Mehmet PAMAK

06 Temmuz 2014

ERTELENEMEZ ve TERK EDİLEMEZ SORUMLULUĞUMUZ

Bazı kardeşlerimiz, bizim de müntesibi olduğumuz “Allah’ın dini İslam” adına hak ile batılı karıştıranlara, batıl kavram ve modelleri İslam’ın içine taşımaya kalkanlara, şirk sistemi içindeki görece olumluluklara, demokratikleşmeye eklemlenenlere yönelik eleştirilerimiz üzerine, “onlarla ilgilenmeyelim, ne yaparlarsa yapsınlar, biz işimize bakalım” diyorlar. Türkiye’deki değişimi yöneten koalisyonun iki kanadının bu tür İslam’ı tahrif edip Batının seküler model ve değerleriyle uzlaştırma çabaları olmasaydı, yaptıkları sadece sistemi görece iyileştirme ile sınırlı olsaydı bugünkü gibi büyük bir sorun çıkmayabilir ve bizi de bu kadar meşgul etmeyebilirdi. Yani bizim de müntesibi olduğumuz Allah’ın dinini rahat bırakıp, sadece sistem içi “demokratikleşme” ile yetinerek, Batının faşist dönemine takılı kalan Batıcı sistemi bu sistemin bugünkü kodlarıyla güncellemek suretiyle görece özgürleşmeyi teminle sınırlı bir çabaları olsaydı, o zaman bizim onlara eleştirilerimiz de bugünkü kadar yoğun olmazdı. Sadece açık bir zulüm, haksızlık ve adaletsizlik yaptıklarında eleştirmekle, uyarmakla yetinir, daha çok da kendi işimize bakardık. Sağlanan görece özgürlük ortamından da yararlanarak daha çok tevhidi davet, eğitim ve şahidlik sorumluluğumuzu yerine getirmeye, toplumu cahiliyeden arındırıp vahiyle inşa ve dönüştürme çabalarına yoğunlaşır, Kur’ani bir inkılabı gerçekleştirmek hedefimize kilitlenirdik.

Ama maalesef böyle olmadı, hem değişime öncülük eden koalisyon ortakları dini tahrif etme çabalarını sürdürdüler, hem de tevhidi uyanış süreci öbekleri istikameti koruma zaafı göstererek çeşitli sebeplerle onlara eklemlendiler ve sonuçta hayra vesile olabilecek görece özgürleşme dönemi aleyhimize döndü ve İslami tevhidi mücadeleye büyük zarar verdi. İşte bundan dolayı bugün, mecburen onların İslam’ı tahrif çabalarını izale etmeye çalışmak da tevhidi davet ve inşaya tahsis edeceğimiz vaktimizin önemli bir kısmını almaktadır. Çünkü “emri bil maruf nehyi anil münker” tıpkı tebliğ gibi, asla terk edemeyeceğimiz, erteleyemeyeceğimiz, terki halinde dualarımıza icabet edilmeyecek zelil bir hale düşmemize yol açacak çok büyük bir sorumluluğumuzdur.

