Mustafa BOZACIOĞLU
SİSTEMİN YENİ NORMALİ: TESLİS
Nereden nereye? Dönüşüm sürüyor. Başkalaşım desek daha doğru mu olurdu acaba? Gerçi şaşıran biziz, ortada şaşılacak bir şey yok iken! Yaşananlar, hal ve gidişat bize tuhaf geliyor, en çok da bize tuhaf gelmemesi gerekirken!
İrdelemeye çalışacağımız konu sistemin bukalemun gibi halden hale, renkten renge girmesi meselesi… Diyeceksiniz ki, demelisiniz ki ‘Bunda, söz konusu bukalemun ise şaşacak ne var, bu, onun normali, bunda ne tuhaflık var ne de bir acayiplik!’, evet, kesinlikle haklısınız, ama biz yine de ‘kendim için bir şey istiyorsam…’ kabilinden genel bir kaygı yaşıyor, ahali için, daha doğrusu ‘dava’ için endişeleniyoruz. Bunu bir sorumluluk addediyor, uyarı, hakka davet, marufu emr/iş edinmek ve münkeri nehy anlamında bireysel/kulluk görevimiz, kendi kurtuluşumuzun bir zorunlu bileşeni olarak görüyor, biliyoruz. Ve bu görev karşılıklı olarak hepimize düşüyor. Bunu salt bir eleştiri olarak da almamak gerekir. Zira asıl çabamız hak ve hakikat yolculuğunu hikmetle sürdürebilmektir.
Burada yine en küçük bir katkıya, birbirimize, kör topal (Lütfen bir engellilik vurgusuyla algılamayın, en azından Ümmü Mektum hadisesi zaviyesinden bakınız!), zengin fakir, amir memur, işçi işsiz, yaşlı genç, kadın erkek (kadın’ı önce yazdım dikkat ederseniz) her çabaya muhtacız. Muhtaçlığımız eksik, noksan ve faklı maluliyetlere sahip oluşumuzdan kaynaklanıyor. Yoksa bu dinin, davanın, inanın hiç birimize ihtiyacı yoktur. Bizler ona bir katkı sunamayız. O verili olarak aşkın, şeref ve izzetin bizzat sahibi, kaynağı olarak, talebimiz ve liyakatimiz ölçüsünde bizlere şeref ve izzet katar, bizleri yüceltir. Yalnız şu var ki, biz ona (Allah’ın dinine) ne kadar yardım edersek, O (cc) da bizler yardım edecek, kolay olanı kolaylayacaktır. Bu kesinlikle ‘hak ediş’, sorumluluk ve liyakat/nitelik çerçevesinde düşünülmesi gereken bir yapıdadır. Allah’ın lütf-u keremi, inayet ve ‘faalül lima yürid’ oluşu bizler için ekstradan bir motivasyon unsurudur. Maça birkaç sıfır önde başlamak ve yarışın akabinde her ne olursa olsun bir ödülle taltif edilmek, yine katından fazlası da beraberinde olmak üzere bir teşviktir. Başarı da budur, kazanç da!
Başlığa ve sistemin çok renkliğine/rengin oluşuna dönersek, dediğimiz gibi onun açısından bir sorun yoktur ortada! Sorun, her sakallıya ‘dede’ deme kolaycılığına düşen, rüzgâra göre konum almayı iş bilip sorgusuz sualsiz gösterilen istikametlere yönelerek, defaatle ‘Bu son!’ deme yanılgısına/yenilgisine maruz bırakılan/kalan, yapıp edilenlerde hep bir keramet gören, vehimden ibaret bir beklenti içine giren, gösterilenlere, işin başındakilere/taşeronlara/işletmecilere bakıp çok kolay işletilebilen, tabirimi mazur görün ama hep bir ‘sürü’ modunda olan/kalan kitlededir. Hep itilmeye kakılmaya, yenilip yutulmaya, dövülüp sövülmeye, omuzlarına basılarak yükselenlerden yüksünmeden, her ne bahasına olursa olsun onlardan kuşkulanmadan ‘otur; oturan’, ‘kalk; kalkan’ modunda, elleriyle yaptıkları sebebiyle başına gelmeyen kalmayan, ama hep bir ‘mazeret’ bulabilen (veya hazır verilen mazeretlerle mazur olduğunu sanan) ahalidedir sorun… Burada sorumluluğun, sonuçla alakalı suçluluğun oranı, azlığı çokluğu değil mesele… Mesele ‘ev sahibininkini’ öne alacak, tahkimat ve tedbirat ile ‘hırsızın cürmünü’ fark edecek farkındalık, aklı selim içinde, sömürüye müsait olmaklıktan kurtulmak, müteyakkız kalmaktır. Yoksa aynı deliklerden defaatle sokulmak, benzer tuzaklara düşmek, aynı şeyleri yapıp farklı sonuçlar beklemek, kader zannıyla, içinde bulunulan hali de ‘sabır ve tevekkül’ zannederek meskenette, atalette kalıp bir de peşin ödeme bekleyerek, bunu da ‘mihnet’ duygusu içinde yapmak meselenin daha vahim bir yönüdür. Sanki ‘dönülmez akşamın ufku’ misali, yanlış yolda olup doğru yolda olmak zannıyla, ‘müflis tüccar’ akıbetine yol olmak işten bile değil! Yine de ‘Allah muhafaza’!
