Mehmet PAMAK
HAYAT; İMAN, İBADET, CİHAD ve ŞEHADETTİR -I-
Ümraniye Haldun Alagaş Spor Kompleksi'nde 18 Şubat 2012 tarihinde gerçekleştirilen, Birr Nesil-Der, Davet-Der, Gençlik-Der, Hay-Der, İnsan-Der ve Kalem-Der'in ortaklaşa organize ettiği “Şehadet ve Şahidlik Gecesi”nde özetini sunma imkanı bulduğum konuşmamın tam metnini, okumak isteyen kardeşlerimizle iki bölüm halinde paylaşmak istiyorum.
Ancak konuşma metnine geçmeden önce hatırlatmak isterim ki, İslam’ı ve Müslümanları dönüştürme projelerinin ardı ardına yürürlüğe konduğu, İslam’ın, siyasi, ekonomik, hukuki toplumsal alanları düzenleme iddialarından vazgeçerek, küresel kapitalist laik demokratik sistemle uyumlu ve bireysel ibadetlerle sınırlı “Ilımlı İslam” algısına indirgenerek dönüştürülmek istendiği ve birçok farklı sebeple de geniş kitlelerin bu değişim rüzgarına kapıldığı bir süreçten geçiyoruz. Hatta tevhidi kesimin önemli bir kısmının bile bu değişimden etkilenip, tevhidi ilkelerini ve vahye şahidlik sorumluluğunu askıya alıp ehven-i şer tercihine fıkhi gerekçeler üretmenin ve batıl kavramları, modelleri ödünç almanın peşine düştüğü, tevhid, cihad ve şehadet kavramlarının dışlandığı ya da tahrif edici anlam saptırmalarına muhatap kılındığı, ılımlı laiklik ve “ılımlı İslam’ın örtüştürüldüğü noktada oluşturulan yeni laik, liberal, demokratik statükonun oluşumuna teolojik alt yapı hazırlamak amacıyla, zorlama İslami yorumların gündem yapıldığı bir süreçten geçmekteyiz.
İşte böyle bir süreçte, tevhid, cihad ve şehadet gibi kavramlarımızı, Kur’ani muhtevasıyla gündem yapan, ayrıca şehidlerimizi anmaya, anlamaya, tanımaya, ahde vefaya vesile olacak böyle bir geceyi tertip eden ve Kur’an’ın kurtarıcı mesajını ve sorumluluklarımızı hatırlatan bu İslami kuruluşlarımızı kutluyorum. Bundan sonra da, bu tür nice kolektif ibadetlere imza atarak Allah’ın rızasını kazanmaları için dua ediyorum. Havanın çok soğuk olmasına rağmen büyük katılım göstererek, salon ilk tutulduğunda şahsen dolmaz zannettiğim (2500 oturma yeri olan) böyle büyük bir salonu, cihad ve şehadet bilinciyle tamamen dolduran kardeşlerimizi tebrik ediyorum. Allah hepinizden razı olsun, bu güzel ibadetimizi kabul etsin ve iki cihan saadetine giden yollarını önümüze açsın inşallah. İşte bu tür kolektif çabalarımızı, giderek daha örgütlü, daha nitelikli ve süreklilik kazandırarak gerçekleştirebilirsek, küresel ifsada karşı, küresel bir itiraz ve ıslah çabasını Allah’ın izniyle başarabiliriz. Rabbimiz bu istikamette yardımcımız olsun. Sorumluluklarımızı idrak edip gereğince fedakar olmayı nasip etsin.
Gecede Özetini Sunduğum Konuşmamın Tam Metninin Birinci Bölümü:
İslami Hayat; İman, İbadet, Cihad ve Şehadettir - 1
İslami hayat, iman ve cihattır. Ancak, iman edip ve iman ettiğimiz değerler uğrunda ömür boyu cehd ve gayret göstermek suretiyle, yaratılış gayemiz olan ubudiyet/kulluk sorumluluğumuzu yerine getirebiliriz.
