Mustafa BOZACIOĞLU

22 Mart 2015

AHİRETİ ERTELEMEK

Bugün yaşanan problemlerin, ‘Müslüman’ım’ diyenlerin içinde bulundukları açmazların, zihin ve kafa karışıklığının, söylem ile eylem uyumsuzluğunun, dahası ‘sözü’ de ciddiye almaz oluşun en temelinde yer alan, ‘Allah’ı gereği gibi takdir edememenin’ sebep olduğu, buna göre daha ikincil sorunlardan biri olarak gördüğümüz ‘ahireti ertelemek’ kavramsallaştırması üzerinde durmaya çalışacağız. Elbette bu birincil ve ondan neş’et eden ikincil tüm sorunların temelinde ise ‘bilgi-iman-amel’ ve bağlı olarak ‘bilinç’ meselesi yatmaktadır!
 
‘Allah’ı takdir edememek’, evet, en temel sorunumuzdur. Tüm açmazlarımızın, paradokslarımızın, tutarsızlıklarımızın en başat nedenidir. Bu, üzerinde önemle ve öncelikle durmamız gereken asıl sorunumuzdur. Bu iş, asaleten yürütülür, vekâleten olmaz; olursa da birileri bir şeyleri yürütür, sizleri uyutur! Sorunun üzerinde durmak yetmez; mutlaka cevabını bulup doğrusunu yapma konusunda irade ve azim göstermemiz gereken, aksi halde ‘işimizin zor’ olduğunun resmi olan, ‘hesap vermemizin mümkün olmayacağı’ bir durumdur bu! İşe evvela doğru suallerle, doğru teşhislerle başlamak gerek! Mes’uliyet içeren doğru sualler, teşhisimizi ve tedaviye dönük doğru yöntemlere ulaşmamızı kolaylaştıracaktır. Samimiyetimize ve vüs’atimizce çabalarımıza göre Rabbimizin yolumuzu kolaylaması da düşünüldüğünde çözümü olmayan soru ve sorun kalmayacaktır! Sonuç ayrı! O imtihanın bir gereği olarak yakın da olabilir uzak da! ‘Doğru’ için, ‘doğru çabalar’ gösteren inanmış, adanmış kullar için zaten kaybetmek söz konusu değildir, malumunuz! Mutlaka ‘iki güzellikten biri’ vardır!
 
Bu problemin halledilmemesinden kaynaklanan ve bunun doğal bir süreci ve sonucu olarak ne vahyi, ne risaleti ve peygamberimizi, ne ‘takva, cihad, zikir, iman amel..’ vb. kavramlarımızı anlamamız ve ne de ‘ahiret’le ilgili düşüncelerimizi/davranışlarımızı düzeltebilmemiz mümkün olacaktır.
 