İslami hayat tasavvurunda, şüphesiz ki, öncelik insanın kendi nefsini vahyin ölçüleriyle ıslah edip Kur’an’la ahlaklanmasındadır. Bu sorumluluğunu her Müslüman’ın süreklilik arz eden bir biçimde yerine getirmesi kulluk görevidir. Ancak mü’min bir şahsiyetin süreklilik arz etmesi gereken bu sorumluluğunu yerine getirme mükellefiyeti, bu süreçte gördüğü bir münkerden kardeşini veya İslam budur diyerek hak ile batılı karıştıranları men etme sorumluluğunu ertelemesini asla gerektirmez. Çünkü kulluk bütünü içinde yer alan bu sorumlulukların tümünün erteleme kabul etmez bir süreklilik içinde yerine getirilmeleri gerekir. Allah’ın ayetlerini kendi hatalarını düzeltmek için esas almak ayrı bir ibadet, diğer insanlara “emr-i bil maruf” için gündemleştirmek ise ayrı bir ibadettir. Neden, sorumluluğumuz gereği başkasına “marufu emredip, münkerden nehyetmek”, “kendi hatalarını düzeltmek için Kur’an’dan istifadeyi ihmal etmek” olarak damgalanır? Bunlar birbirinin alternatifi mi? Yani başkasını eleştiriyorsanız, illa kendi hatalarınızı ihmal ediyorsunuz anlamına mı gelir? Her iki ibadeti de Allah emretmiyor mu? Neden birisini yapanın diğerini yapmadığına hükmedilir? Başkalarına yönelik ilmi eleştiri sorumluluğunu yerine getirenleri “kendisini ihmal edip başkalarıyla uğraşmak”la, "başkalarını eleştirmekten başka bir şey yapmamak"la suçlayan tutum, ancak Allah’ın emri olan “emri bil maruf ve nehyi anil münker” yükümlülüğünün yerine getirilmesinden ve İslam adına yaptıkları hataların eleştirilmesinden rahatsız olanların, yanlışlarının açığa çıkmasını istemeyenlerin, hallerini savunma refleksiyle ortaya koydukları yeni bir zulümden başka bir şey değildir.

Dinimizin temel ilke, değer ve ölçülerine aykırılık yapanlara, üstelik bu yaptıklarının İslam’a da uygun olduğunu iddia ederek en büyük iftiraları Allah’ın dinine yapmaktan çekinmeyenlere, “emri bil maruf” görevimiz gereği eleştiriler yapmanın önemli bir sorumluluk olduğunu bilmeliyiz. Bu eleştirileri şu sebeplerle yapmak zorundayız:

“Marufu emredip münkerden nehyetme” çabamızın birinci sebebi; Her şeyden önce bu din Allah katından gelmiş, vahyin oluşturduğu bir din olup, tüm Müslümanların dinidir. Dinimiz yanlış gösterildiğinde, yanlış anlatıldığında ve alakası olmayan hususların İslam’dan olduğu imajına yol açıldığında, mutlaka dinimize sahip çıkmamız, biliyorsak işin doğrusunu, hakikatini, delili ile ortaya koymamız gerekir. Yani kimden gelirse gelsin Allah’ın dinine verilecek herhangi bir zararı gücümüz, bilgimiz, kapasitemiz yettiğince engellemek mecburiyetindeyiz. Bütün gücümüzle ana kaynağa dayalı sahih bir din anlayışını muhafaza etmek ve gelecek nesillere miras olarak bırakmak zorundayız. Hiçbir Müslüman “Din Allah’ın Allah dinini korusun” anlayışıyla böyle bir duruma sessiz kalamaz, hoş göremez. Eğer hoş göreceksek, müsamaha ile karşılayacaksak, Allah’ın dinine yapılan zulümleri değil, ancak nefsimize, ailemize, menfaatlerimize yapılan zulümleri  affedebilir, hoş görebiliriz.

Bugün ise maalesef bu durum tam tersine dönmüş olup, Allah’ın dinine kim ne yaparsa yapsın, nereye çekerse çeksin, nereye saptırırsa saptırsın, hoş görmekten yana tavır koyulmakta nefsimize, ailemize, malımıza, mülkümüze yapılan saldırılara ise son derece müsamahasız büyük tepkiler gösterilebilmektedir. Halbuki Tevbe 23. ayet gereğince, babalarımızın, çocuklarımızın, eşlerimizin, aşiretlerimizin, kazandığımız mallarımızın fesada uğramasından korktuğumuz ticaretlerimizin, hoşumuza giden evlerimizin, bizlere, Allah’tan (c), Rasulünden (s) ve Allah yolunda cihattan daha sevimli gelmemesi emredilmiyor mu? Ne oldu bize de bu güzel ölçüleri unuttuk? Ne oldu bize de uğruna her şeyimizi feda etmemiz gereken dinimizi, dünyanın süsleri ve hesapları uğrunda feda edebilecek sapmalara savrulduk?

