Şahin ÖZDAŞ

24 Ekim 2018

ANDINIZ

Eminim, sizler de benim gibi İlkokula başladığınız ilk günkü heyecanı hatırlıyor olmalısınız. Öğretmenin her sorusuna sürekli ve de havalı bir şekilde, hem de Kürt çocuklarının gözünün içine bakarak parmak kaldırmanın nasıl bir duygu olduğunu bilip bilmediğinizi bilemem, ama bana sorarsanız o günleri hala daha unutamadım gitti. Diğer çocuklara göre okuma ve yazmayı çabuk sökmemdeki üstünlük benim Kürt olmama rağmen Kürtçe bilmeyip Türkçe bilmem, okulumuzun yüzde doksan dokuzunun da hiç Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarından müteşekkil olmasından kaynaklanıyordu. Hele, ilk günün sabahından itibaren hep bir ağızdan söylenen “ant” mıdır, “and” mıdır, her ne ise, Türkçe bilmeyen Kürt çocuklarının bir söyleyişi vardı ki güler misiniz, ağlar mısınız... Tam da bir orta oyunu.

Öğretmen ezberlediği andı mikrofondan bağırarak söylüyor “Türküm, doğruyum, çalışkanım”... Yanımdaki küçücük Kürt öğrenci tekrar ediyor “tırkım, hema dori, hema çaliş”... Öğretmen o sinirle basıyor küfrü “hay… oğlu hay…laaar, ne biçim okuyorsunuuuz?”. Yanımdaki öğrencinin bana hitaben fısıldayarak “gurroevaçı beji? (ula bu ne diyor?)” sorusuna muhatap olunca, Kürt anne-babadan olmam, ancak sistemin dayattığı bir çevre baskısı sonrasında zorbalıkla benliğimin asimilasyona uğratılması sonucu Kürtçe bilmediğimin ezikliğini çaktırmadan umursamıyor havasında omuz silkeliyorum. Çocukcağız Türkçe anlamasa da öğretmenin kızgınlığını hal ve tavırlarından anlamış olacak ki öğretmene karşı ağzından “Kere gurre kere (eş… Oğlu eş…) kelimeleri dökülürken andı tekrarlamaya devam etmeyi de ihmal etmiyor “hema yasso, hema atatuk…”

Günümüzde yıllardır kavramlar anlaşılmadığı içindir ki kargaşanın yaşandığı Türkiye’de yemin yerine “and içmek” tabirinin kullanıldığı görülmektedir. Nedendir bilinmez yemin Anadolu kültüründe çok önemli bir yer tutmuş adeta "geyik muhabbetleri"nin bile ayrılmaz bir parçası haline gelmiştir. Esasında yemin; harf ile veya kelime ile olur. Bu da Allah’ın (cc) isim ve sıfatları üzerine veya Allah’ın (cc) isim ve sıfatları kastedilerek yapılırsa olur. Mesela, Allah’ın (cc) ismi şerifi dediğimiz lafzatullah’ın başına “vav, be, te” harflerinden biri getirilerek “Vâllâhi, Billâhi, Tellâhi” denildiğinde veya “seni yaratana yemin olsun, yerleri ve gökleri yaratana yemin olsun, vahyi gönderene yemin olsun, rızkı verene yemin olsun” ya da “el-Alîm, es-Semi’, el-Bâsîr” gibi isim ve sıfatlarla yemin edildiğinde Allah (cc) akla geliyorsa yemin etmek geçerli olur.

Ancak bazı sözler de vardır ki; “Babamın başı için, çocuğumun ölüsünü öpeyim, şerefime, namusuma, Allah’ımı inkâr edeyim, dinimi inkâr edeyim, kâfir olayım, demokrasiye bağlı kalacağıma, laikliğe bağlı kalacağıma ya da filan adamın ilke ve inkılâplarına bağlı kalacağıma yemin ederim” demek çok tehlikeli sözler olup, bu sözleri kanaatimce Elfâz-ı küfür ve Ef’al-i küfür cihetiyle geniş anlamda değerlendirmek daha uygun olur. 

