Mustafa KOCAMAN
AKLINIZDAN EVVEL, KALBİNİZİN YERİNDE OLUP OLMADIĞINA BAKIN!
AKLINIZDAN EVVEL, KALBİNİZİN YERİNDE OLUP OLMADIĞINA BAKIN!
İnsan olarak yeryüzüne ne kattığımız, ondan ne aldığımızla orantılıdır. Hayatla sürekli bir etkileşim içindeyiz çünkü. Ne yazık ki, bugün bu etkileşim hali, bizleri ilahi olandan gittikçe uzaklaştırmaktadır. Zira modern çöle dönmüş şu dünyada, niye var olduğunun bilincinde olmaktan ırak hayatlar sürmekteyiz maalesef. Bu durumun en acı yanı ise kaybolduğumuzun farkında bile olmadığımız. Halbuki bunun bir idrakine varabilsek, arayışlarımız bizi İbrahim yapacak. O zaman yere değil, gökyüzüne çevireceğiz bakışlarımızı. Ve kendi dışımızda bir evrenin varlığına şahid olacağız. Çok uzaklardan bakacağız bu canlı küreye. İşte o an “Dünya, neydi acaba?” sorusu düşecek aklımıza ilk defa.
Neydi peki dünya?
Dünya iki kelimeyle bizim hareket alanımızdır. Burada doğar, yaşar ve ölürüz. Geçmişimiz, geleceğimiz bu yuvarlak içinde şekillenir. Hüznümüz, sevincimiz, öfkemiz, korkularımız hep burada anlam kazanır.
Dünya hayatı ise bizlerin sınandığı, içinde cennet ve cehennemi taşıyan bir zaman dilimidir. Kuran’ın ifadesiyle ‘bir oyun ve eğlence’ kadar da kısadır. Bu zaman akıp giderken insan önce dikey( bebeklikten-gençliğe) sonrada yatay (gençlikten yaşlılığa) bir değişim gösterir. Dikeyde değişim ne kadar Hakk çizgide olursa, yatayda bu durum devamlı bir olgunlaşma gösterir. Böylece insan, rabbinin gösterdiği sorumluluk sahası içerisinde hayatın derinliklerine doğru kök salar.
Aslında yaratılmış olmak, bizatihi her varlığın kendinde bir sorumluluk, yük taşıma potansiyeline sahip olduğunu gösterir. Bir arıyı düşünün mesela. Kendi yiyeceğinden daha fazla bal üretiyor, insanın tüketimine sunuyor. Bunun için dolaşmadık kapı bırakmıyor. Ne için peki? Kendisine bırakılsa böyle bir yükün altına girer mi acaba! Ama hayat içerisinde rabbinin kendisine yüklediği bir anlam var. O da bunun öneminin, sorumluluğunun farkında hareket ediyor. Küçücük bir arı yaptığı işle rabbinin lütfuna mazhar olsun da, bizler bu rahmetten geri kalalım.
İnsanlığın bugünü ise arı değil, bir mantar kadar bile hayata bir şey katmıyor. En azından genel resim böyle. Aksine çalıyor habire. Kendinden, çevresinden, gökyüzünden, yeryüzünden v.s. Şimdilerde, önümüzdeki yüzyılda sıcaklıktaki 2-4 derecelik artışın ne türden sorunlara yol açacağı ile ilgili felaket senaryoları yazılıp çiziliyor. Bu yorumlar gelişen teknoloji ve onu besleyen tüketim çılgınlığının dünyadan neler götürdüğünü gösteren tipik bir örnek.
Irak, Afganistan, Filistin, kara kıta Afrika, v.s. İnsan olma, insan gibi yaşama hakları ellerinden alınan beldeler. Buraları da sefil hale getiren insan. Hatırlayın! Gittiği yeni kıta Amerika’da kuş avlar gibi yerli halkı katleden, hayvan gözüyle baktığı Afrika’nın insanlarını çalıp sömüren işte bu yamyamlar. Yıl bilmem kaç, hemen yanı başımızda Irak’ta yine aynı şaşı akıl, kardeşlerimizi katlediyor. Keza yıllardır Filistinli kardeşlerimiz siyonist katillerin zulmüyle kıvranıyor. Bizde çizilmiş sınırların ardından öylece bakıyoruz maalesef.
Peygamberimizin resmettiği o bedenin azaları değiliz artık. Parçaladılar bizi. Hepimizi -birilerinin iştahını kabartan- birer et yığınına çevirdiler. Onun içinde sinir uçlarımız değmiyor birbirine. Acılarımız, sevinçlerimiz bir değil artık. Batının bencilliği, bizlere daha fazla acı, sıkıntı olarak yansıyor.
Ya yaşadığımız toplumda resim farklı mı? Değil tabii. İslam üzere olmak, adam gibi Müslüman olmak suçmuş gibi bir düşünce insanların bilinç altına yerleştirilmeye çalışılıyor. En açık misalini başörtüsü sorununda yaşıyoruz. Müslüman kadın kendi toplumunda bir yabancı gibi. Dışarı adımını attığında hayatın içine karışması kolay değil, olduğu gibi var olmasına engel olmak isteniyor. Kendinden bir parça kadar aziz ve değerli olan örtüsünden vazgeçmeye zorlanıyor. Okullara alınmıyor, özel ya da tüzel kurumlarda çalışma fırsatı verilmiyor. Niye? İslamın yaşamın her alanını kuşatan mesajını, en güzel bir şekilde ifade ettiği için.
Örnekleri çoğaltmak mümkün, yalnız hakikat keserini hep bizden tarafa yontarsak kendimizi kandırmış oluruz. Bu hallere düşmemizin, düşürülmemizin nedenleri üzerine de kafa yormak, özellikle nefsimizi hesaba çekmek gerek. O zaman
sorunların temelinde başkalarından daha çok, vahyin çevrelediği ortak bir bilince, akla sahip olamamamızın yattığını göreceğiz.
Bu bilinç eksikliğidir ki, herkes kendini “baş” zannediyor. Dolayısıyla “İslami Gövde” bir türlü neşvü nema bulmuyor. Halbuki hayatı kucaklayacak elleriniz, zorlukları aşacak ayaklarınız, “biz, biz” diye atan bir kalbiniz yoksa, sizi sizden çalmışlar demektir.