Sistemin onca yüzü var, istediği zaman istediğini gösteriyor. Maskesi, peruğu, makyajı hiç eksik değil! İstemediğiniz kadar! Hatta ‘Şeriat getirmek elzemse, onu da kendisi getiriyor!’ (Nevzat Tandoğan’dan, Osman Yüksel Serdengeçti’ye hitaben…). Parti kuruyor, kurduruyor, kapatıyor… Yeri geldiğinde farklı kombinezonlarda koalisyonlara yol verip askerî, modern, post modern müdahaleleri kendisi yapabiliyor. Kuzuyu yemeye karar verirse, kuzunun mazeretlerine hiç bakmıyor! Havuçsa havuç, sopaysa sopa… Tek adamla da olur, teknotratlarla da, devşirmelerle de… Demokrasiyle de olur, sıkıyönetimle de! Bazen dine sarılır, bazen dine saldırır! Düşman ilan eder, terörist diye yaftalar, gerekli argümanları da hazırlayıp, basını yayını, medyası, teknolojisi, ekonomik yaptırımları, algı operasyonları ile bunu gayet kolay vizyona koyabilir. Oyunu kurar, gerektiğinde oyunu bozar. Kurallar koyar, işine gelince/gelmeyince helvadan put gibi yer, değiştirir. Hakem atar, olmadı hakemi atar! Haram olur, ama yasal olabilir!
Sistem her türlü günah/haram olacak iktisabı/irtikâbı işler, işletir, ama ‘diyanet’ kurumundan da meşruiyet devşirmeyi ihmal etmez! Dün ‘tu kaka’ dediğine bugün sarılır, bugün sarıldığını yarın ‘tu kaka’ ilan eder! Bunları uzatıp tasnif edebilirsiniz, ama inanın, söylenenlerin eksiği var, fazlası yok!
Lakin ‘ders alınmayınca’ yazılıp söylenenlerin de bir faydası yok! Aymazlık sürüyor! Kitle oradan oraya, o halden bu hale sürüklenip duruyor! Adeta uyuşturucuların etkisinde; bu bazen pop, bazen top formunda, ama mutlaka ‘din soslu’ olarak kitlenin damarlarından, zihinlerinden, duygularından eksik edilmiyor. İhtimamla itmam ediliyor, zerk ediliyor, boca ediliyor! Son zamanlarda ‘pandemi’ formuyla da işe koşulabiliyor! (Camilere, cumaya getirilen yasağa kıyasla devletlûların sistemin kutsal mabedine yönelik ziyaretinde ne sosyal ne fiziki mesafe gözetilmeyebiliyor!)
