılıp istismar edilmesine, İslamî kavram ve değerlerimizin İslam dışı sistem ve yönetimlerce içinin boşaltılıp değişime uğratılmasına ve bâtıla meşruiyet kazandırmak amacıyla Hakk’ın ve İslam’ın araçsallaştırılmasına da kesinlikle müsaade etmemeliyiz.
Haklı Olmak, Hak Yolda Bulunmak ve Hakk’a Dayanmak En Büyük Güç Kaynağımızdır
Haklı olmak, Hak yolda olmak ve Hakk’a dayanmak, âdil olmak ve Allah yolunda bulunmak, Allah’ın yardımıyla bize büyük ve yenilmez bir direniş ruhunu, yüksek bir azmi ve cesareti sağlayacak olan büyük güç kaynağımızı oluşturmaktadır. Haklı olmanın, Hakk’a iman edip Hak yolda sebat etmenin ve adaleti temsil etmenin sağlayacağı bu gücü, uzun vadede alt edebilecek hiçbir dünyevi güç ve silah icad edilmemiştir, edilemeyecektir. Yeter ki, haklı olmaktan, Hak yolda bulunmaktan, Kur’an’a ve Rasûl’e bağlılıktan hiçbir şartta vazgeçmeyelim ve her yerde başımız dik olarak savunabileceğimiz âdil İslami kimliğin izzetli çizgisinden hiçbir sebeple ayrılmamaya büyük özen gösterelim.
O halde, haklı olmanın ve Hak yolda bulunmanın kazandırdığı bu güçle, zalimleri ve zulümlerini, sömürülerini, yüksek sesle ve korkusuzca sorgulayıp itiraz etmeli, hak ve hürriyetlerimizi ise sonuna kadar savunmalıyız. Özgürlüklerin hediye edilmeyip, ancak fethedilerek, bedeli ödenerek elde edilebileceğinin bilinciyle, hak ve özgürlüklerimiz uğruna bedel ödemeye hazır olduğumuzu gösterecek, onurlu ve şahsiyetli duruşlar sergilemeliyiz. Mevcut hak ve özgürlük alanlarımızı sonuna kadar kullanmadan, yeni özgürlük alanları elde edemeyeceğimizin bilinciyle, önce mevcut hak ve özgürlük alanlarımızı, sınırlara dayanana kadar kullanıp, sınırları esnetmeye ve surlarda gedikler açmaya çalışmalıyız. Sorun çıkarmaz, konulan hudutlara ve yasaklara, itirazsız riayet edersek, yeni özgürlük alanları kazanabilmemiz ve gasp edilmiş haklarımızı geri alabilmemiz mümkün olmayacaktır. O halde gasp edilmiş hak ve özgürlüklerimizle ilgili sürekli sorun çıkarmalı, tartışma açmalı, itirazlarımızı yükseltmeliyiz. Bu anlamda, sürekli yeni gündemler oluşturacak tarzda, yeni hak ve özgürlük taleplerimizi gündemleştirmeliyiz.
Bu ülke ve bu topraklar, dedelerimizden bize intikal etmiş öz vatanımızdır. Bu topraklar, İslam’a aittir, Müslüman topraklarıdır. Yani bizler Ay’dan gelmedik, bu toprakların öz evlatlarıyız. O halde kendi coğrafyamızda, fıtrî erdemler çerçevesinde insanca, Kur’an çizgisinde Müslümanca ve hür bir biçimde yaşamamıza engel olmaya kimin hakkı ve yetkisi olabilir? Gasp edilmiş haklarımızı, Allah’ın izniyle, mutlaka geri alacağımız bilinmelidir. Bugün gasp edilmiş de olsa, öz coğrafyamızda, bizi yaratan ve arzının bu bölgesini bize tahsis eden Rabbimizin, Kur’an’la bildirdiği hükümlerine uygun bir biçimde, hür ve âdil bir hayatı insanca ve müslümanca yaşamak talebimizi gündemleştirmekten neden korkalım?
Tam tersine, esas korkması gerekenler, Rabblerine de baş kaldırarak bize zulmeden ve inancımız istikametinde bir hayatı özgürce yaşamamıza engel olan zalimlerdir. Ülkemizin kaynaklarını talan edip halkımızı sefalete mahkûm edenlerdir. Esas korkması gerekenler, halkımıza büyük zulümler yaparak, İslami kimlik, kültür ve değerlerini zorla terk ettirerek, emperyalist Batı’nın seküler, paganist medeniyet ve kültürünü, terör estirerek, kan dökerek, “İstiklal Mahkemelerinde” canice katliamlar yaparak dayatanlardır. Alfabe değişimini, pozitivist, materyalist eğitim politikalarını dayatarak ve İslam dininin eğitimini de yasaklayarak halkımızı köklerinden koparanlardır.