Diğer önemli bir sebep ise, gerçekten samimi merhamet duygularımızla, hak ile batılı karıştırarak münkere meyleden  ya da iyi niyetle alan açan bu tür eylem ve söylem sahiplerinin kendi ahiretlerine zarar vermelerine de engel olmaya çalışmak arzusudur.

Üçüncü sebep de, ikaz ve eleştiri mevzuu yaptığımız düşünce ve tavırların sahipleri (ki bunlar toplum içinde önder olan kişi yada kurumlardır, kendilerinden başkalarını da dönüştürme etkisi yapabilmektedirler), eğer kendi hallerini düzeltmiyor, yanlışlarından dönmüyorlarsa, hiç olmazsa takipçilerinin kurtuluşuna, yanlıştan, münkerden uzaklaşmalarına fırsat hazırlamaktır.

Dördüncü sebep, Rabbimizin Kuran’da ısrarla emrettiği Rasulünün hayatında en güzel şekilde örnekleyip bizlere mutlaka yapmamız gereken bir görev olarak yüklediği, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” görevimizi yerine getirmek, böylece Yahudilerin düştüğü duruma düşmekten, lanet ve helake muhatap olmaktan sakınmaktır.

Bir son sebep ise; Ahirette Rabbimize sunacağımız bir mazeret hazırlamak için, bir de belki muhataplarımız öğüt alıp sakınırlar, yanlıştan dönüp ıslah olurlar diye. “Hani onlardan bir topluluk demişti ki: "Siz, Allah'ın helâk edeceği veya şiddetli bir azaba uğratacağı bir kavme ne diye (boş yere) öğüt veriyorsunuz?" Onlar da, "Rabbinize bir mazeret beyan etmek için, bir de belki Allah'a karşı gelmekten sakınırlar diye (öğüt veriyoruz)" demişlerdi.” (7.Araf 164)

Daha önce de defalarca yazdığımız gibi, dinin sabite ve değişmezleri akıdemizin esasları, muhkem naslar alanında hiç kimsenin farklı düşünmesinin, bu alanlardaki kural ve ölçüleri  de farklı anlamasının mümkün olmadığına inanmaktayız. Kıyamete kadar geçecek sürede tüm mü’minlerin bu alandaki değişmez değerlere, ölçülere, ilkelere, esaslara teslimiyetinin gerekliliğine ve ancak bu değişmezlere teslimiyetleri sebebiyle de kardeş olduklarına, ümmetin de ancak bu suretle oluşacağına inanmaktayız. Aksi takdirde ortak değişmez değerler ve ölçülere teslim olmayanların ne kardeşliği ne de bir ümmet oluşturmaları mümkündür.

Bu bakımdan, değişmezlerimiz, muhkem nassların ortaya koyduğu ilke ve ölçüler alanında meydana gelen sapmalar, sabitelerimizi bile oraya buraya çekiştirmeye yönelik söz ve eylemler karşısında emr-i bil maruf nehy-i anil münker yapmak mecburiyetimizin olduğuna inanmaktayız. Dinimizin temel esaslarına aykırı söz, yazı ve eylemleri icra edenlere, hak ile batılı karıştırıp kendi İslam’a aykırı konumlarına, düşüncelerine, projelerine ve eylemlerine meşruiyet kazandırmak amacı ile Allah’ın dininin temel esas ve ölçülerini çarpıtma gayreti içine girenlere yönelik sözlü ve yazılı ikaz ve uyarıları mutlaka yerine getirmek mecburiyetimiz vardır. Mümin insanların Allah’a teslim olmalarının ve imanlarının kaçınılmaz bir gereği olarak Allah’ın ve Rasulünün verdiği hükümleri aynen kabul etmeleri şarttır. Din konusunda Allah ve Rasulü bir hüküm vazetmiş ise mümin kadın ve erkeklerin bunun dışında bir tercih haklarının bulunmadığı Kuran’ın değişik ayetlerinde açık ve net bir biçimde ortaya konmuştur. (Ahzab 36)