‘Teslis’ başlığına dönersek, bunu İktibas Dergisi'nin Haziran/2020 sayısının, ‘yorum’ köşesinden iktibas ederek tercih ettik. ‘Kemalist’ amentüsü topluma genel olarak rengini zaten vurmuş iken, yerine göre de bunun soft/jakoben/sert tonlarını (28 Şubat gibi) hissettirirken, şimdilerde ayyuka çıkan light/‘ılımlı’ yüzüyle (özellikle AKP’li dönemlerde), zemherilerden pastırma sıcaklarına evrilerek, her alanda hissettirmektedir. Bir ideoloji formatının ötesinde ‘din formuyla’ hayatın her alanına, her kişisine müdahil olmakta, sirayet etmediği alan ve durum bırakmamaktadır. Bir zamanların ‘kamusal alan’ söylemi dahi aranır oldu handiyse! Şimdi ‘Haksızlık etmemek lazım, her alan, kamusal alan dahi dindarların kullanımına, hizmetine sunulmuş, açılmıştır, Allah’tan belanızı mı istiyorsunuz, zemherileri mi istiyorsunuz, din düşmanları mı gelsin, özgürlükleriniz geri mi alınsın, yasaklar mı gelsin, ne yapmak istiyorsunuz da yapamıyorsunuz, cami, stk, vakıf ve dernekler açık, muhafazakârlar/dindarlar iş başında, başörtüsü serbest…’ diyerek lafımızı boğmaya, bizi ‘yapı bozumculuk ve gölge etmekle’ itham edecekler olacaktır. Zaten bizim de asıl muhatabımız bu itiraz sahipleridir. O kitleye kılavuzluk, mihmandarlık, sürü başılığı yapıyor olmalarından dolayı… Elbette bu, bir eleştiri olarak alıp üzerinde düşünüp taşınılabilir, tartışabiliriz! Yalnız ortada böyle bir durum da yok, beklenti de…
Tamam, Kemalizm bir ideoloji, bir din; elbette teorisi olacak, pratiği olacak, ritüelleri, kutsalları/dokunulmazları olacak… Keza o da kendi din ve ideolojisini tahkim etmek, korumak ve hatta yaymak için yol ve yöntemler, metod ve teknikler uygulayacak, sınırlar çizecek, yasaklar koyacak, ödüller ihdas edecek vs… Şimdi yukarıda bizim getirdiğimiz eleştiriye, karşı eleştiri getiren refiklerimiz, muhataplarımız bunun farkında değiller mi ki veya ‘takiyye’ ile bu işin sistem içi(!) arayışlarla, üstelik bir zamanlar kendileri bu yönelişi kerih görüp gaflet, dalalet ve hıyanet sıfatlarıyla ifadelendirirlerken, ne oldu, hangi köprülerin altından, nasıl sular aktı ki makas değiştirip dün tükürdüklerini bugün yalayacak ve önceki hassasiyeti sabit kadem kalarak sürdürenleri itham edecek, ihbar edecek, kendileri için engel görecek duygu, düşünce ve tutum geliştirmektedirler. Ne adına, ne bahasına! Pekiyi kendilerinin ve savundukları, peşine takıldıkları ve ‘gizli ajandası’ olduğuna inandıklarının refere ettikleri İslam dininin teori ve pratiği, ilkeleri, sınırları, helal ve haramları, vaad ve vaidi, kendini koruma ve yayma metod ve tekniklerine ne oldu? Yeni bir şey mi keşfettiler? Yoksa tarihselcilere kızıp dururken, müktesebatı tarihe mi hapsettiler? Türedi yol yöntemler mi keşfettiler, Hz Muhammed’in sahih siret ve sünnetini, tavizsiz, reaksiyoner ve eklektik olmayan, ‘bir elime güneşi, diğer elime ayı verseniz’ netlik ve kararlılığı içinde ‘tevhid’ öncelikli pazarlıksız duruş ve düşünüşünü, pratiğini yok mu sayıyorlar, zaid mi görüyorlar?
Sistem altı oklu evrelerden farklı kombinasyonları yer ve zamanına göre işe koşarak bugünlere geldi. Bazen ipi gerdi, bazen gevşetti. Şimdi, bir zamanlar muarızı/karşıtı(!) olanlara idaresini (iktidarsız hükümetlere) devrederek, işletme hakkını vererek, kitleyi daha iyi ve kolay işletebileceğini görerek, kendisi derinlerdeki konumunu garantiye almış, sahne arkasından senaryosunun sergilenmesini, sac ayaklarını temin ederek, gerekli hava kanallarını açarak, ömrüne ömür, devamına teminat temin etmiş durumda en rahat ve huzurlu günlerini yaşamakta, sefa sürmektedir. Biz(!) yanlış safta saf tutan saflara ise boş hayaller peşinde, tatlı(!)” rüyalar kalmaktadır!
