Mustafa BOZACIOĞLU
CAHİLİYYENİN KERAMETİ (BİR MUKAYESE DENEMESİ)
Cahiliyye’yi bilirsiniz değil mi; tabi bugünkü anlam kayması ile değil de orijinali ile… Yani sırf ‘bilgisizlik’ değil! Yoldan çıkıp doğru yolu kılavuzlayanı, kılavuzlamayı ve kılavuzunu reddedip, pazarlık konusu kılan; her türlü zulmün /adaletsizliğin sergilendiği; cürmün, bilmeden değil de bile isteye, kendini nefsini ve düzenini öne çıkartarak, çıkarları adına işlendiği, son vahyin gönderildiği; önceki doğru örnekliklerin, doğru yolun bozularak, terk edildiği ve üstünün örtülerek, üstüne hurafe, zan ve hev a-ü hevesle ağların örüldüğü; sapkınların, sapkınlık yol ve dönemi…
Bu anlamda ‘cahiliyye’, nevzuhur/türedi/ağaç kabuğundan çıkma, karanlık.. bir dönemi değil; önceki atalarının uyarıldıkları ilkeleri, kılavuzlandıkları yolu terk ederek, hatta terk ederek de değil, paralelleyerek, ekleme ve çıkarmalarla yeni ve aslından farklı bir forma dönüştürmelerinden kaynaklanan bir arızi durumun adıdır, sıfatıdır. Ters yüz etmenin, bulanıklaştırmanın, takdim tehir yanlışlıklarının, uydurma ve yutturmaların, keyfi ve indi üretimlerin, heva ve hevesin, ilişkiler sıralama ve yönünün bozulduğu bir dönemin adıdır. Bugüne mukayese anlamında örtüşen, benzeşen yönleri hayli fazla… O gün bir paralel vardı, bugün onlarcası… O gün de uydurmalar, yutturmalar söz konusu idi, bugün daha fazlasıyla… Onlar da ‘geleneği/atalar yolu’ din edinmiş, dini gelenekselleştirmişlerdi, bugün de ‘gelen ve ekler’ bir yumak halinde dinin önüne geçirilmiş, onu baskılayıp gölgede bırakmıştır. (Sahihini, doğrusunu ayıralım, istisna tutalım demeye bilmem gerek var mı?)
Medeniyet kavramı sorunlu olmakla beraber bakalım; kim medeni, kim bedevi imiş?! Sonra mesele salt imar sorunlarına indirgenebilir mi? Betonla, kerpicin mukayesesi de değil bu! Öyle olsa da bu zamanda bizler sınıfta kalırdık inanın! Şimdi; yaşayışa, düşünüşe, inanışa, kültüre(!), ilişkilere, algılara bakarak sürdürelim mukayesemizi… Onlar şiirde, edebiyatta ileri idi diye kayıt yok mu?! Yazılı olmasa da yaptırımı sorgulanmayan bir örfî yasları söz konusu değil mi?! Sivil (hılful füdûl), resmî (darun nedve), sosyal (Kabe’nin bakımı, anahtarcılığı, hacıların iş ve işlemleri), ekonomik (faiz ve tefecilik), dini (tağut, putların işletimi, kurban,adak sunumları, törenler/ritüellerin idaresi..) siyasi (asabiyet, kabilecilik) örgütlenmeler, yapılanmalar –içerik sorgulamasına girmeden- mevcut değil mi? İçerik sorgulamasına girince; bu yapılanmaların bugün nitel ne farkını ortaya koyabilirsiniz, elinizde ne gibi iftihar edilecek veri kalır?! Hiç! Namaz, hac onlarda da var. Kurban, adak var. İnfak var. Diyeceksiniz ki bozulmuş. Evet, doğru. Peki ya şimdi! Çok mu doğrusu yaşanıyor?! İçerik nerede, ruh nerede! Getirisi nerede, götürüsü nerede, neleri değiştiriyor, engelliyor?! Onlarda zulüm vardı, ırkçılık fazlasıyla mevcuttu, içki, kumar, fuhuş/zina, faiz/tefecilik gırla gidiyordu! Ya şimdi! Hem de yüzde bilmem kaçı müslüman(ım) denilen memlekette ve sair coğrafyalarda farklı bir durum mu söz konusu?! Hem de sistem/devlet eliyle işletmeciliği yapılır halde iken! Tedricilik mi dediniz?! Anlamadım! Alan açmak mı?! O gün de nice alanlar sunulmuştu, sonuna kadar; tek şartla ki işte o, pazarlık konusu, uzlaşma, ortaklık konusu kılındığından ellerin tersiyle itilmiş; itilmek kakılmak göze alınmıştı! Mukayese ediyorsunuz değil mi? Artıları, eksileri bir toplayın bakalım, ortak paydada birleştirip, çarpıp bölün! Kim medeni, kim bedevi verin hükmünüzü; adaletten şaşmadan, tarafgirlik de yapmadan!