Allah ve Rasulüne inanıp, şeriatıyla amel etmek maruf, Allah’a şirk koşmak, peygamberi yalanlamak ve başta hak ile batılı karıştırma söylem ve eylemi olmak üzere nehyettikleriyle amel etmek veya Allah’ın kerih gördüğü veya yapılması hoş olmayan işler ise münkerdir. Kur’an ve sünnetin yapılmasını emrettiği şeylerin yapılması gerekir. Ve bunlar maruftur. Kuran ve sünnetin nehyettiği yasakladığı şeylerin de yapılmaması gerekir. Ve bunlar da münkerdir. Ayrıca bunlara ilaveten ve nasslara aykırı düşmemek kaydıyla, toplumda hayırlı, adil, doğru, iyi, faydalı, temiz ve değerli olarak bilinen her şey  maruf, Kuran ve sünnette yasaklanan, toplumda şer, zulüm, batıl, fâsid ve kötü olarak bilinen her şey de münkerdir. (İzzet derveze, et-tefsirul hadis, vıı 137 )

Münkerin yaygınlaşması, yanlış din anlayışlarının İslam’danmış gibi sunulması, İslam adına hak ile batılı karıştıran anlayışların üretilip yaygınlaştırılması, buna rağmen ıslah edici bir çabanın gösterilmemesi, üstelik sadece birkaç kişinin gösterdiği bu tür çabaların ise kınanması ve engellenmeye çalışılması büyük bir vebal ve tehlike oluşturmaktadır. Münkerin giderek yaygınlaşması ve maruf ehlini de kuşatması riski çok önemli boyutlara ulaşmaktadır. Hem davetimizin muhataplarının kafası karıştırılmakta, hem de tevhidi uyanış sürecinden gelen kadrolar giderek yaşananları kanıksayarak dönüşüp sistem içi siyasal söylemlere eklemlenmektedir. Bu sebeple tebliğ, ıslah, inşa çabamızın, çok önemli bir ayağını da “emr-i bil maruf ve nehyi anil münker” sorumluluğu oluşturmaktadır.

“Emr-i bil maruf nehy-i anil münker”; Kuranda ve sünnette üzerinde önemle durulan ve mümin kadın ve erkeklere ısrarla yüklenen son derece ciddi bir yükümlülüktür. Müminler bu yükümlülüğün gereğini maruf olanı emretmek, münker olandan da nehyetmek suretiyle yerine getirmekle emrolunmuşlardır. İyi, doğru, güzel, hak ve adalete, Kuran ve sünnete uygun olan şeyleri emretmek,  kötü, yanlış, batıl ve zulümattan olan Kuran ve sünnetin yasakladığı şeyleri ise nehyetmek müninlerin kaçınılmaz görevlerindendir. “Emr-i bil maruf nehy-i anil münker” ifadesi pek çok ayette geçmekte olmasına rağmen doğrudan emir veya nehiy biçiminde geçen şekli lokman suresinde, onun oğluna tavsiyeleri arasında yer almaktadır. “Ey oğlum, dosdoğru namaz kıl, maruf olanı emret, münker olandan sakındır ve sana isabet eden (musibetler)e karşı sabret, çünkü bunlar azmedilmesi gereken işlerdendir.” (Lokman 17)

Görüldüğü gibi Allah’ın bazı ayetlerde, önemine binaen birlikte zikrettiği namaz ve sabrın arasına yerleştirilerek emredilen bu yükümlülüğün de tıpkı namaz ve sabır gibi azmedilmesi gereken işlerden olduğu vurgulanmaktadır. Ayrıca iyiliği emretmek kötülükten sakındırmanın öyle kolay bir şey olmadığı, bu sebeple bu görevi yerine getirenlerin başlarına bazı musibetlerin gelebileceği, haksız tepkilerle karşılaşabilecekleri hatırlatılarak sabretme ve bu çabada ısrar etme ikazı da yapılmaktadır. Emr-i bil maruf nehy-i anil münker görevi oto kontrol ve özeleştiri için tüm mümin kadın ve erkeklere (Tevbe 71), ümmetin birliği ve helaktan kurtuluşu için hiç olmazsa ümmet içinde bir topluluğa (Al-i İmran 104)), tüm insanlığın uyandırılması için İslam ümmetine  (Al-i İmran 110 ve ilaveten İslam devletine (Hac 41) yüklenen, çeşitli ayetlerde tüm bu kesimlere ciddiyetle hatırlatılan çok önemli bir görevdir. İbn-i Abbas’ın nakline göre Rasulullah’ın (s) şöyle dediği rivayet edilmektedir: “…iyiliği emredip kötülükten yasaklamayan bizden değildir.” (Et-tirmizi, Birr 15)