Teslis; bugün müslümanım diyenlerin bir zamanlar gereksiz ve yersiz kombinasyonlar, telifi zor özellikler olarak baktıkları ‘vatan, millet, devlet’, ‘vatan, millet, ezan’, ‘vatan, bayrak, ezan’ (Bu teslisi; milliyetçi, sol-ulusalcı ve muhafazakâr kesimlerin cem’i olarak da okuyabiliriz!) gibi terkipleri en üst makam ve perdeden bir zikre, iman maddesine dönüştürülmüş deklarasyondur. Bakınız bu kavramların ayrı ayrı bir değer taşıması, içlerinin boşaltılarak faklı kisvelere büründürülmeleri bir tarafa, ehem mühim sıralamasında, ne adına ve zamanlaması itibariyle gündeme ge(tiri)ldiğine birazcık odaklandığımızda işin içinde bir çapanoğlunun olduğunu görmek zor olmasa gerektir. Yeter ki durulan yer ve bakış açısı da şaşmamış olsun! Yeter ki kalpler körelmemiş olsun!
Yine diyeceksiniz, demelisiniz ki ‘teslis’ olsa iyi, artık rubai/rabia kalıbında dörtlü formda sunulur, zihinlere zerkedilir olmuştur! Tek ‘vatan, devlet, bayrak ve millet’ kutsalları ile mahşerin dört atlısı meydanlarda cirit atmakta ve amentü formunda vird edinilmiş durumdadır. Bakınız dediğimiz gibi bunun tekli anlam dünyalarının, sözlük anlamlarının değil bunlara giydirilen yeni kavramsal çerçeveden, giydirilen yeni, türedi kisveden, kullanım amacından, bunların niçin, ne adına araçsallaştırıldığından bahsediyor, buna itiraz ediyoruz. Bu noktada karşı itiraz olarak, ‘Sizin başka işiniz mi yok, devenin her yeri eğri, siz kulakla uğraşıyorsunuz!’ kabilinden bir itiraz ve eleştiri daha dikkate değer ve anlamlı olacaktır bizim için…
Bu aşamada işin, ‘ıslah ve inkılab’ noktasında düğümlenmesine, oraya indirgenmesine de gerek yok. Belki o tartışma farklı açılardan bizim için sağlam veriler sunabilir. (Hertaraf com’da son Süleyman Arslantaş yazısına bakılabilir.) Lakin sorun daha derinlerde; bir zamanlar şirk unsuru mesabesinde görülen sistemin tüm unsurları bizim(!) oldu! Mit’inden diyanetine, meclisinden bankasına kadar hepsiyle ‘kanka’ olduk! Meseleye, ‘tevhid’ zaviyesinden bak(a)maz olduk! ‘Fayda’, ‘maslahat’, ‘alan açma’ yeterli görülen doneler oldu! ‘Maslahat’ kavramı dahi kirletildi… ‘Çoğu elde edilemeyenin azı terk edilemez!’, ‘Eskiden sadece veriyorduk, şimdi en azından biz(!) de bir şeyler alıyoruz!’, ‘Kamusal alan başörtüsüne açıldı, asker, polis dahi başörtüsü takabiliyor!’ noktasına evrilmek meselenin ‘tevhid’ noktasından çok aşağı(lık) zaviyelere indirgendiğinin göstergesidir. Hani bir ilke vardı ya; ‘Def’i mefasid celbi menafiden evladır!’ yani ‘Bir kötülüğün, fesat unsurunun giderilmesi, yok edilmesi, bir faydayı teminden, kazanmaktan önce ve önemlidir.’ diye, işte o noktadan dahi daha geri bir noktada ve perişan, zelil haldeyiz!