Bir de onların kerametini; tabi, bunu da saptırılan, bozulan anlamı ile değil, doğru anlamı ile… Yani, bugün olduğu gibi sırf, olağanüstü hal sergilemek ve bunu Allah’ın kudret elinden yalıtıp kendi üstünlüklerine, farklılıklarına, imtiyazlarına vesile kılmak anlamı ile değil! ‘Keramet’ o gün ‘cömertlik’ adına yapılıyordu ve adeta, vereni yokluğa, mağduriyete sürükleyecek boyutlarda, bir gösteriş, yarış içerikli olarak…
Bugün ise, tavuğu bütün yutup canı çekenlerin, dervişlerin ‘hamlıklarına’, olmaları, yanmaları için, sözüm ona nefislerini terbiyeye yönelik, bir göz boyaması ile güya –haşa- tekrar tüye kemiğe büründürebildikleri, etrafın teslimiyetini, kulluğunu temin için kullanılan, mebzul miktarda örnekleri bulunan bir sömürü ve güdü malzemesi olarak algılanmaktadır! İnanmayandan sadır olduğunda da adı istidrac ve/veya sihir/büyü oluyor ne hikmetse!
Haydin mukayese edelim bakalım; ‘cahiliyye’ ve ‘keramet’ kavramlarının dününü, bugününü… Marifet zaman dilimine mi ait, yoksa içerikle mi alakalı mesele?! Zulmü mü mukayese edersiniz, sapmayı, sapkınlığı mı? Hele, sayısal oranları karşılaştırdığınızda ve sirayet ettiği alanları, coğrafyaları düşündüğünüzde! Dahası, sonuçlarına baktığınızda… Keramet hangisi?! Kimde?! Bu zamanlarda iş, almak üzerine kurgulanıyor, vermek üzerine değil! Bakmayın, ‘bir lokma, bir hırka’ zırvalarına… Zirvelerden aşağı inen, fildişi kulelerden aşağıya bakan yok! Kerametler de kendilerinden menkul! Menkuller ve gayrı menkuller kayda alınır, sayılır değil!
Evet, mukayesenin bir konusu bu, çıkın işin içinden çıkabilirseniz… Kim cahil, kim aydınlanmış! Kim bedevi, kim çağdaş! Kim helvadan da olsa putuna sahip çıkıyor, kim ilahını unutmuş, yokmuş gibi hareket edip –haşa-,dünyaya karıştırmadan, keyfî davranıyor, üstelik rol de çalarak!.. Buyurun!
Mukayesemizin diğer konusu da ‘eman müessesesi’… Ki, zannımca bunu içinden çıkmak daha zor olacak! Hele hele çıkmak istemeyecek olanların çok olması, çoklarının bu çıkışın işlerine gelmeyecek, işlerini bozacak olma ihtimali düşünüldüğünde…
Cahiliye döneminde güç/erk sahibi, baskı unsuru olabilecek kabilevi, siyasi, ekonomik, sosyal statüleri olan birisi ayrı dünyaların insanı da olsalar, fikri çatışma/ayrılık içinde dahi olsalar talep eden birisine eman verdiğinde, eman alan kişi tam bir dokunulmazlık, emanı verenin koruması ve kollaması, onun sahip olduğu haklara erişme imkânını elde ediyordu. Bugün bunu bırakınız bir devleti, ‘nato, bm’ temin edebiliyor mu, doğru söyleyin! Müslümanın müslümana emanı var mı? Dinin ana unsuru emniyetler (5 emniyet; can, mal, nesil, akıl, din) nerede? Kimin yed-i emininde?!