Esas korkup utanması ve Müslümanlardan özür dilemesi gerekenler, İslam dinini ve Müslümanları denetlemek, laik devletin politikalarına göre kontrol edip yönlendirmek üzere Diyanet İşleri Başkanlığı’nı kuranlardır. On binlerce cami ve mescidimizi, zorla laikleştirdikleri kamu alanına alarak, laiklik adına büyük bir çelişkiyle “Bizantinizm”i hâkim kılıp dine ve dindara yönelik en büyük zulmü gerçekleştirenlerdir. Esas korkup utanması gerekenler, laikleştirdikleri, Allah’tan ve Allah’ın dininden soyutladıkları alanlarda, İslam’ın şehidlik kavramını kullanarak, bu büyük çelişki ve tutarsızlığı, hem de hiç rahatsız olmadan sürdüren Kemalist laik siyasi yönetimlerdir. Onlar, bir gün halkımızın yeniden köklerini bulacağı, Kur’an’a yeniden sarılarak, yeniden özgürlüğünü ve bağımsızlığını elde ederek zulüm ve sömürü sistemlerini sona erdireceği korkusunu zaten sürekli yaşamaktadırlar. Ancak, bu korkularının kendilerine kazandıracağı bir fayda olmayacak ve toplum yeniden tevhidî bir dönüşümle ve Kur’an’la özündekini değiştirirse, Rabbimiz de vaadettiği gibi toplumun durumunu değiştirecek ve tevhidî adalet sistemini takdir edecektir inşaAllah.
Yılgınlığa Düşmeden Yürümeli ve Mücadele Ruhunu Diri Tutmalıyız
Korkular ve çıkarlar; bizi Allah’ın rızasına aykırı yöntemlere, amellere ve Allah’ın emrinden oluşan şeriata aykırı bir hayata sürüklememelidir. İlkelerimizden taviz veren, kimliğimizi savunmaktan alıkoyan zelil ve onursuz konumlara düşürmemelidir. Allah (c), insanların muhtemel eziyetlerini Allah’ın azabı gibi sayarak onlardan korkanları ve bu korkular sebebiyle Allah’ın düşmanlarının yoluna savrulup, onlara tâbi olmayı esas alanları kınamaktadır. (Ankebut, 29/10). Rabbimiz bizleri; “biraz korku, açlık ve mallardan, canlardan ve ürünlerden eksiltmekle imtihan edeceğini” beyan ederek uyarmakta, sabredip direnenleri ise müjdelemektedir. Rabb’lerinden bağışlanma, rahmet ve hidayetin ancak sabredip direnenlerin üzerinde olacağı ifade edilmektedir. (Bakara, 2/155-157). Yine Rabbimiz bir başka ayetinde bizi dünyevileşmekten alıkoymak ve Allah yolunda bedel ödemeye teşvik etmek üzere şu hükmü vazetmiş bulunmaktadır: “De ki: Eğer babalarınız, evlatlarınız, kardeşleriniz, eşleriniz, hısım akrabanız, kazandığınız mallar, kesada uğramasından korktuğunuz ticaret, hoşlandığınız meskenler size Allah’tan, Rasûlünden ve Allah yolunda cihad etmekten daha sevgili ise, artık Allah emrini getirinceye kadar bekleyin. Allah fâsıklar topluluğunu hidayete erdirmez.” (Tevbe, 9/24).
O hâlde Müslümanlar olarak, mal, makam, iktidar, ikbal, kredi, ihale, zenginleşme hırsları ile hidayet yolundan uzaklaşabilme ve dünyevileşerek, dünya tarafından kuşatılıp öğütülerek, fâsıklar topluluğu haline dönüşebilme tehlikesiyle karşı karşıya olduğumuzun bilinciyle hareket etmeliyiz. Tevhid, adalet ve kulluk eksenli bir hayatı yaşama duyarlılığımızı, İslami kimliği ibraz ve savunma cehdimizi sürekli diri tutmayı başarmak mecburiyetinde olduğumuzu aklımızdan ve gündemimizden çıkarmamalıyız. Rızık korkusu, işten, okuldan atılma korkusu, makamını kaybetme korkusu, takibata uğrama ve işkence korkusu, öldürülme korkusu, dünyevi beklentilerine ulaşamama korkusu, yargılanma korkusu ve kimi psikolojik saplantıların bizi kuşatmasına fırsat vermemeliyiz. Sürekli bu korkuları üreterek ve bu korkulara tâbi olarak, bunlarla bizi kuşatıp tahakküm eden zalim egemenlerin oluşturduğu “korku krallığını” besleme, güçlendirme konumuna sürüklenmemeliyiz. Egemenlerin üzerimizdeki tahakkümlerine, zorbalıklarına ancak onurlu bir itiraz ve direnişle “korku krallığını” yıkarak son verebileceğimizi aklımızdan çıkarmamalıyız.