Bir toplumun kurtuluş veya helakını tayin edecek kadar önemli olan “emr-i bil maruf nehy-i anil münker”, marufu temsil eden ıslah edicilerin yani mü’minlerin hayatlarının vazgeçilmez bir parçasıdır. Yapmaları gereken en sürekli işlerdendir. Namaz ve sabırla birlikte en çok ısrar edilmesi gereken ibadetlerin başında yer almaktadır. Günümüzde “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmak, küçümsenen, dışlanan, suçlanan, hatta alaya alınan bir konuma düşürüldü. Allah ve Rasulünün, ısrarla, ciddiyetle ve büyük bir önemle yapmamızı istedikleri bu görevin yerine getirilmesi bazı Müslümanları rahatsız ediyor. “Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler” liberal kaidesini esas almışçasına, Allah’ın dini hususunda “kim ne yaparsa yapsın, kim ne yazarsa yazsın, kim nasıl projeler üretirse üretsin, Allah’ın ayetlerini kim nereye ve nasıl çekerse çeksin, hangi projelere alet ederse etsin, hoş görmek, boş vermek lazım, bırakınız  . isteyen istediğini yapsın” tavrı ve söylemi pek çok Müslüman’a hakim olmuş gibi görünüyor. Bu önemli görevin ifa edilmesi engelleniyor, bu sorumluluğu yerine getirenler kınanıyor. Halbuki böyle yaptıkları, birbirlerini münkerden nehyedip, marufu emretmedikleri için, İsrail oğulları toptan lanetlenmişlerdi. “İsrailoğullarından inkar edenlere, Davut ve Meryem oğlu İsa diliyle lanet edilmiştir. Bu isyan etmeleri ve haddi aşmaları nedeniyledir. Yapmakta oldukları münkerlerden birbirlerine sakındırmıyorlardı, yapmakta oldukları şey ne kötü idi” (Maide 78-79).

Peygamberimiz (sav) bir hadisinde şöyle buyurmaktadır; “Allah-u Teala bütün halka, bir kısım insanların yaptıkları (kötülük) münker yüzünden azab etmez. Ancak aralarında kötülüğü görüp ve onu ayıplamazlarsa, nehyetmeye güçleri yettiği halde bunu yapmazlar ise, böyle yaptıkları zaman, Allah hepsini mahveder” (Mevdudi, İslami kavramlar, pınar y., 2.baskı, sayfa 99). Bir toplum içinde, ellerinde imkanlar olduğu halde, sırf bazı insanlarla iyi geçinmek, bu insanların tepkilerini çekmemek için veya bazı dünyevi çıkarlar, hesaplar uğruna, münker işleyenleri, Allah’ın dininin muhtevasını saptırmaya sebep olanları, hak adına batıl söz ve eylemleri icra edenleri eleştirmekten, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” den, yani ıslah edici fonksiyon ifa etmekten kaçınanlar, hem kendilerinin hem de tüm toplumun helakına katkıda bulunuyorlar demektir.  Bu görev işte bu kadar önemli ve son derece ciddiye alınması gereken, kaçınamayacağımız bir görevdir. Mü’min olmanın en tabi bir sonucu ve çok önemli bir gerekliliğidir

