Şahin ÖZDAŞ
BİR "YAŞ MAĞDURU"NUN DÜŞÜNCELERİ: 28 ŞUBAT MODERN POST KAVGASI
Kirpi ile yılanın savaşını bilir misiniz? Kirpi yılana arkasından yaklaşabilirse kuyruğuna bir vurur yılan hızla geriye dönüp kirpiyi ısırmaya kalkışınca kirpinin dikenlerine batar ve kirpiye yem olur. Yılanda, kirpiyi yaklaşabilirse ancak arka ayaklarından sokabilir. Bazen tevafuk, ikisi de çayırda gezintiye çıkmış bir halde iken tam kafa kafaya denk gelirler. Ne ileri hamle yapabilirler ve ne de geri çekilebilirler. Bu durumda her ikisi de çok iyi bilir ki geriye çekilmek veya vazgeçmek amacıyla dönüp gitmeye kalkışan hayatını kaybeder. Öylece kalakalırlar. Saatlerce belki de günlerce. Tıpkı “cumhur sistemi’nin” muhafızlığına soyunmuş elit egemenler ile cumhurun “hüküm et” diye oy verip işbaşına getirdiği hüküm edemeyen hükümetler gibi.
Özellikle cumhuriyet sisteminden bu yana ülke yönetimini üstüne vazife bilen egemenler ile muktedirliğini ispatlayamamış hükümetler Kirpi ve Yılan örneğindeki gibi her daim karşı karşıya kalmışlardır. Kendisine tevdi edilen yetki ve salahiyetleri kullanamayan hiç bir hükümet ne ileri hamle yapabilir ve ne de geri çekilmeyi göze alır. Yaraya merhem için, General, Binbaşı, Astsubayı bırakın bir Onbaşıyı bile azledemez. İkisi de öylece beklemede kalakalırlar. Bu durumda her ikisi de çok iyi bilir ki kırılma veya kırma noktalarında “azil” veya “darbe” mihenk taşı olarak ortaya çıkar. En iyi savunmanın taarruz olduğunu okuyan egemenler zaman zaman “darbe” taşını ileri sürerek, pasif direnişle ayakta kalmaya çabalayan hükümetleri yıldırarak, “azil”cilerin arkasındaki çoğunluğa rağmen birçok kazanımlar elde etmişlerdir/ederler.
Yüzde 70 “taraftar!” vehmine kapılan “azilciler” mağlubiyet psikolojisiyle iki büklüm bir vaziyette ve ellerinin parmaklarını birbirine kenetleyerek “estağfurullah paşam yanlış anlaşıldık” deme cüretini bile gösteremeden, konsensüs arayışlarını öne sürerek darbecilerden gasp edilmiş haklarını geri almak bahanesiyle uzlaşı, diyalog çağrılarını hep tekrarlarlar. Az az istediklerinde zerre zerre, çok çok istediklerinde ise azar azar alırlar. Tamamının üçte birini istediklerinde ise düdük öttürülür ve enselerine tekme, darp almış kırık burunlarının üstüne de yumrukların tersiyle bir “darbe” daha indirilir.
Ülkede bir meslek halini almış olan “darbecilik” ve darbe goygoyculuğu, hayali ihracattan, hortumculuktan, soygunculuktan, rüşvetçilikten daha kârlı ve daha güvencelidir. Bunu bilenler Türkiye’de en büyük yolsuzlukları, soygunları, hırsızlıkları darbe dönemlerinde yapmıştır. Bu dönemler birçok kesim için tam bir rant kapısı olmuştur. Kapı bekçiliği yapanlar, “Cambaza bak” işaretiyle kuklaları gösterirken, hem insanların cepteki paralarını çalmış ve hem de “kutsal saydıkları ülkeyi!” soyup soğana çevirmişlerdir.
28 Şubat sürecinin başlangıcı; yeni dünya düzeninde İslam’ın baş tehdit olarak görülmesinin bir sonucuydu. Bugüne kadar bilinçlenme yolunda adımlarını hızlandıranların, şuurlarının altında gizlediği “İslam dininin” dışa vurumu biçiminde bireysel ve toplumsal hayatı yeniden şekillendirmesi 28 Şubat’a giden yolun en önemli faktörlerinden birisiydi. Siyasi belirleyicilikte söz hakkı, “hak” ve özgürlük taleplerinin umuma yayılması, gaspların geri iadesinin yüksek sesle dillendirilmesi, rejimin sorgulanması, kimler tarafından yapıldığına bakılmaksızın mason localarına, siyon localarına ve rantlara bağımlı yaşayanları her zaman rahatsız etmiştir.