Günümüzde en çok kullanılan Kur’an’a el basayım, ekmek Kur’an çarpsın” demek yanlıştır. Kur’an çarpmak için değil çarpıklıkları düzeltmek için gelmiştir. Çarpık rejimleri, çarpık ideolojileri, batıl ve küfür düzenlerini velhasıl şirk dinlerini yıkmak, bunların dimağına yani beynine Hakk mesajı iletip beyinlerini parçalamak için gönderilmiştir. Enbiya Suresi 21/18. Ayette de Rabbimizin buyurduğu gibi “Bilakis (hayır), hakkı batılın üzerine fırlatırız o da onun beynini parçalar. Bir de bakarsın (batıl) o anda yok olup gitmiştir. (Allah’a) yakıştırdığınız vasıflardan ötürü size yazıklar olsun.(1)” Rasül (sav) de bir hadisi şerifinde ümmetine, “Babalar ve putlar adına yemin etmemelerini (2)yemin edeceklerse ancak Allah adına yemin etmelerini(3) buyurmuştur.

Yeminler, kimi zaman çaresizliğin işareti, kimi zaman gerçekliğe inandırma refleksi, kimi zaman kendine eylem yaptırmak için kendini bir kazığa bağlama şekli, bazı kişilerin korktuğu için hiç yapmadığı, bazı kişilerin düşünmeden üç saniyede bir uyguladığı eylem, bazen de yalanın en etkilisi olarak karşımıza çıkar. Hele iki lafından birisini “and içerim, yemin ederim” şeklinde kullananlar, söylediği sözlere daha çok inanmama sebebi olur ki bunlar güven vermeyen insan tipleridir.

Dünya ülkelerinden en fazla Türkiye'de hemen hemen bütün meslek sahipliğine adım atacaklara, diplomalarını alırken veya göreve başlarken yemin etmeleri kuralı konulmuştur. Ancak hiçbir ülkede bizdeki kadar her mesleğe bir tören ve her törene de böyle uzun yemin metinleri sokulmamıştır. Mesela, doktorlar diplomalarını alırken Hipokrat yemini yaparlar. Avukatlar, avukatlık ruhsatlarını alırken kanunda yazılı yemin metnini okurlar. Milletvekilleri anayasada yazılı yemin metnini kürsüden okumadan göreve başlayamazlar. Cumhurbaşkanları gösterişli yemin törenleri yapıldıktan sonra makamlarına otururlar. Ya hele benim gibi askeri okuldan mezun olduklarında ellerini silah ve bayrak üzerine bırakarak hamasi duygularla kan ve intikam yemini edenlere ne buyrulur? Sanki bu yemin metinleri mesleğe başlayanlar tarafından okununca ve bir tören yapılınca yemin eden kimsenin hayatı boyunca yeminine sadık kalacağı zannedilerek gerek ailesi, gerek diğer yakın ve dostları, gerekse de mensubu olduğu devletin ekâbirleri tarafından uzun uzadıya gururla alkışlanırlar.

Ondan sonra gelsin üçkâğıtçılıklar, yalanlar, dolanlar, mafyalar, soygunlar, zaniler, caniler, ardından darbeler. Tabiî ki en çok da bunları yapanlar yemin eden okumuşlar arasından çıkıyor her nedense. Adam “çalışkanım, doğruyum” diyerek yemin ediyor ama ardından yemediği halt da kalmıyor. Menfaati için ne gerekiyorsa rahatlıkla yapabiliyor. Aslında bu tonlarca yeminler ve and’lar sadece yalanın katmerleşmesinden, ruh sıkıntısından, boş vakitten başka da insanlara bir duygu vermiyor. Doğruyum demekle zaten doğru olunmaz, olunsaydı doksan yıldır ülke bu hallerde olabilir miydi? Ayrıca Türküm demekle de Türk” olunmuyor ve sorunlar da çözülmüyor. Bu bakımdan farklı dillerin, inançların, ırkların, kültürlerin yaşadığı coğrafyada tek bir etnik kimliği öne çıkaran “Türk milliyetçiliği” fikri aşısı ile yazılan ve uygulanan öğrenci andının kesinlikle gündeme dahi getirilmemesi gerekir.