Sistemlerin her hal-ü karda, işine gelmediğinde, canı istediğinde, cahiliye denilenlerin helvadan put yapıp yemeleri gibi ve bir zamanlar Özal’ın itiraf ettiği gibi ‘Anayasa bir kez delinmekle bir şey olmaz!’ kabilinden emniyetleri askıya aldığı, (‘Müslüman açısından bu; bir kez taviz verip pazarlık etmekle bir şey olmaz!’ mantığıyla işliyor ve işletiliyoruz!) eman’larını hiçe saydığı, diplomaları, apoletleri, memuriyetleri iptal ettiği, stkları (sendika, vakıf ve dernekleri)- ki teminatları kendi vermiş, izne ve denetime tabi kılmış, primlerini üstlenmiş vs. iken-yasaklayıp kapattığı, gazete, dergi ve kitapları yasaklı, çalışanlarını sakıncalı kıldığı, bankaları -faizle işletilmek bir tarafa- mevduata teminat vermişken üstelik, ötekileştirdiği, zaman ve zemine göre farklı kesimleri öncelikli tehdit ilan ettiği bilinen, yaşana gelen bir vakıa değil midir?! Burada mesele, devlet/sistem/rejim meselesidir. Yoksa işletmecilik çok arızi, esasa tekabül etmeyen, yan bir meseledir, bunlara kıyasla! Şunu derseniz, ona da itiraz etmem ama: Şeytanın sağdan yanaşması meselinde olduğu gibi, işletilmeye müsait insanların tav edilmesi, rehabilitesi anlamında en az onlar kadar önemlidir. Bu durum muhafazakarlaşan, merkeze koşup başkalaşan, başkalaşmakla kalmayıp, kitlelerin de başkalaşmasına vesile olan, sözüm ona takiyyeye karşı olup elden de bırakmayan, bir zamanların İslamcılarının(!) daha dün, 28 Şubat sürecinde, eleştirdikleri, reddettikleri bir hal iken bugün ne oldu da durum tersine evrildi?! Köprülerin altından hangi sular aktı?! Bakınız bunların nasıl’ını, niçin’ini konuşmuyoruz daha! O bahsi diğer ve esasen de; değer bunun açıkça yapılabilmesine… Daha dün devenin her yanı eğri iken, bugün ne oldu da birebirden -aslında süreç içinde tedricen, evrimle- altın sarısı hecin devesi oldu?!
Düşünsenize İHH bile neredeyse öteki ilan edilecekti; direkten döndü, geri vitesle vaziyeti idare etti! Ötesini siz düşünün! Mesele ‘Dün sadece veriyor, bir şey alamıyorduk, hep bizden gidiyordu. Bugün hem veriyoruz hem de alıyoruz!’ aşamasına evrilmiş, bu kâr addedilir olmuştur! Oysa bizi ilişki, bağ ve aidiyetlerimizi sorgulamaya itmeli idi yaşananlar! Kâr zarar meselesinden öte bu pazarlıkların ne adına sürdürüldüğü, sürecin geriye dönük okunduğunda elde nelerin kalıp nelerin feda edildiği mukayese dilmeliydi! Allah’ın bu durumdan razı olup olmayacağı zaviyesinden meseleye bakılamadı bir türlü! Yukarıda da dediğimiz gibi, üstelik Hz. Peygamberin o dönemde yaşanan süreçte, bugünün pazarlık sunan ve talep eden taraflar anlamında tam tersine bir vaziyette, en üst seviyeden yüzde birlik bir istisna ile karşılaştığı teklifi, yönetme işinin devri/ortaklığı aşamasını ‘güneş-ay metaforu ile’ elinin tersiyle ittiğini övünerek, her ortamda anlatıp bundan kendimize iftihar payı(!) çıkarıp dururken! En nihayet, yukarıda sunulan ‘eman’ mukayesesi doğrultusunda, benim stk ve sendikal bağlarımdan boşanmam gerekir mi gerekmez mi?! Bu ufak da olsa bir duruş, özgün bir tercih sayılamaz mı?!