Resulullah (sav) bu görevin önemine ısrarla dikkat çekmektedir;  “Abdullah b. Mes’ud’un rivayetine göre de Hz. Peygamber (s) “İsrail oğullarının ilk eksikliği şöyle olmuştu” diye buyurduktan sonra “birileri münker işleyen birini ilk gördüğünde ona bunu yapmasının helal olmadığını söylerdi. Ertesi gün o kimseyi aynı halde görmesine rağmen oturur, onunla yer, içerdi. Bunun üzerine Allah kalplerini birbirine çarptı”. Daha sonra Hz. Peygamber Maide 78. ayetin başından 81.ayetin sonuna kadar okudu ve şöyle buyurdu; “Allah’a yemin ederim, ya iyiliği emreder kötülükten alıkoyar, kötülük işleyenin Hakkın dışına çıkmasına fırsat vermezsiniz. Yada Allah sizin de kalplerinizi birbirine çarpar. Onları lanetlediği gibi sizi de lanetler.” (Ebu Davud, melahim17, tirmizi, tefsir, s.sure, hadis.5,6).

Düşünebiliyor musunuz, “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmak bile yetmiyor? O kişiler işledikleri münkerden vazgeçmedikçe, onlarla birlikte oturmak, yiyip içmek bile yasaklanmaktadır. Çünkü, münkerden vazgeçmeyenle, onun bu halini nehyetmeden kurulacak birliktelik, beraber oturup kalkmak, yiyip içmek, dahi ona ve onun işlediği münkere meşruiyet kazandırabilecektir. Bu ise münkerin işlenmesine katkıda bulunmak, meşruiyet kazandırmak, rıza göstermek anlamına gelecektir. Böylece zamanla diğerinin de ona benzemesi, toplumun bozulması ve helakı kaçınılmaz hale gelecektir. Bugün ise, münker ehline daha bir defa bile “emr-i bil maruf nehy-i anil münker” yapmadan, hoş görerek, rıza göstererek birliktelik kurulmaktadır. Rahatsız olmadan beraber olunmaktadır. Üstelik böyle olması gerektiği savunulmaktadır. Şüphesiz ki bu, büyük bir vebali üstlenmektir. “Emri bil maruf ve nahyi anil münker” gereği bir eleştiriye muhatap olan eğer Müslüman ise “bana neden böyle eleştiri (emr-i bil maruf) yapıyorsun?” deme hakkı asla olamaz. Yapacağı tek şey, eğer maruf önerisi yada münkerden nehyetme eleştirisi, vahyin ölçülerine mutabık değilse, maruf yada münkerin tespitinde isabet edilememişse, deliliyle ve ilmi olarak bunu ortaya koymaktır.

Bugün genelde eleştiri ve emri bil maruf sorumluluğu ya hiç yerine getirilmemekte, ya da artık tarih olmuş, faaliyetleri bitmiş yapılara yönelik tarihi eleştiriler yapılmaktadır. Yaşanan fesad ya da münkere meyletme ise görmezden gelinmektedir. Halbuki öncelikle yaşanan münker eğilimlerini, tabii ki güzel ve hikmetli bir üslupla, ilmi bir içerikle eleştirip ıslah çabası göstermek önemli ve gerekli olandır. Şu da var ki, yaşayan grup ya da bireylerin devam eden yanlışlıkları yüzlerine ve açıktan eleştirilmeyince, hem düzeltme imkanı ortadan kalkmakta, hem de bu çevreler birbirlerinin, arkadan çok daha sert ve hatta tahkir edici boyutlarda gıybetini yapabilmektedirler. Böylece açıktan yapılacak ilmi eleştiriden hem yanlışı yapanlar, hem de onların yanlışının tebliğine muhatap olmuş toplum mahrum kalmaktadır. Ayrıca bu arkadan çekiştirmelerle, kalpler düşmanlaşıyor, ancak dünyevi ilişki ve diyaloglar riyakarca sürdürülüyor. Maalesef Müslümanlar arasında iki yüzlülük yaygınlaşıyor. Birbiri hakkındaki düşüncesinde içinde farklı dışında farklı Müslümanların sayısı artıyor. Samimiyet, eminlik ve adalet yok oluyor. Şahsiyetler zaafa uğruyor.

(Not: Bu yazı, sitemiz adına Mehmet Pamak'la yapılan ve 9 bölüm halinde yayınlanan söyleşinin 2. bölümünden alınmıştır.)