Hasan BAKIRCI

03 Aralık 2016

HALEP SINAVI VE HALİ PÜR MELALİMİZ

Merhum Cahit Zarifoğlu “Soru İşaretlerinden Biri” başlıklı şiirini şu cümlelerle bitirir: 

Filistin bir sınav kağıdı,
Her mü'min kulun önünde.
De gerçeği yaz: Hakikat şehitliğe koşmaktır,
De isyan çağır yolun açılır cennet köşelerine.

Filistin’in, Mü’min olma iddiası ve azmindeki her Müslüman için bir sınav kağıdı olması hala bütün canlılığıyla geçerliliğini korurken gün geçmiyor ki, bu sınav kağıtlarına yenileri eklenmesin.

İşte Afganistan, Çeçenistan, Irak, Libya, Mısır,Yemen, Keşmir, Arakan vd… Bunlardan biri de, hiç şüphesiz Suriye.

Bundan yaklaşık 6 yıl evvel, telefonları kafir ve zalim Baas istihbaratı tarafından dinlenen iki kadın doktorun tutuklanması ve ceza olarak saçlarının sıfıra vurulması üzerine, bu kadınlardan birinin akrabası olan 12-13 çocuk, duvarlara “Halk, düzenin yıkılmasını istiyor.” sloganını yazar. Okul müdürünün bu çocukları istihbarata şikâyet etmesi sonucunda çocuklar içeri alınıp çok ağır işkencelere maruz bırakılırlar.

Bunun üzerine olaylar gelişmiş ve bu şekilde Suriye’de hala bütün acımasızlığı ve sınır tanımazlığıyla devam eden/ettirilen vakıanın gerçek boyutunu gizleyecek ve tahrif edecek şekilde her ne kadar “iç savaş” ifadesi kullanılsa da “katliam” demenin daha doğru olacağı malum sürecin fitili ateşlenmiş olur.  Bütün dünyanın gözü önünde/gözümüzün önünde cereyan eden, ne zaman ve nasıl biteceği/bitirileceği belli olmayan bu yangın her geçen gün yeni kurbanlar almaya devam etmekte.

Maalesef Türkiyeli Müslümanlar olarak bu konuda topyekun olmak üzere iyi bir sınav verdiğimizi söyleyemeyiz. Tunus’ta başlayan ve ardından dalga dalga yayılan Arap Baharı’nın da oluşturduğu etkiyle önce yukarıda zikretmiş olduğumuz olaylara ve dahası arka planda senelerdir kafir ve zalim Baas rejimi tarafından ortaya konulan demir yumruk idaresine bir tepki olarak başlayan süreç sonradan bir kısım muhaliflere, başlarda ABD ve Batıdan da kısmi destek gören Türkiye, Suud ve Katar; Esed’e ise Rusya, İran ve Çin gibi ülkelerin verdiği destekle acımasız bir savaşa dönüşmüş durumda.

Türkiye’ye gelince önce ABD’ye güvenerek ÖSO’ya destek vermiş hatta o dönemde başbakan olan Erdoğan 2012 yılında yapmış olduğu konuşmanın bir bölümünde“en kısa zamanda Şam’a gireceklerini ve Emevi Camii’nde namaz kılacaklarını” ifade etmişti.

ABD ve Batı’nın sonradan taktik değiştirip, önce desteklediğini söylediği  ılımlı muhaliflere olan desteğini büyük ölçüde çekmesi ve Esed’e özellikle Rusya ve İran’ın verdiği büyük destek Suriye’deki sürecin daha da kanlı hale gelmesine yol açmıştır.

Bütün bunlara ilaveten bir de Rusya ile yaşanan “uçak krizi” ile başlayan ve en son ilk baştaki sert açıklamaların ve çıkışların yerini temelde ticari ilişkilerin geliştirilmesine dayalı “dostluk antlaşmalarına” bırakması ve bir zamanlar “kardeşlerimiz” olarak nitelendirip ülkeye kabul ettiğimiz Suriyeli muhacirlerden “AB” ile olan ilişkiler noktasında “mülteci” diye bahsedilmeye ve bir koz olarak görülmeye başlanılmasıyla Suriye konusunda reel politiğe teslim olan bir yaklaşımın Ankara’ya hakim olması söz konusu.

Bu teslim oluşun maalesef zirve noktası ise, 3 aydan fazla zamandır abluka ve bombardımanlara maruz kalan Halep’in Türkiye yöneticilerinin neredeyse demeçlerinde bile yer bulamaması.

Bundan daha esef verici olanı ise, nasıl ve ne şekilde hareket edeceklerini büyük ölçüde reel politiğe ve dünyadaki ahlaksız ve Allah’sız güç dengelerine göre şekillendiren siyasilerin yanı sıra, onların bu içler acısı politikalarına “kerli felli” birçok “İslami” cemaat ve STK’nın da hala “maslahat, son kalenin müdafaası” gibi gerekçelerle ya doğrudan ya da sükut edip muhalefet etmekten imtina ederek dolaylı olarak destek vermesidir.

Açık konuşalım: Bu ve benzeri acı hadiselere şahitlik eden, “hesap gerçeğine” iman iddiasındaki kişiler olarak işimiz gerçekten çok zor. Suriye’de ve haricindeki savaş bölgelerinde kalarak mücadeleyi sürdüren ve sonunda zulmen ölenlerin/öldürülenlerin en azından ahiret gününde Rabbimiz’e sunabilecekleri bir mazeret ve huccetleri olacak. Peki ya bizler?

Bundan dolayı gelin Allah’ın bize örnek ve önder kıldığı bütün Rasuller’in sahip olduğu “bağımsız şahsiyetler olma” vasfından hareketle, temeli Allah’a ve O’nun dinine savaş üzerine kurulu bu düzenden ve onun Kemalist sol ve muhafazakar sağ kanatlarından akidevi beraatimizi yenileyelim ve her daim diri-canlı tutalım.

Yüzümüzü sadece ve sadece Hakka döndürelim. Bakınız Rabbimiz Rum Suresi’nin 30. ayetinde ne buyuruyor:

“Artık sen, batıl olan her şeyden uzaklaşarak, yönünü tam bir samimiyetle hak olan dine çevir ki, O insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışı, yani dini değiştirilemez. İşte budur dosdoğru din. Fakat insanların çoğu bu gerçeği bilmezler.”

Ne mutlu her daim emrolundukları üzere dosdoğru olabilen ve dosdoğru kalabilenlere…