İnsan olarak ‘unutma’ kabiliyetimiz, maalesef pekâlâ çalışıyor, ‘insan’ kelimesinin etimolojik içeriğine göre! Aynı kapsamda ‘ünsiyet’ ise pek kale alınmıyor! İnsan olarak ihmalkârlık, ertelemecilik, işi başkalarına havale etme, sonuç odaklı ve somut bakışa sahip olma, hak ediş olmadan tahakkuk bekleme, hedefi yanlış belirleyip yakın hedefleri önceleme, acelecilik, güçlükleri/akabeleri göze alamama vb. illetlerle malulüz. Bireysellik, dünyevileşme, konformizm, farklı aidiyetler bizleri köreltiyor. Duvarlarımızı kendimiz örüyoruz. Prangalarımızı gönüllü olarak ellerimizle takıyor ve anahtarlarını başkalarına teslim ediyoruz. Zindanlarımızda mesut ve bahtiyar görüntüsü içinde, kurtulmayı aklımıza dahi getirmeden yaşıyoruz. ‘Miş’ gibi bir hal içinde, imaj/makyaj/maskeli bir halden rahatsızlık duymaz halde, statükoculuk, muhafazakârlık içinde sanal hayatlar sürdürüyoruz. Ne omurgamız kaldı ve ideallerimiz, iddialarımız! Bırakınız alçak sürünmeyi, dik sürünmeyi marifet addediyoruz. Zanlarımız, kuruntularımız, vehimlerimiz içinde boğulmayı yüzmek zannediyoruz. Ne duyargalarımız kaldı, ne duyarlılığımız! Duyu organlarımızı iptal edilmiş vaziyette, yalnızca duygusal hareket ediyoruz. Aklımız zaten nicedir başımızda değil; birilerine tepe tepe kullansınlar diye terk edilmiş durumda. Sonra da tepiniyor, tekmelenip durmaktan şikâyet ediyoruz. Değerlerimizi yitirmiş, yönümüzü/pusulamızı şaşırmış, ilkelerimizi kaybetmiş, hedeften sapmış vaziyette, serseri mayın gibi dolanıp duruyoruz. Ellerimiz ayaklarımıza dolaşmış, dolambaçlı yollara sarmış haldeyiz. Üstüne üstlük, uyaranları, ikaz edenleri, gerçeğe yönlendirmeyi amaçlayanları karalayıp/yaftalayıp bir de ayaklarına dolanıyor, engellemeyi marifet zannediyoruz! Üç maymunu oynuyor; hak ve hakikate kör ve sağır kesiliyoruz! Uyarıldıkça uyanacağımıza, güya uyanıklık yapıyor, uyurgezerliğe devam ediyoruz. Yükümüzden yüksünür olmuşuz. Bir de farkına olarak veya olmayarak gereksiz yere yüklendiğimiz yüklerin hamallığını yapmaktan gocunmuyoruz. Debelendikçe batacak şekilde, gelenekçiliğe, hurafelere, ellerimizle üretip sokuşturduklarımıza sarılıyoruz. Sarmalanıyoruz! Zihinlerimiz, algılarımız, bilinçlerimiz bölünmüş durumda. Bırakınız bölünmeyi, paramparça olmuş, dumura uğramış durumda. Helvadan putlar gibi sanal ve banal putlarımız o kadar çok ki! Kıssalarda anlatılan, ‘atalar dini’ temalı önceki kavimlerin farklı sebeplerle uydurup tapa geldikleri (nefsin, heva ve hevesin ilah edinilmesi), birbirlerine ‘sıkı tutun, terk etmeyin’ diye emir/tavsiye ettikleri farklı perestiş vesilelerinin tutuculuğu, yanlışta ısrarı, gelenekçilikte kesif ve koyu rengi, bağnazlığı, softalık ve yobazlığı aynen yaşanmaktadır bugün!
 
Değerli olan, değer aşılayan, anlam içerikli, diri tutan, dirilten ulvî olanı, çok ucuz bir karşılıkla, çıkarlarla takas edip yitirmiş, yerine kulp/kalp mesabesinde, ötelere taşıyamayacağımız, bir fayda da sağlamayacak, aşağılık olan ne kadar ‘şey’ varsa, kapışırcasına, taşıyıp taşıyamayacağımızı dahi düşünmeden yüklendikçe yükleniyoruz. Alçaldıkça tabana, yükseldik zannediyoruz! Orada geçer olan akçeye talip olmuyoruz! Ellerimizle kendimizi tehlikeye atıyoruz! Kendimizi ve ehlimizi ateşten koruyacak tedbirler almıyoruz! Zalimlere meylediyoruz! Mal ve evladın birer ‘fitne’ olabileceği gerçeğini unutuyor, zalimlere erişmekle kalmayacak bu fitneye karşı kör, sağır ve dilsiz kalıyoruz!
 
Bu arızalarımızı/arazlarımızı içeren söylemleri uzatabiliriz de, kısaltabiliriz de! Fark etmiyor, çare de etmiyor! ‘Sözün etkisi’ ile ilgili de sorunlarımız hayli fazla! ‘Sözün kendisi’, ‘söyleyen’, ‘kendine söz söylenen’, ‘söylem ve tarz/yöntem’ hep tartışılmalı! Biz sözümüzü yine, sözlerin en hakikisi, en güzelini merkeze alarak söylemeye devam edeceğiz. Hem kendimiz için Rabbimize bir mazeretimiz/maruzatımız olsun, hem de belki fayda veriri diye! Sözü de ancak ‘Rahmandan korkan ve hakka tabi olanların’ anlayacaklarını da düşünerek. Bu arada sakın konunun dışına çıktığımız zannedilmesin! Tam ‘kitabın ortasından’ söylüyoruz! Tüm bu açmazlarımızın ana sebebi olarak ‘ahireti ertelemek’, üzerinde önemle durulması gereken bir durumdur.
 