Tevhidi bilinçten uzak, vahyin inşa sürecinde görevlerini anlamayan veya görev almayan/alamayan “gelenekçi dindarlar” devlete asla bir tehdit oluşturmaz. Muhafazakârlık ta diyebileceğimizgelenekçilik“Var olanın korunması, statükonun savunulması” ifadelerinde daha da anlam kazanır. Bunlar her türlü özgürlük taleplerini militarist bir akılla düşünür ve “Allah (cc), devlete zeval vermesin, muzaffer ordumuza güç ve kuvvet versin!” diye her daim duada bulunurlar. Devletin yönetimini elinde bulunduranlar da bunu gayet iyi bilir.
Ancak bir “irtica” kampanyası başlatıldığında bu kesimlerde süreçten etkilenirler. Buradaki asıl amaç rejimi sorgulayanın yanında sorgulamak isteyenlerinde sindirilerek hiza-i istikamete getirilmesidir. 28 Şubat süreci yani irtica ile mücadele süreci, açıkçası; İslam inancının yaşam alanlarının içinde yer almasıyla,“Tevhidi bilinçlenme yapısına giden yol’a” karşı, bir tepki mahiyetinde, masonların ve “masonik zihniyet” sahiplerinin azılı söylemleriyle daha da perçinlenmiş, siyonist müttefiklerin, rant kapıcılarının ve uslanmaz “aslankabir” yolcusu şak şakçı Kemalistlerin ortak tavırlarıyla, bu yapının dışlanması için bir darbe refleksinde yapılmıştı.
Fransa Yüce Mason Konseyi 14 Şubat 1997 tarihinde Paris’te önemli bir toplantı yaparak, Türkiye Büyük Mason Locası Üstadı Necip Anduru’ya bir mektup göndermişti. Gönderilen mektupta kısaca: “Büyük Locanız’da irşad edilmiş bazı masonlar, masonluğun vakarına ve yeminlerine ihanet etmişlerdir. Topraklarınızda başıboş dolaşan bu dönek masonlar, 33’cü derecedeki kutsal ayin ve törenleri kaydetmişlerdir. Bu filmlerin, gerici ve İslamcı bir televizyon kanalı (Kanal 7) aracılığıyla yayınlanması sonucunda milyonlarca Türk seyircisi, aşağı derecelerdeki biraderlerimiz tarafından bile bilinmemesi gereken kutsal ayini, ne yazık ki izlemiştir. Bu skandalla ilgili tahkikat yapmaya yetkili tek otorite olan, İsrail Yüce Konseyi, olayın müsebbiplerini açıklama, gerekli önlemleri alma ve 27 Mart 1997’ye kadar geniş bir tutanak fezlekesi hazırlama görevini bize tevdi etmiştir. Türk Hükümeti başlangıçtan itibaren dincilerin zorlamalarına boyun eğmiştir. Hükümet localarımıza baskı uygulayarak, adli tahkikat açarak düşmanca tavrını belli etmiştir, bu baskıyı derhal ortadan kaldırmak kaçınılmaz görünmektedir.” Diyerek “kardeşçe!” bir dizi kararlar almıştı. Bu kararlar kısa sürede etkisini göstermiş, Yargı’dan Ordu’ya kadar, çeşitli kademelerdeki mason biraderler, ana madde olarak, iktidardaki hükümetin uzaklaştırılması çalışmalarının başlatılması, İslamcı basının ekonomik olarak etkisizleştirilmesi gibi bir dizi önlemler alarak uygulamaya koymuşlardı. Türk masonlarının baş aktörlerinden biri olan ve MGK’da 30 yıl görev yaparak alınan kararlarda etkisi olan mason Mustafa Ağaoğlu: “Erbakan, İsrail lobisini rahatsız etti. “Müslümanlar birbirinden mal alsın” anlayışı yanlıştır. Dünya küreselleşmeye giderken, Müslümanları bir araya getirmek, ortak bir şeyler yapmak gibi. Bu rahatsızlık verdi, 28 Şubat’ın zihin altında bunlara tepki yatıyordu. İsrail’e tank modernizasyonu işine bile karşı çıkmakla sonunu hazırladığını” belirtiyordu.