Türkiye Devletinde yemin metinlerindeki ortak nokta en başta rejime, bir ırka ve Kemalist düzene bağlılığı pekiştirmek adına ortaya çıkar. İlköğretimde 2013 yılına kadar her sabah okutulan “anda” ne demeli? Bağıra bağıra her gün bu metni okumanın insanları ırki bir ayrıma tabi tutan Kemalist zihniyetten başka herhangi bir mantığa, herhangi bir amaca hizmet etmediğini bilmeyen yok ki.

Her türlü törenden nefret eden biri olarak her sabah bu sesleri duymak, Müslümanların küçücük yavrularını sabah okula vardıklarında andları ve de anıtları için kul-yurttaş olma eğitimine tabi tutmaları, körpecik bedenlerine yapılan bir işkence, akıllarına da vurulan en büyük kelepçedir. “Andınız” ve benzeri söylemlerin farklı değer ve kimlikleri bastıran, yok sayan bir anlayışın ürünü olarak seçimlerin yapılacağı bir dönemde kimler tarafından gündeme getirilmesi birçok soruyu da beraberinde getirmiştir. Homojen olmayan Türkiye toplumuna dayatılan militarist politikaların seçime çeyrek kala ısıtılmasının gayesi nedir diye sormak lazım. Kabul edilsin mi edilmesin mi? Meclis ne der? gibi, Müslümanlara ölümü gösterip de sıtmaya razı etmek, aptal yerine koyup payanda olarak kullanma hakkı hiç kimseye verilmemiştir/verilemez. Dikkat! Müslüman kimlikliler artık uyanmalıdırlar.

Cumhuriyet sisteminde laiklik kavramı içerisine sokulan and savunucuları şimdiye kadar and’dan ne gibi faydalar beklediler ya da almak istediklerini alabildiler mi? Ben bilemiyorum. Laisizm bağlısı çok bilmiş vatandaşlar içerdiği manaları kendileri için gönüllerince yorumlarken, küçücük ilköğretim çocuklarının ne gibi “haz ve hız” alacaklarını bir zahmet bize de bir anlatıverseler de “aydınlansak!”. Böyle tırı vırı papağanımsı ezberi şeylerin insanlık yararına hiçbir faydasının olacağını düşünmüyorum. Kemalizm cumhuriyetinin yılmaz bekçilerinden her görüşüm gibi bu görüşüm de tepki alsa da, bugün gelene-ek yapılmış her türlü beşeri sistemlerin and ve benzer söylemlerinin tüm resmi ve resimli uygulamalarına direnmek, karşı durmak, karşı çıkmak, söylemlerimle karşılık vermek mecburiyetindeyim. Çünkü elhamdülillah ben bir Müslümanım.

Sistem geleneğinin ilk yıllarında  “Milletin sofrası” adını koydukları birlikte demlenmelerde! aykırı sesler çıkmışsa da usul açısından uygun görülmemiş ve yine usulüne uygun çatlak sesler vatan millet adına kesilmiş/kestirilmiştir. Bu seslerden birisi de Reşid Galib’in sesidir. Peki bu Reşid Galib kimdir?

1932 yılında M. Kemal tarafından Maarif Vekilliğine (M.E.B) getirilen Reşid Galib; uzun yıllar dayatılan, okullarda bir ibadet biçiminde ve toplu halde söylettirilen adeta zorunlu bir dini vecibe haline getirilen and’ın yazarıdır. Reşid Galib aynı zamanda İstiklal Mahkemelerinin astığı astık kestiği kestik yargıçlarından birisidir de.