Bilgi ile hikmetin arası ayrılınca, bilgi ilimden, ilim de yegane ‘Âlim/alîm’ olan Allah’tan ayrılınca ve pozitivist/seküler bir alana indirgenince, ‘İlim kendini bilmektir’ fehvası unutulunca, ‘âlim ile Allah korkusu’ arasındaki irtibat koparılınca, ilim referans noktası olarak vahiy terk edilince, ortaya çıkan kopkoyu ve kesif bir ‘cahiliye’ tüm bu arızaların kaynağı, müsebbibi olmuştur.
 
‘Hiç  ölmeyecekmiş gibi dünya için çalışmak..’ bize ahireti unutturmuş, gaflet uykusuna yatırmıştır. Oysa ‘nerede ne kadar kalacaksak, oraya o kadar önem vermek’ akıllıca olan bir davranış değil midir? ‘Dünyada iyilik’ temennisini sırf ‘maddi olana’ indirgemiş, ‘nimeti’ de bağlamından kopartarak sadece somut ‘rızık’ olarak algılama hatasına düşmüşüz! ‘Ahirette bir iyilik’ duasını da erteleyerek, yanlış okuyarak, ‘ibadet’ kavramının içini boşalttığımız, ‘iman ile amelin’ arasını ayırdığımız gibi, sorumluluklarımızı terk ederek, mükellefiyetlerimizi ihmal ile soyut bir beklentiye, ‘çölde serap’ benzeri bir avuntuya dönüştürmüş durumdayız. Yanlış bir yarışın içindeyiz! Şirazemiz bozulmuş, şakülümüz kaymış haldeyiz! ‘Acaba’ diyen, hal ve gidişattan muzdarip olup çıkış için, ‘Durun kalabalıklar, bu cadde çıkmaz sokak!’ diyerek öne çıkan ne kadar az! Kendi imtihanımızı zorlaştırıyoruz! Keza refiklerimizin… Aynı zamanda aynı yolun yolcuları için kötü /yanlış teşvikler sunuyoruz! Tekasür, tefahür peşindeyiz! ‘Teamül’ diyerek, statükoculuğun, muhafazakârlığın, gelenekçiliğin, faydacılığın girdabına kapılmışız! ‘Maslahat’ algısı, ‘sulha yönelik kaygı’ olmaktan çıkartılıp; ‘idare etmek, hoşgörü/tolere etmek, görmezden gelmek’ olarak ‘günü kurtarmak’ şeklinde tutarsızlık, umarsızlık, ciddiyetsizlik, iddiasızlık, ilkesizlik şeklinde, ‘maslahatçılık’ olarak görülmeye başlanmıştır!
 
‘Mülk Allah’ındır!’, ‘rızk O’nun elindedir’ teslimiyeti, ya meskenete, sa’yü gayreti terke, ‘bir lokma, bir hırka’ şeklinde bir atalete dönüştürülmüş, ya da unutulup terk edilerek ‘müstağni/kendini yeterli görme’ hastalığı şeklinde tezahür ederek yukarıda geçen ‘tekasür/çokluk yarışı ve tefahür/övünme aracı’ şeklinde dünyevî bir koşuşturmacaya, malı, mülkü güç/iktidar aracı kılma algısı(zlığı)na evrilmiştir. Tezekkür yok, tedebbür yok! Kanaat yok! Tevekkül yok; teekkül/ yeme içme çok!
 
