15 Mart 2013

CEMAATLERİN BAHARI NE ZAMAN?

Emperyalist zihnin ürünü olan Ulus devlet anlayışı, Ümmet bilincinin yerine model olarak dayatıldığı andan itibaren insanlar rahat yüzü görmedi. Sınırları cetvellerle çizilerek oluşturulmuş bu ülkelerin insanları başlarındaki diktatörlerin zulümleriyle yaşamaya, onlara katlanmaya adeta mahkûm bir haldeydiler.

Arap baharı olarak tanımlanan halk hareketleri bu gerçeğin değiştirilemez bir kader olmadığını ispatladı. İnsanlar meydanlara inerek yılların bastırılmış korkularını yıkmaya, zalimlerden hesap sormaya başladılar.

Yıkılan korku duvarları ile önceleri caddelerde yürüyen, günlük hayatıyla meşgul olan ama gözleriyle, yüreğiyle sessiz çığlıklar atan milyonlar artık ağızlarından çıkan en gür haliyle bu sesleri çıkarabilmenin heyecanını, mutluluğunu yaşıyordu. Artık kral çıplak diyebiliyor, “hür, adil bir nizam istiyoruz, zalimlerden hesap sormak istiyoruz” sözlerini korkmadan, kimsenin ispiyonlamasından çekinmeden meydanlarda haykırabiliyorlardı.

Bu diktatör zalimler ne yapmışlardı, nasıl davranmışlardı da her düşünceden insanın yüreklerinde sınırsız öfke birikmesine sebep olmuşlardı?

Ülkede sadece benim sözüm geçer diyorlardı. Her şeyden ben anlarım, ben halkın babasıyım, onlar için en iyi, en doğru olan nedir ben bilirim kibriyle kanunlar, kitaplar, kurallar yazılıp duruyordu. Eleştiri ve öneri kabul etmez tavırları, buna yeltendiği için tasfiye edilen binlerce kişinin acı akıbetlerini görünür kılıyordu. Kanunlar ve yasalar mazlum halka karşı şiddetle uygulanır, yönetici sınıfı suçtan ve cezadan kendini beri bilirdi. Ülkenin imkânları bu kişilerin kasasında toplanır, kimse benden hesap soramaz, beni sorgulayamaz müstekbirliği her taraftan onları kuşatmıştı. Çevresinde onun sözlerini destekler bir yağcı grubu yer almakta, bu yalaka grup varlıklarını bu zalim idarecinin varlığında ve sistemin devamında görür olmuştu.

Bu bir Ortadoğu yazısı olmadığı için, yazımıza dayanak teşkil edecek bu notlarla yetinip asıl konuya gelmek isterim.

Bu tür lider davranışları bölgeye has bir özellik değildir. Yaşadığımız ülkede kurulan partiler, sendikalar, dernekler, vakıflar, cemaatler hep bu ve buna benzer bakışa sahip kişilerce idare edildi ve halen edilmekte…

Zalim diktatörlerin insan hayatına mal olan pratiklerini bir kenara bırakırsak, liderlik, idarecilik karakterlerinde hep benzer yönler karşımıza çıkıyor. Benbilirimcilik, sorgulanmaz, eleştirilmez tavır, kendi konumunu aşma tehlikesi gördüğü kişileri tasfiye etme, etrafında el pençe dolaşan bir sınıf oluşturma ve böylece hem kendisi, hem de çevresini oluşumun imkânlarından faydalandırma…

Siyasi partiler, büyük rantların döndüğü sendikalar için şaşırılmayacak olan bu yaklaşımların, İslami ilkelerle yüce hedefler uğruna yola çıkmış cemaatlerde görülmesi dikkat çekici ve kaygı vericidir.

Toplumları ıslah etmeye ve içlerinde bulundukları cahiliye bataklığından kurtarmaya talip sorumlu fertlerin kendilerinin cahiliye kurumlarının kulis, hizipçilik, dayatmacılık gibi yönlerini örnek almaya başlaması nasıl izah edilebilir? Allah’ın, bu içten pazarlıklı, ihlastan arınmış topluluğa yardım edeceğini beklemek çölde serap görmek gibi boş bir beklenti olmaz mı?

İslami bilince erdikten sonra bir cemaat içerisinde sorumluluklarını yerine getirmeye çalışan gençlerimiz, yeteneklerini, becerilerini cemaatin faydasına aktarabildiği oranda değer görmektedir. Genelde, “lider eleştirilmez, sorgulanmaz” bilincinin yıllarca zihinlerine işlendiği gençler, -cemaat ferdi,- düşünen adam profilini kaybetmiş olmaktadır. Bu zihin tutulmasını kıranların ise eleştiri, sorgulama yapma imkânı kendilerine tanınmamakta, hocasını rahatsız edici bir yöne ulaştığında tasfiye gündeme getirilmektedir.

Zamanla kendi tespit ve düşüncelerinin cemaati için en uygun ve doğru değerler olduğuna inanan veya inandırılan hoca, ağabey, istişare ve yönetim halkalarında da kendisini zorlamayacak, her öneriye kafa sallayacak yaşıtlarıyla doldurmayı tercih eder olmaktadır.

Bugün 20-30 yıllık yapıların niçin Tevhidi istikamette bir karış bile yol alamadığını, Allah’ın rahmetinin niçin Müslümanlar üzerine inmediğini düşünürken lütfen biraz işin bu yönlerine de eğilmeye çalışalım. Lider ne kadar Muhammed(s), Ebubekir(r), Ömer(r) gibi davranırsa, cemaatte onları edebiyle, sorgulayabilen, fikrini açıkça ortaya koyabilen özgüven içerisinde bulunursa ve bu hal ayrışma, çatışma değil rahmet, zenginlik, katkı olarak müşahede edilirse işte o zaman ümmeti inşa edecek umut olabilmişiz demektir.

Diri, düşünen zihinlerini işlerine karıştırmayanlar algılarına, düşüncelerine güvenmeyen kişilerdir. Ayrıca gemiyi sessizce götürdükleri iktidar limanı rotasının bozulmasını da istememektedirler.

Bu yaklaşımın sonucu olarak yıllardır kendilerinden sonrası için yetişmiş, düşünen, üreten, basiretli, hikmetli, fedakâr insanları çıkartamayan cemaat liderleri, görülen parçalanmışlık, bölünmüşlüğünde müsebbibidirler.

Artık gençler tıpkı Ortadoğu’nun gençleri gibi bir sorgulama sürecine girmeli, ahlakıyla, edebiyle ama kararlı ve cesur bir yaklaşımla net, dayanaklı sorgulamalar gerçekleştirmelidir. Küçük olsun benim olsun anlayışına sahip, “siz daha dünkü çocuksunuz, daha dün geldin içimize” sözleriyle küçümseyici, lider tasallutu üzerine inşa edilmiş örgütlenmelerin bakışını kıracak, ideal Tevhidi bir yapılanmayı ele alacak inisiyatifi ancak bu gençler gerçekleştirecektir.

Evet, bugün cemaatlerin de bir bahara, acilen, yeniden tepeden aşağıya yapılanmaya ihtiyacı var. Hem de acilen…