Sistem kendi ‘normal’i çerçevesinde iş ve işlevini, işleyişini sürdürerek, bizdeki anemiyi kendi hayrına kullanmakta ve yükte ve bahada ağır aldıkları karşılığında edere bağlayarak verdiği/vermiş gibi yaptığı ulufelerini, gün gelir daha ağır bedelle geri alır. Gelen, geldiğince/geldiğine gider! ‘Kazanım’ gördüğünüz gerçekten bir kazanım mıdır, yoksa bir bağış mı, ayırdında olmak lazım! Uyanık olmak (uyanık geçinmek değil) lazım! Sistemin ve rejimlerinin sabit omurgası kendi bekasıdır. Onun ‘eyvallah’ı olmaz! Yoksa konuldukları kabın şeklini alacak kıvraklıkta ve akıcılıktadırlar. ‘Normal’leri onların kendilerinden menkul ‘nşa’/normal şartlar altında dedikleridir. Onlar istedikleri zaman da şartları anormalleştirmekte pek mahirdirler. (Firavun düzenleri, cahiliye örnekleri)
Oysa ‘norm+al’, normatif, norma dayalı, ilkesel olsa orada (Habeşistan kralı örneği) bir nebze olsun hakkaniyet, hak hukuktan bahsedilebilir, söz hakkı, şeffaflık olur; gerçek anlamda bir ‘düzen’den, belki uzlaşıdan, toplumsal sözleşmeden bahsedilebilir, birer bahsi diğer olarak… Ama nerede? (Buradaki ‘al’ ifadesini de renk belirten yönüyle ‘kırmızı çizgiler, sınırlar, helal ve haramlar olarak okuyabiliriz.) O cahiliye diye kerih görülen, aşağılanan, karanlıkta addedilen dönemlerin bile bir normu, yazılı olmasa da bağlayıcı, iler tutar, örf adet temelli işleyen kuralları vardı. Bugün için hele aydınlanma sonrası(!) dünya düşünüldüğünde böyle bir kuşatıcılık ve kapsayıcılıktan söz etmek ne mümkün! ‘Bir kere delmekle bir şey olmaz!’ denilen noktalardan, vicdan ile cüzdan arası sıkışmışlığa, yorumların yasaların önüne geçtiği ortamlara evrilmek medenilik midir, cahiliye mi?
Biliyorum, sizin de malumunuz beşeri ideoloji ve dinler, adı sanı ne olursa olsun, batıdan doğuya, kuzeyden güneye, ister Bâtıni hareketler olsun, ister meditasyonel; ister demokrasi deyin, isterse materyalizm, komünizm, faşizm, liberalizm, kapitalizm, faşizm deyin, ne derseniz deyin, bunlar bizatihi pislik üretmekte, bataklığın kendisini oluşturmakta, sivrisinekleri üretmekte ve yaymakta, karanlık ve zulümat ekip biçerek, yalan ve talanla, sömürü ve emperyal hareketlerle, hile ve desiselerle, üstelik de bunu ‘hümanizm, özgürlük, ilerleme, eşitlik’ söylemleriyle ‘insanlık’ adına yaptıklarını ikna ile (bombayla da olur, havuçla da) biteviye sürdürmektedirler. Buradan asla ve kat’a bir hayır, düzen ve huzur çıkmaz, çıkmayacaktır.
İşte bunun bizdeki versiyonu da faklı değil; Kemalizm de deseniz, adına cumhuriyet de ekleseniz fark eden bir şey yok! İnanın bu noktada ‘monarşi’ olmasıyla, ‘çoğunluk, azınlıkların hakkı’ ‘dolmasıyla’ boğazlara tıkanan ideolojiler arasında da bir fark yok! Fark; içerikle, muhtevayla, kaynakla alakalıdır… Yazılımla; donanım kısmı olsa olsa ‘tahsiniyat’ olabilir. ‘Zaruriyat ve haciyat’/mecburi ve ihtiyaç duyulanlar dururken süs, istek ve ilgiler kısmının lafı bile olmaz!
Çare ve çağrı, İslam’ın, zulümattan adalete, karanlıklardan aydınlığa, şirk ve kula kulluktan tevhid ve tek ve kadiri mutlak yaratıcıya kul olmak davasının sadasına, sağaltıcı, ziya ve şifa dağıtıcı, ‘hak düzenin’ yegâne adresine yönelmektir. Bunun nasıllığı ve niceliği (her iki kullanımıyla; nice’liği ve nicel tarafı) ayrı tartışılması gereken konulardır. Bizim sorunumuz da zaten burada düğümlenmektedir. Sahici bir teslimiyet ve temsiliyet sergileyemememizdir. Bu da bizi bağlar ve diğerlerine/muhataplarına mazeret teşkil etmez, etmemelidir!