‘İhsan ve gabya iman/gayb ile iman’ kavramlarının yeniden ve ısrarla vurgulanması, öne alınması gerekmektedir. İhsan; biz Allah’ı görmüyorsak da, görüyormuşçasına -zira O bizi hep görüp gözetiyor- yalnız O’na kulluk etmek, Ona sığınmak, O’ndan ittika etmek, ancak O’nu razı etmek gayesi ile hayatımızı idame ettirmek demektir. Tüm nimetlerden; akıl, vahiy, sağlık, risalet, ömür boyunca önümüze sunulan tüm varidat ve mevcudattan hesaba çekileceğimiz hakikatini asla ve kat’a, bir an dahi akıllardan çıkarmamak zorundayız. ‘Gayba iman/gayb ile iman’ ise; ihsan kavramının paralelinde ve fakat biraz farklı olarak, ilmel yakîn, aynel yakîn ve hakkal yakîn boyutlarını/aşamalarını içererek tam bir teslimiyetle, yetkin bir iman ile bilinenlere, söylenenlere ‘işittik ve iman ettik’ diyerek, gönülden, emin olarak, farkında olarak, farkını izhar ederek yönelmek, adanmak, ‘gereğini gereğince yapmak’ demektir. Özellikle Kur’anda iman edenlerin olmazsa olmaz vasıfları sayılırken ‘ahirete yakînen/kesin olarak/müşahede edercesine inanırlar’
 
‘Salebe hikâyesini’ bilenler bilmeyenlere anlatsın! Kur’andaki ‘bahçe sahipleri’ meselini hep birlikte tekraren, dikkatlice, bir daha okuyalım! Okuyalım! Fıkhedelim! Ders alalım ki, tarih tekerrür etmesin, korktuğumuz başımıza gelmesin!
 
‘Sana verilenlerle ahret yurdunu ara, dünyadan da nasibini unutma!’ hitabı aslında dengenin, iktisadın ahiret lehine vurgulanan yönüne işaret etmektedir. ‘Dünyalık isteyene ondan veririz, lakin bunların ahretten nasibi yoktur!’ ayeti ile yukarıda tefrika ettiğimiz, ‘dünyada iyilik, ahirette iyilik’ temalı ayetteki dua ile salık verilen kavli dua ve peşinden gelecek fiili dua/yönelim bizlere istikamet vermelidir.
 
Neticede mesele gelip en başta dediğimiz gibi ‘bilgi-iman-amel’ noktasındaki keyfiyete dayanıyor. Dahası bunları birbirine doğru biçimde ve yöntemle bağlamak için ‘bilinç’ meselesine… Lakin bizler kılıfına uydurmaktaki marifetimize binaen buradaki ‘keyfiyyet’ hususunu, nitelik, kalite, yetkinlik ve yeterlilik, donanım, gerekli bileşenlerin sağlanması ve işe koşulması olarak değil de, meseleyi ‘keyfilik’, kendince, kendine göre, meşrebine, heva ve hevesine göre, işine ve kolayına geldiğince algılayarak, te’vil ederek, Kitaba uymadan kitabına uydurarak, bir başıboşluğa, beleşçiliğe, ucuzculuğa yormuşuz! Bireyselliğe indirgemişiz! Hak ve hakikatle yoğrulmadan, yorulmadan, aklımızı da yormadan!
 
Hülasa ‘bilgi-iman’ uyumundan uzaklaşarak ahireti unutmak, bireyselleşme ve dünyevileşme en büyük tehlike, çeldiriciler olarak önümüzde durmaktadır! Ellerimizle besleyip büyüttüğümüz ‘virüslerimiz/mikroplarımız’ mesabesindedirler. ‘Emri bil ma’ruf vennehyi anil münker’ şiarımız olacak, birbirimizin imtihanını kolaylaştıracak çabalara girişecek, imkânlarımızı birleştirecek, birbirimizle didişmekten uzak durarak, şeytan ve avanesinin tuzaklarını boşa çıkaracak, kardeşliği, ünsiyeti çoğaltacak süreçleri işletecek, safları sıklaştıracak, inkar edenler tağut uğruna, fitne için harcarlarken bizler, hak ve hakikat uğruna harcayarak, namaz ve oruçla zekatın, sadakaların arasını birleştirecek tarzı tek yolu edineceğiz! Tek yol, tek çare vahye dönmekte, ona sarılmakta, ondan ilham almakta ve kendini onun sağaltıcı iklimine, şifasına, ziyasına teslim etmektedir.
 
Akifçe bitirelim;
 
‘‘Rabbe sığın, sa’ye sarıl, vahye ram ol
Yol varsa budur, bilmiyorum başka yol!’’
        (Not: Bu yazı ilk olarak İktibas dergisinde yayınlanmıştır.)