Bizler adaleti, merhameti ve bize zulmedenler de dâhil herkesin hidayetine, sonuçta da cennete gitmesine vesile olacak bir daveti temsil ediyoruz. Bu sebeple, herkese adaletle muamele edilsin ve herkes cennete gitsin diye çırpınanlar olarak korkacak hiçbir şeyimiz yoktur. Korkması gerekenler, her yerde haksızlık, adaletsizlik ve sömürü gerçekleştiren küresel korsanlar, seküler zalimler ve yerel işbirlikçileridir. Çünkü onlar insanlara zulmetmekte, insan onurunu ve haklarını yok etmekte, sömürü ve zulümle insanları açlığa mahkûm edip kaynaklarını talan etmekte, soygun, tecavüz, katliam ve işkence yapmakta, dünyaya fesadı egemen kılmaktadırlar. Bilmeliyiz ki, ancak İbrahim (as) misali zalimlerden korkmayan, korkmadığını haykıran, zalime ve zulmüne karşı çıkan, itiraz eden, sorgulayan, hakkını arayan, hürriyetini talep eden ve bu uğurda bir bedel ödemek gerekirse onu da ödemeye hazır olduğunu açık yüreklilikle ortaya koyan onurlu, âdil bir duruş ve direnişle gerçek özgürlüğe ulaşılabilir. Hiçbir suçumuz yok iken, hiç kimseye zulmetmemiş, hakaret etmemiş, şiddete başvurmamış ve şiddete çağırmamışken, sadece Hak olan inancımızı başkaları da kurtulsun diye merhametle yaymaya çalıştığımız için bizleri korkutup sindirmek amacıyla yapılacak baskılardan, tehditlerden korkup sinersek, zalimlerin ulaşmak istedikleri hedefe hizmet etmiş oluruz. Böyle bir yaklaşımla gasp edilmiş haklarımızı hiçbir zaman geri alamayız.
Hakları bedelsiz vermez, hiçbir egemen alçak
Özgürlük hediye edilmez, fethedilir ancak
İşte bu bilinçle, hakları, özgürlükleri ve iman ettiği değerleri uğruna, her türlü fedakârlığı yapmaya hazır, risk almaktan kaçınmayan, bedel ödemekten çekinmeyen, şahsiyetli, onurlu örneklerin artması ve kendimizden başlayarak bu şerefli duruşun yaygınlaşması için çaba sarf etmeliyiz. Karanlıkların, zulmün artması, yılgınlığa ve geri çekilmeye yol açmak yerine imanımızı güçlendirmeli, mücadele ve direniş azmimizi kamçılamalı, umudumuzu arttırmalıdır.
Zulûmat yoğunsa, bil ki “nur”a hamiledir hâl
İman, cihad, direnişle aydınlanır istikbâl
Bilmeliyiz ki, Kur’an’ın beyanıyla zulümâtın rahminde “nur”un tohumları, karanlıkların koyuluğunda aydınlığın işareti, zorlukların içinde kolaylığın müjdesi bulunmaktadır.
Artan her zulüm, doğum sancısı aydınlığın
Sabaha yakın anı, koyusu karanlığın
Sabahlar, karanlığın inkılâbıdır “nur”a
Mutlaka gündüz gelir, gecenin ardı sıra
Bugün bizlere de umud veren ayetler, o gün büyük sıkıntılar içindeki Rasûlüllah’a (s) ve ashabına da umut vermiştir. Rasûlüllah (s) en büyük zorluklar içindeyken Allah (c), Rasûlü’nün göğsünü genişletip yükünü kaldırdığını ve şanını yücelttiğini beyandan sonra te’kid üslubuyla umudu yeşerten şu hakikati ilave etmiştir. “Her güçlükle beraber bir kolaylık vardır. Evet, her güçlükle birlikte bir kolaylık vardır.” (İnşirah, 94/5-6).