Neyse konu dışına fazla taşmadan, mukayesemize devam edelim: Onların eman’ını düşünün bir, bir de bugün bize verilen, aldığımız, sahip olduğumuzu zannettiğimiz 21. yy güvencelerine! Sonra söyleyin bedevi/cahil kim, medeni kim?! Üstüne üstlük, müslümanım diyenlerin birbirine bakışını, rezervlerini, emniyetlerini analiz edelim! Durduğumuz yere bakalım! İşin içinden çıkabilecek misiniz bakalım?! Bir karar verebildiniz mi; cahiliye ile bugünkü ‘tek dişi kalmış’ medeniyet arasında! Hangisi tercihe şayan! Matah olan hangisi?! Yoksa başka bir bakış/görüş perspektifi mi geliştirmeliyiz? Mesele daha başka değil mi; zamanla, zeminle bir alakası yok! ‘Şerefül mekan, fil mekin!’ diye boşuna denmemiş, öyle ya!
Şimdi, bu/bugünkü din, o gün indirilen ve o bedevilerden ‘asrı saadet’ çıkaran, ölü ve öldürmeyi iş edinmiş zulümata/karanlıklara gömülmüş algıdan bir diriliş, diri bir nesil çıkaran din midir?! Evet, hem aynıdır, hem gayrı! Çıkın işin içinden çıkabilirseniz! Kaynak orijinal de algılanan, duyulan-hissedilen, yaşanan, tezahürler faklı, hem de telifi imkânsız denecek kadar farklı!
O bedevileri inşa eden din, bugünün çağdaş, medeni(!) insanını niye inşa edip düzenini temin edemiyor?! Sorun nerede? Doğru soruları sormuyoruz! Doğru meşguliyetler edinmiyoruz! Ayrıntılarda boğuluyoruz! Kişi ve olaylarla ilgilenip sonuçlara takılı kalıyoruz! Olguları dert edinmiyoruz! Hiçbir şeyden ders çıkarmıyoruz! Sonra da dertlenip sızlanıyoruz! Akletmeyince üzerimizdeki pislik serpintilerinin/bocasının sebebini bile idrak edemeyip, şeytana hamlediyoruz!
Öykünme ile de olmuyor demek ki, küfredip karalamakla da… Herkesin, her dönemin hesabı kendine… Alameti farika yapılan iş ve işlemlerde, ortaya konan pratiklerde… Salt teoriyle, sözle, ama ile, mış-miş ile, ‘bir zamanlar böyle idi..’, ‘bir zamanlar biz..’ ifadeleri ile, eski-yeni mukayesesini içerikten yalıtıp şekle şemaile indirgemekle peynir gemisi yürümüyor, yürütülemez! Yürüyenler istikamet üzre midirler ve yürünen istikamet, bu yürüyüş sahili selamete çıkarır mı iyi tartışılmalı, düşünülmelidir. Mukayeseler doğru ve adilane yapılmalıdır. Eleştiriyi, iç-dış denetimi, şeffaflığı, danışmayı asla terk etmemelidir. ‘Dır dır’ ve ‘kıl ü kal’ tavrı ile asla dokunmayan, ‘alış-verişte görsünler’ tarzında ilişkilerden, ayrıntılara takılı kalışlardan uzak durulmalıdır. Hakkaniyetten sapmamalı; tarafgirlikten uzak kalarak hakkın teslim edilmesi bir tarafa, Hakk’a teslimiyetten/onu öncelemekten ve de hakkıyla temsiliyetten ayrılmamalıdır.
Hâsılı, sömürüye müsait olma halimiz sürdükçe, içeriden-dışarıdan çok sömüren olacak unutmayalım! İşletilmeye av ve tav olursanız işleten de çok olur, işletmecilik de bitmez! Sürü psikolojisinden kurtulup ‘er kişi’ olamadıkça, hesabını verebilir ve hesap sorabilir kişilik sahibi kimliklere/özgünlüklere bürünmedikçe sürükleyen de, güden güdüleyen de hiç eksik olmayacaktır, bunu bilelim!