Kendini postallara paspas yapmaya amade sözüm ona kuvvetli silahların desteklediği demokrat aydınlar! Ve “cemaatim” ezberini bozmayan diyalogcu, hoşgörülü gelenekçi dindarlar hayali senaryolarla, irtica yaygaralarıyla ortalığı velveleye vererek, TSK için birçok methiyeler ve maniler dizip;
“istemeyiz inekliyi, yoğurdu sinekliyi,
Mevla’m nasip eylesin, omuzu tüfekliyi”
Diyerek İslam’ı hayatına hâkim kılma iradesi gösterenleri baskı altına alma konusunda “Horoz başı” görevini TSK’ya vermişlerdi. Ülke insanını “topyekûn savaşla” imha etmeyi düşünen tutulmuş fikir işçleri, laiklik gözcülerini göreve çağırmış, 28 Şubat 1997 de MGK’nın 9.5 saat süren bir toplantı süresinde 18 maddelik kararlar almasına mihmandarlık yapmışlardı.“Analarından Yahudi düşmanı olarak doğanlar” hitabıyla ülkenin inançlı insanlarına her türlü zulmü reva gören militarist zihniyet durumdan vazife çıkarmış, Sincan belediyesi tarafından düzenlenen “Kudüs gecesi’ne” karşı, 28 Şubat sürecinin ilk startını vermişti. Müttefik locaların geceye karşı attığı çığlıklar, balans ayarı için Filistin’le ilgili toplantının seçilmesini anlamlı kılarak, 4 Şubat 1997 günü iktidarsız bir iktidara karşı “Kazıklı Voyvoda” söylemli “bir cenırıl’ın” emriyle tanklar, ağır ağır ilerleyerek Sincan’ı muhasara altına almıştı. Amerika’daki Yahudi kökenli “jinsa” adlı kuruluştan alınan ödüllerle de bu görev tamamlanmıştı.
Darbe teşebbüsü karşısında ne yapacağını bilemeyen ve irticaya pirim veren! Şaşkın bir hükümetin devlet kadrolarında yoğunlaşması örnek gösteriliyordu. Aslında bu isabetli bir görüş değildi. Zira tabiri caizse o günlerin kudretli paşaları! Olan balansçı kumandanlar karşısında boncuk boncuk terleyen, birliktelik gücünü kaybetmiş şaşkın bir hükümetin başı olan “Muhterem Başkan”ın kadrolaştığına çocuklar bile inanmazdı. Asıl maksat İrtica adı altında TSK’de kadrolaşmaktı. 28 Şubat süreci, cumhuriyet tarihinin en büyük kadrolaşmasının yaşandığı bir dönemdir. Atılan her personelin yerine kendi adamlarını yerleştirmişlerdir.
Bir Albay Meclis’e gelip koltuğu altındaki birkaç dosyayı masaya bırakarak “Bütçemiz budur. Ona göre haaa!” dediğinde TBMM’nin hangi gücünden bahsedilebilirdi. TSK önce bu tasfiye sürecini kendi içinde başlatmış, cemaatlere, Kamu Kurum Kuruluşlarına, bürokrasi kademelerine, Üniversitelere, İmam hatip Liselerine, Kur’an Kurslarına esnaf ve sanatkârlara, muhafazakâr plajlara! Hatta tuvaletlere kadar yaymıştı.