Burada dikkat etmemiz gereken husus, zorluk ve sıkıntılar geçtikten sonra değil, bizzat güçlük ve sıkıntılar yaşanırken iç içe geçmiş bir şekilde kolaylığın da bulunduğudur. Bu şu demektir, zorluk ve sıkıntıların rahminde kolaylığın ve umudun tohumları da bulunur. Baskı, zulüm, sıkıntı ve zorlukların arttığı dönemlerde, sabredip direnen Müslümanların yaptıkları fedakârlıklar ve ödedikleri bedellerle bu tohumlar yeşermeye, kurtuluşun yolları da aydınlanmaya başlar. Sıkıntılara direnenlere kolaylıklar gelmeye başlar. Ne zorluk ne de kolaylık mutlaktır. Zorlukların aşılması ise, ancak Hak ve doğrular üzerinde ısrar ederek ve sabredip direnerek gerçekleştirilebilecektir. Karanlığın en koyu anının aydınlığa en yakın anı olduğu gerçeği ve zulümâtın nura gebe olması umutlarımızı artırmalıdır.
Rabbimizin şu beyanı da başımızı dik tutmamızı ve daima umutlu olmamızı sağlamalıdır: “Gevşemeyin, üzülmeyin, eğer inanıyorsanız mutlaka siz üstün geleceksiniz.” (Al-i İmran, 3/139). İşte bu imanımız gereğince, dört duvar arasında söylediğimiz Hakikati meydanlarda ve sistemin mahkemelerinde de haykırmaktan asla çekinmemeli ve her yerde savunamayacağımız hiçbir işin içinde olmamanın özgüveniyle hareket etmeliyiz. Rabbimize hamdolsun ki, başımızı yere eğdirecek hiçbir işimiz yoktur ve olmamalıdır. Tam tersine bize zulmeden egemen dünya düzeni ve yerli işbirlikçilerinin başlarının ise hiç yerden kalkmamasını gerektirecek, zulüm, terör, haksızlık, soygun ve vurgunlarla oluşturdukları pislik bataklığı kendilerini de boğacak kadar toplumu kuşatmıştır.
Yıllarca baskı, zulüm ve sindirme politikaları uygulayan egemen laiklere başkentin meydanlarında şöyle seslenmiştik: “Ey laik zalimler! Bizler bu ülkenin asıl sahipleri olan Müslümanlarız. Size, zulmünüze ve on yıllardır sürdürdüğünüz yok etme çabalarınıza rağmen varız ve inşaAllah var olmaya da devam edeceğiz. Bu sebeple, bu ülkedeki varlığımıza ve kalıcı olduğumuza ve Allah’ın izniyle bizi hiçbir zaman yok edemeyeceğinize kendinizi alıştırın.” İşte bu varlığımızın gereği olarak, insanca ve müslümanca yaşama hürriyetimizden asla vazgeçmemeliyiz. Ne pahasına olursa olsun, baskı, yasak ve tehditlere karşı her şartta Hakk’ı haykırmalı ve Hak mesajı daha fazla insana ulaştırmak davamızdan en küçük bir tavize ve geri çekilmeye razı olmamalıyız.
Korkuların, umutsuzlukların bizi kuşatmasına, dünyevi çıkarların hayatımızı belirleyici bir konuma yükselmesine fırsat vermemeliyiz. Kulluk eksenli bir hayatı yaşamak yolunda tavizsiz ve ilkeli bir tutumla ısrarcı olmalıyız. Nihayet, er veya geç ama mutlaka, ortalama 70-80 yıllık bir ömür sürecinde ölüm gelecek ve Rabbimize döneceğiz. Bu dünyada yaptıklarımızdan ve yapmamız gerektiği halde yapmadıklarımızdan ve Kur’an’a, sünnete uygun bir hayatı yaşayıp yaşamadığımızdan dolayı hesaba çekileceğiz. Bu kısacık dünya hayatının uğruna, korku ve çıkarları belirleyici kılan bu kadar zillete değmeyeceğinin bilinciyle hareket etmeliyiz. Sonsuz ahiret hayatını ve Rabbimizin rızasını kazanmak uğruna ise, bu dünyanın sunduğu ve şeytanın da câzip göstermek için özellikle iğvalarda bulunduğu süslerin, nimetlerin, imkânların tümünün ve hatta canlarımızın feda edilmesinin bile değeceğinin bilincini hiç kaybetmemeliyiz. Ancak böyle bir tercihin, bize izzet ve şeref kazandıracağının bilincini sürekli diri tutmalıyız.