Zira ortaya konulan resimde her ne kadar bu davanın müntesiplerinin, ihmal, kusur, erteleme, yanılma ve yanlışları olsa da bu, biraz da (belki de daha çok!) yukarıda isimleri zikredilen ve ‘kulları kendilerine kul yapma, yeryüzü ilahlık ve rabliğine cüret eden densiz, hadsiz, müstekbir ve müstağni tufeyli taifenin de bir ‘hırsız’ formunda ‘cürm-ü meşhud’ ile kem niyet ve bozgunculuğundan kaynaklanmaktadır. Biz işte önce bunu fark edecek bunlara ‘LA’ diyecek ve sömürülmekten kurtularak bunların hile ve desiselerini, tuzaklarını fark ederek, fark ettireceğiz. Kendi değer ve bilgi kaynağımızla/sahih kaynaklarımızla, yaratıcımızla doğru irtibatı kurarak, başka ve başkalaştıran bağlarımızdan, bağımlılıklarımızdan, yüklerimizden kurtulacağız!
Sonra; teslis olsun, rabia olsun farklı kutsallara, farklı terkiplerle, farklı hizmetlere (kula kulluğa/köleliğe) yönlendiren, çeldirici ve çelişkilerden kurtularak, yüksünmeden asli dinimizin, tek ve hakiki dinin ilke ve kurallarına, kırmızı çizgilerine riayetle, içten dışa, yakından uzağa, azdan çoğa, hattan tüm satha yönelik mücadele ve mücahedemize, yüklerimizden yüksünmeden, sabr-ü sebat ile, azim ve kararlılıkla yönelmektir.
Hâsılı birileri bizi kandırıyor! Bu kaçıncı ‘Son kez!’… Üstelik senaryo hep aynı da; sadece bazı roller, aktörler değişiyor! ‘Teslis’ konusu kelimeler bağlamından koparılıp yeni bir terkiple başka bir amaç için işe koşuluyor!. Uyanmak, uyanık kalmak, ‘uyanık ve uyanıklardan geçinenlere!’ karşı da müteyakkız kalmak zorundayız. Bu bugün böyle; yarın faklı bir kombinle, farklı isim ve cisimlerden gelebilir. İns ve cin şeytan ve avanelerinin en kestirme ve kesin yol ve yöntemi ‘Allah adına, Allah diyerek’ kandırmalarıdır. Düşünsenize dünya istikbarı, sömürgecileri İslam’ın ‘i’sine bile savaş açmış, boğmak için her yol ve yöntemi deneyip dururken ‘ılımlı islam’, ‘bireysel islam’, ‘vicdanlardaki islam’, ‘light islam’ gibi terkipleri piyasaya sürmekte, yerli (yersiz!) işbirlikçileri ve hizmetçileriyle bu algıyı pekiştirmekte, yenir ve yutulur kutsallara (Dünya Celaleddin Rumi Yılı gibi) yol vermektedir.
Bakınız dünyada müslümanlar öcü gösterilmeye, terörize edilmeye, farklı kisve, söylem ve eylemlerle kamuoyunun gözlerinin içine sokularak ‘umacı’ formunda sunulmaya çalışılıyor ve bunda başarılı da oluyorlar maalesef! Zira oyunu kurdukları gibi oyunun hakkını da veriyorlar. ‘Korkulu(!) rüya görmektense uyanık kalmayı tercih ediyorlar, oyunu ‘En iyi defans hücumdur!’ diyerek kendilerinden uzak ve genellikle ‘’‘müslümanım’ diyenlerin’’ coğrafyalarında kuruyor, masrafları da onlardan tazmin etme kurnazlığını elden bırakmıyorlar! Bunlara karşı gardı elden düşürmeden hak ve hakikat yolculuğunu hikmetle sürdürmek, gerçekten azim ve kararlılık, uyanıklık (olumlu anlamda) gerektiren işlerdendir. Her kişinin değil ‘er kişi’nin işidir. ‘Misyonunun eri’ olmayı gerektirir. Donanım ve liyakat gerektirir.
Gayret bizden, tevfik Allah’tandır.