1982-1996 yılları arasında yapılan 27 olağan YAŞ toplantısında, “irticai faaliyet içindedirler” gerekçesiyle ordu ile ilişiği kesilen kimselerin, kiminin eşinin başörtülü olduğu, kiminin de namaz kıldığı “disiplinsizlik” sayılarak yaklaşık 150 Subay, Astsubay YAŞ kararıyla sahte BÇG raporları gerçek gibi gösterilerek TSK den kovulmuştu. (Bu personelin çoğu görevlendirme emri ile önce Ankara’da belirli bir yere çağrılmış Kuvvet Komutanlığında hazır basılı bir matbu suç isnat emri okutularak yazılı savunmaları istenmiş savunmaya ne yazarsa yazsın 15 dakika sonra yine ilgili Kuvvet Komutanlığında matbu imzalı bir evrakta “Savunmanız yetersiz görülmüştür, 28 gün hapis cezası ile cezalandırıldınız”emri tebliğ edilerek pencereleri tahtalarla tamamen kapatılmış gün ışığı görmeyen, devamlı ışık yanan tek kişilik hücre odalarda tecrit edilerek 28 gün süreyle sorgulanarak hapis verilmiş ve 28 gün sonra hiç hakim önüne çıkarılmadan birliğine gönderilerek ilk şurada ilişkileri TSK den kesilmiştir.) 28 Şubat sürecinde ise; ilk iki yıl yapılan olağan ve olağanüstü şuralarda 600 kişinin TSK den ilişkileri kesilmiştir. Yani iki yılda atılanlar 14 yılda atılanların dört katını oluşturmuştu. İşte bu makalenin yazarı olan ben, hem namaz kıldığım için ve hem de eşim başörtülü olduğu için TSK’den emekliliğime iki ay kala atılmıştım. Şöyle geriye dönüp baktığımda; İyi ki atılmışım diyorum. Çünkü yeniden tefekkür ve tedebbürle IKRA ile okumaya başladığımda kendimi sorgulama imkânı buldum. Bir daha tövbe istiğfar ile Allah’a (cc) hamd ettim. Ordudan atılmamın her ne kadar ilk başlarda benim için şer olduğunu düşündüysem de, sonrada Rabbimin benim hakkımda hayırlar takdir ettiğini 2/216 görüp yaşadım. Çünkü yeniden Kur’an’la tanıştım, Tevhid’le tanıştım elhamdülillah.
Hala daha Türkiye’de, “modernleşiyoruz, büyüyoruz, ilerliyoruz” nutukları altında insan hak ve özgürlükleri ihlal edilip, fikirlere pranga vurulup, fiiliyatta bulunmayan yalınızca dilini, dinini, beden ve salâtını kıyamda tutan Muvahhidler tutuklanacaksa Türkiye’nin yeni bir yıla mı girdiği, yoksa geri bir yıla mı döndüğünü anlamamaya imkân var mı?
28 Şubat sürecine giden yolda, “Türkiye laiktir, laik kalacak, kahrolsun şeriat (haşa!)” söylemleri cenazelerde sıkça kullanılmış, Cumhurbaşkanının senfoni orkestrasındaki “işte laik Türkiye” ıslık ve el çırpmalarıyla! 8/35, İrticacıların sermayeleri “yeşil” olarak tanımlanıp ceplerine göz dikilmişti. Çok yakın bir gelecekte Türkiye’nin, %70’in eline geçmesini önlemek için “Laik olmayan insan olamaz” fikri baskı amacı olarak kullanılmıştı. Denetlenemeyen askeri harcamalar, kendi bütçesini hazırlayan, malları sayılamayan “Oyak Bank” gibi bankası olan bir ordunun holdingleşme eğilimine girmesi ve şeffaf olmadığı için de yolsuzluk zannından kurtulamaması, kontrolü kaybetme korkuları ve para musluklarının istendiği gibi kullanılamaması 28 Şubat yolunu açan sebeplerden birisiydi.
28 Şubat sürecinin Türkiye’ye maliyetini hesaplamış ve o zaman en az 200 milyar dolar maliyet çıkarılmıştı. Yani 200 milyar dolarlık bir soygun yapılmıştı. Bu süreçte fiili olarak yer alan aktör generaller daha sonra büyük holdinglerin yönetim kurullarına alınarak avantaj elde edilmişti. Bazı emekli generallerin batık bankaların yönetiminde çalıştıkları açıkça ortaya çıkmış, devletin takdir ettiği maaşın dışında aşırı şekilde zenginleşen, villalarda oturan generaller “28 Şubat bin yıl sürecek” diyerek, eşlerinin karnındaki bebeklerin torunlarının dahi geleceklerini bile güvenceye almak istemişlerdi.
Netice-i kelam “yorgan gitmiş, kavgada bitmişti.” Ve bizler cambazların farkına varmadan, vermiş olduğumuz vergilerimizle darbecileri üçyüzbin, beşyüzbin, sekizyüz bin dolarlık villalarda beslemeye devam etmişdaha nice tevhid düşmanları beleşçileri dedarbeciliğe özendirmiştik.