Toplumu Tevhidî İstikamette Dönüştürebilmek İçin, Sabırlı ve Uzun Soluklu Bir Çabaya ve Fedakâr Dava Adamlarına İhtiyaç Vardır
Bilmeliyiz ki; doğru ve sahih bir din anlayışını topluma taşıyabilmek için, toplumun vahyin belirleyiciliğindeki Kur’an-sünnet eksenli sahih İslam’a, tevhidî akideye doğru dönüşümüne vesile olabilmek için; öncelikle, hiçbir şartta ve hiçbir gerekçeyle taviz verilmemesi gereken, değiştirilemez ve terk edilemez temel ilkelerde her şartta ısrar eden ve vahyin şahidliğini âdil, emin bir kimlikle ortaya koyan davetçi kadrolara ihtiyaç vardır. Kendilerini özgün İslami kavramlarla tanımlayan, bu durumdan bir eziklik ve kompleks duymayan, vahyin getirdiği kavram, ilke ve değerleri eylem ve söylemlerine egemen kılmaktan ve bunları yaşayarak topluma taşımaktan yılmayan, usanmayan ve utanmayan, tam tersine onur duyan şahsiyetli Müslümanlara ihtiyaç vardır. İstikrarlı ve zikzak çizmeyen düşünce seyri ve süreklilik arz eden çabalarıyla istikametini hiç bozmadan yürüyen örneklerin çoğalıp yaygınlaşmasına ihtiyaç vardır. Egemen laik şirk sistemi ve kurumlarıyla uzlaşmaktan, onlara eklemlenmekten uzak duran, dünyevileşmeye pirim vermeyen, bedeli neyse ödemeyi göze alarak, köklü bir inkılâpla tevhidî toplumsal değişimin gerçekleşmesi için çaba göstermekte ısrarcı olan, Müslüman âlim, aydın, entelektüel ve akademisyenlere ihtiyaç vardır. Toplumun örnek alacağı, emanete riayetkâr, doğru sözlü, ahde vefalı, iffetli, izzetli, âdil, emin ve güvenilir Müslüman şahsiyetlere ihtiyaç vardır. İnandığı değerleri, hiçbir dünyevi menfaat karşılığında satmayan, akidesini ve ilkelerini hiçbir korku ve endişe ile terk etmeyen muvahhidlere ihtiyaç vardır.
Eğer tevhidî toplumsal dönüşüm ve inkılâp bir gün gerçekleşecekse, bu, ancak böyle ilkeli, tutarlı, ahlâklı ve şahsiyetli mü’minlerin, aynı temel değerlerin, aynı Hak mesajın davetini yaymaktaki samimi, ısrarları ve süreklilik arz eden istikrarlı şahidlikleriyle gerçekleşebilecektir. Tıpkı su damlalarının aynı noktaya istikrarlı, ısrarlı ve süreklilik arz eden, planlı ve disiplinli vuruşlarının en sert kayaları bile zamanla delebilmesi gibi etkili sonuçlar hâsıl olacaktır. İşte ancak böyle, ilke ve değerlerini koruyarak yapılacak şahsiyetli bir İslami davetin, fert ve cemaat hâlinde sunulacak örneklik ve şahidlik eşliğinde planlı, ısrarlı, istikrarlı, sürekli, ilkeli ve tavizsiz bir biçimde topluma götürülmesi de bir gün o toplumun dönüşümüne vesile olabilecektir. Bir toplum eğer davete icabet edip İslami bir toplum haline dönüşecekse, bunun, peygamberlerin örnekliğinde ortaya konan yolu işte budur. Bu yol, şiddeti esas almak ya da bâtıl sistem içinde iktidar arayışına savrulmak suretiyle uçlarda çözülmek ve çürümek yerine, merhameti, hikmeti ve güzel örnekliği esas alarak kalpleri fethetmeyi hedefleyen Nebevî yöntemdir, gereği de davet ve eğitimle toplumu vahiyle inşa etmektir. Tabii ki bu yöntem; kulluk eksenli bir hayat tasavvuru içinde, uzun soluklu bir yürüyüşe dayanmayı; sabredip direnmeyi, çabuk bıkmamayı, yılmamayı gerektirmektedir. Sürekli yeni umutlar yeşertecek güçlü bir moral, irade ve azmi gerekli kılmaktadır. Risk almayı ve bedel ödemeyi göze alan bir yürekliliği, şahsiyetli bir dava adamlığını, davasına ve dava arkadaşlarına karşı güçlü bir sevgi ve bağlılığı icap ettirmektedir. Davası ve dava arkadaşları için samimi bir yardımlaşma ve fedakârlık duygusuna sahip mü’minler olmayı ve bu mü’minlerin kardeşlik hukuku çerçevesinde dayanışmasını gerektirmektedir.