1933'lü yıllarda, ırkçılığın Avrupa'da tavan yaptığı bir süreçte M. Kemal’e yakınlık olsun diye and’ı yazmış ve Türk çocuklarına armağan! etmiştir. Prof. Dr. Afet inan, “Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler” adlı eserinde Reşid Galib ve “and” hakkında şunları yazmıştır; “1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O heyecanla (R. Galib) Çankaya köşküne geldiği vakit, Atatürk'ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı: Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit bir “and” meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı dedi."

Reşid Galib 1897 yılında Rodos’ta doğmuş ve 1934 yılında da “talihsiz bir deniz kazasından!” sonra da “zatürre”den ölmüştür. Bu talihsiz deniz kazasını Hasan İzzeddin Dinamo “Kutsal İsyan ve Kutsal Barış” kitabında şöyle anlatır: Dolmabahçe sarayının avlusunda “bir kış gecesi”, meşhur içki meclislerinden bir diğerinde “rical-i devlet” (Devlet adamları) ısınmaktadırlar. Tepebaşı Gazinosu için bir Rum kadına kredi verilmesi direktifi verilir. Reşid Galib buna karşı çıkar. M. Kemal kızar ve Reşid Galib’den sofrayı terk etmesini ister. Reşid Galib yerinden kalkmaz ve “Burası sizin değil, milletin sofrasıdır” der. Bu tavır,....’i hışımlandırır. Bunun üzerine oradaki askerler ona bakarlar ve onun bakışlarından gerekli emri alırlar ve Reşid Galib’i o kış kıyamette elbisesiyle havuza daldırırlar. “Yeter” işareti verilinceye kadar, bu sahne birkaç kez tekrarlanır. Ve sonra alıp götürürler. “Talihsiz bir deniz kazası” işte budur. Reşid Galib o geceyi ateşler içinde geçirir ve ertesi sabah Haydarpaşa garından trene binerek yapayalnız Ankara’ya doğru yola çıkar. Etrafına kimse yanaşamamaktadır; çünkü “hışım”a uğramıştır. Reşid Galib, iki ay kadar sonra da Ankara’da zatürreden ölür. Ne diyelim? “Ne kendi etti rahat, ne âleme verdi huzur. Yıkıldı gitti cihandan, dayansın ehl-i kubur”.

ANDIMIZ

Melezim, doğruyum.
Fena halde doluyum.

Yasam,

Allaha şirk koşmamak,

Haramlardan sakınmak,

Farzlara uymaktır.

Çünkü ben,

Büyükleri yalamadım.
Garipleri soymadım.
Araya dayı koymadım
Dönüp dönüp caymadım.
Sağa sola kaymadım.

Müslüman’a kıymadım
Koyunu insan saymadım.
Yalaka düzene uymadım.
Dürüst yoldan doymadım.

Varlığım,

Eksik gramajlı bir kuru somuna değil,                                                                         

Allah'ın yoluna Armağan olsun.                                                                                                                         

Ne mutlu, Müslüman’ım diyene.

Dipnotlar:

(1)Celaleyn tefsirinde 21/18. Ayette geçen negzifü/fırlatırız kelimesine nermi(y)/atarız manası verilmiştir. Arapça:  RMY kökünden gelen RAMY “atma, fırlatma” sözcüğünün mef’uludur. Türkçeleşmiş mermi olmuştur. Mermi demek; Ateşli silahların delmek, patlatmak ve parçalamak için attığı kurşundur. Dimağ; hayati organdır. Attığı mermi (dimağına) beynine vurdu, beynini parçaladı anlamına gelir.

(2)Müslim, Sahih, Eymân 6; Buhârî, Sahih, Eymân 5; Nesâî, Sünen, Eymân 10; İbniMâce, Sünen, Keffârât 2]

(3)[Buhârî, Sahih, Eymân 4, Edeb 74, Tevhîd 13; EbûDâvûd, Sünen, Eymân 4; Tirmizî, Sünen, Nüzûr 9; Nesâî, Sünen, Eymân 4; İbniMâce, Sünen, Keffârât 2]