28 Şubat aktörlerinden ne kimse kaldı nede idealleri. Yani“aktı boyası, çıktı foyası.” Ve 28 Şubat utanç verici bir olay, bir darbe olarak, arkasında da birçok sorular bırakarak “kara bir leke” halinde tarihe gömülmüştü. Acaba! Bu operasyonla, batı tarzında bir askeri kültür inşa etmeyi amaçlayan ve dış düşmanlara karşı zayıf ama içeride rejimi koruyan, tevhid inancını ve bu inanca akan değerleri tehdit olarak gören bir ordu mu oluşturulmak istenmişti? El cevap; kocaman bir “EVET”tir. 28 Şubat 1997 den bugüne kadar yaşananlardan da anladık ki bu filimde görev alanlar belli ki bu milleti çok yakında NASIR VE FETİH ile yapılandıracak tevhidi değerlerle savaşmışlardı. Atalarımız da maniler dizmiş ve demişlerdir ki:
“isterim inekliyi, yoğurdu sinekliyi,
Mevlam nasip eyleme, omuzu tüfekliyi”
Neden, niçin, nasıldan önce yapılması gereken nedir? Her daim “Şıracıya bozacıyı şahit tuttuktan sonra, cumhuriyete Kemalist’i şahit tuttuktan sonra, seçmece demokrasiye alnı secdeli muhafazakârı şahit tuttuktan sonra bu baldo pirinç daha çoook su kaldırır. Peki, ne gitti, ya ne kaldı? Evet, yıllar yılları kovaladığında, değerlerimiz uğruna çok onurlu direnişler yaşandı bu topraklarda. Bazı kazanım zannettiklerimiz de ellerimize avuçlarımıza sunuldu. Ancak sonuçta ne oldu? Bir zamanlar uğruna cihad şuuru ile kıyama kalkılan ruhun heyecanı ve ibadet boyutu elimizden uçup gitti. Elimizde kalanlar sadece içi boşaltılmış semboller, motifler oldu. Ha! Birde her yerde sıkça gördüğümüz, başında mendil kadar örtü, kaportalar cilalı, göbeği açık, ağzında cıgarası olan kızların, ilahi gibi söyledikleri
“Çoğu gitti azı kaldı,
Kışı bitti yazı kaldı,
O yar senin olacak,
Bir parça nazı kaldı”
Diyerek şarkı yaktığı, dininde lakayt oğlanlardan başka elimizde ne kaldı?
Bildiriler, muhtıralar, tahkirler, sürgünler, tehditler/mehditler, mahkemeler, tutuklamalar, hapisler, işkenceler, dışkı yedirmeler, “Darbeler” bu uzun yıllar böyle sürüp gider. Ta ki insanların fikirlerinde tevhid, metotlarında Peygamber (sav) örnekliği oluşturulup, egemenlerin çekim gücü azaltılarak, Allah (c.c)’ın yardımı gelinceye kadar 47/7. İşte o zaman; “Sular yükselince balıklar karıncaları yer, sular çekilince de karıncalar balıkları yer.” Hiçbir yönetim erki, kendisini kendisini üstün görüp, bugünkü üstünlüğüne ve militarist gücüne güvenerek, şimdiden kimi ve neyi yiyeceğine karar vermesin. Çünkü “Kimin kimi yiyeceğine ALLAH KARAR VERİR”
Bak, “bidefa” canım kardeşim! Buradan bir çift lafım da sanadır; hani biz seninle1994 yılında Üsküdar’da “Beraber yürüdük biz bu yollarda, beraber ıslandık yağan yağmurda” şarkısı üzerine ve “anca beraber, kanca beraber” diye sözleşmiştik ya! Hatırladın mı? Sana helal olsun be kardeşim, sen paçayı kurtardın. Oysa ben hala yürüyorum. Artık,“bidefa sabretmeyi öğren, bak sana şemsiye göndereceğim” diyerek beni yırtık pırtık şemsiyelerle oyalamayı bırak. Seni, beni, bizi kurtaracak çelikten daha sağlam hablullaha bak3/103. Dokunma bize, bizi de bırak. Lütfen artık bak! Ben “YAŞ’ın” altında yaşlanarak baştan ayağa ıslandım.
Dua buyurunuz.