Biz Müslümanlara yakışan; çok kısa olan dünya hayatının süslerine kapılarak, makam, mevki, kredi, ihale uğruna İslami kimlik ve ilkelerden taviz vermek, dünyevileşmek ya da nefsani sebeplerle mü’minlerin birlikteliğinden koparak bireyselleşmek yahut da küçük gruplar hâlinde bulunmaktan tatmin olup “gettolaşmak” değildir. Tam tersine, “Hablullah’a topluca sarılıp” İslam kardeşliğinde bütünleşerek, ne pahasına olursa olsun ve hangi şart altında olursak olalım, tevhidî stratejik yürüyüşümüzde direnmektir. Her şartta yaratılış gayemize uygun davranmak, sadece Allah’a ibadet etme bilinciyle, Kur’an’ın aydınlatıcı ve inşa edici mesajını halkımıza ve tüm dünya insanlığına, fert ve cemaat planında vahye şahidlik yapmak suretiyle kâl ve hâl ile ulaştırmak, tevhid, adalet ve hürriyet mücadelemizde ısrarcı olmaktır.
O hâlde, ilk Kur’an nesli misali bir nesil inşa etmek üzere, ölüm bize gelene kadar, Kur’an’ı ve Rasûlün (s) güzel örnekliğini rehber edinen Kitap eksenli sahih bir mücadeleyi tavizsiz sürdürmeliyiz. Allah yolunda, istikameti bozmadan, din konusunda asla uzlaşmadan ve tavize yanaşmadan yürümeliyiz. Bu uzun soluklu yürüyüşümüzü, büyük bir azimle ve bıkmadan, usanmadan yılmadan devam ettirmeliyiz. Ancak böylece, vahyin şahitliği, Hakk’ı tavsiye, Kur’an’la büyük cihad (Furkan, 25/52) ve topluma karşı tebliğ, ıslah ve tevhidî inşa sorumluluğumuzu hakkıyla yerine getirebiliriz. Bu sebeple, İslami kimlik ve ilkelerimize zarar verecek bâtıla ait yollara bulaşarak vahyin arı duru mesajını bulandırma vebalinden özenle kaçınmalıyız.
Günahların hayatımızı kuşatmasından ve imanımıza zulüm/şirk bulaştırmaktan büyük bir duyarlılıkla korunmalıyız. (Bakara, 2/81; En’am, 6/82). “Şer” ile yine “şer”den bir şube olan “ehven-i şer” arasındaki tercihle, bâtılın farklı türevlerinden ya da zulümatın değişik tonlarından birini seçmekle kendimizi sınırlandırarak, “ma’ruf” ve Hak olanı tercih dışı bırakan ilkesizliklerden ve gayri İslami yöntemlerden uzak durmalıyız. Geleneksel ve modern cahiliyenin etrafımıza ördüğü surları yıkarak, tüm câhilî kuşatmaları aşarak, halkımızı zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa sıçratacak tevhidî mücadeleye adanmalıyız. Allah’ın kadrini hakkıyla takdir eden, O’nu hakkıyla tanıyan (En’am, 6/91), Kur’an’ı hakkıyla okuyan (Bakara, 2/121), Allah’tan hakkıyla korkup takvayı hakkıyla kuşanan (Âl-i İmran, 3/102) ve “Allah yolunda hakkıyla cihad”a (Hac, 22/78) adanan onurlu bir mücadeleyi sürekli kılmalıyız. Böylece, başka yollarda dünyevi çıkarları hedeflemek ve hesabını mutlaka vereceğimiz ömrümüzü bâtıl alanlarda harcamak yerine, vahyin şahitliğini yapıp Kur’an’ın ahlâkıyla ahlâklanarak her şeyimizi ve ömrümüzü Allah yolunda harcamalıyız. Allah’ın yolunda, Rasûlün şahidliğinde örnek ve tavizsiz bir mücadeleyle, Kur’an ve sünnete dayalı sahih bir İslam anlayışını ve tevhidî istikamette Nebevî bir mücadele yöntemini sahih bir gelenek olarak gelecek nesillere bırakmanın bilinci içinde davranmalı ve sadece Allah’ın rızasını hedeflemeliyiz.