İslami hayat, iman ve ibadettir. Tevhidi bir muhtevayla iman eder ve ölüm gelene kadar iman ettiğimiz, tekbir ettiğimiz Allah’ın vahiyle bildirdiği hükümleri bireysel, toplumsal ve kamusal tüm hayat alanlarına hakim kılmaya, Kur’an’da bildirilen emir ve yasaklara uymaya, sonuçta hayatımızı ibadet kılmaya çalışırız.
İslami hayat, iman ve hicrettir, Kur’an ile ahlâklanmaktır. İslami hayat, cahiliyeden İslam’a, tagutlardan Allah’a, şirkten tevhide, cahili amellerden Kur’ani salih amellere, cahiliye ahlâkından Kur’an ahlakına, cahiliye toplumundan Kur’an cemaatine doğru, iman, amel, ahlak ve cemaat planında hicret etmektir. İslami bir hayat, “Verrucze fehcur” emri gereğince, akidevi ve ahlaki tüm cahili kirliliklerden uzaklaşmak, şirk başta olmak üzere tüm cahili pisliklerden hicret etmek suretiyle arınmaktır. Böyle bir arınmayla ortaya çıkan temiz zeminde fıtratla vahyi bütünleştirmek suretiyle de, İslami şahsiyet ile ahlâkı vahiyle inşa etmek, sonuçta da bu arınma ve inşa çabasına süreklilik kazandırmaktır. Ve ölüm gelene kadar bu hicret, arınma ve inşa bilincini sürdürmektir.
İslami hayat, iman ve şehadettir. İslami hayat, iman ettikten sonra, Kitab’a mirasçı kılınmanın bilinciyle, Kur’an’ı hakkıyla (anlamak, öğüt almak, yaşamak ve diğer insanlara da hal ve kal ile taşımak amacıyla) okumak, takvayı hakkıyla kuşanmak ve Allah yoluna adanmış İslami şahsiyetler olmak suretiyle Kur’an ahlâkıyla ahlâklanmaktır. Sonuçta, vahye şahid olacak bir hayatı yaşamamız, Peygamber (s) bize şehid/şahid/örnek ve model olduğu gibi bizim de insanlara şehid/şahid/örnek ve model olma çabası göstermemizdir.
Asr suresinde de ifade edildiği gibi, hüsrana düşmekten kurtarıp kurtuluşa götürecek yol, iman ettikten sonra, iman edilen değerleri hayata hakim kılmaya yönelik salih amellerle hayatı kuşatmak, Kur’ani hakikatin mesajını hâl (ahlak) ve kâl (söz) ile diğer insanlara ulaştırmaya çalışmak ve bu uğurda başa gelenlere sabredip direnmek, yılmadan büyük azimle bu çabada (cihadda) ısrar etmek ve bu sabrı ve direnişi tavsiye etmektir.
İşte bu anlamlarıyla iman, salih amel, ibadet, hicret, cihad ve şehadet gibi temel kavramlarımız birbiriyle örtüşen, birbirini tamamlayan Kur’ani kavramlar olarak hayatımızı kuşatan, inşa eden, inkılaba uğratan, anlam ve değer kazandıran kavramlarımızdır. Bu kavramlar birbirinden ayrılamaz, parçalanamaz, bir kısmı dışlandığında diğerleri de eksik kalır ve zamanla içleri boşalarak arındırıcı ve inşa edici işlevlerini yitirirler.
Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde olduğu gibi, Hacc Suresinin 77-78. ayetlerinde de mü’min kullarına şu sorumlulukları yüklemiştir.
“Ey iman edenler!”
“Rükû’ edin”, Allah’a boyun eğip, O’ndan gelene teslim olun. Hayatınızı Allah’a boyun eğdirin.
“Secde edin”, Allah’a secde edin, itaat edin. Bütün varlıkların Allah’a secde (itaat) halinde oldukları gibi, ey insanlar sizler de Allah’a secde (itaat) edin.
“Rabbinize ibadet edin”, Allah’ın emir ve yasaklarına uyup Kur’an’ı yaşayın, hayatınızı ibadet kılın.
Hayır (iyi ameller) işleyin ki, kurtuluşa eresiniz.
“Allah yolunda hakkıyla cihâd edin”. Allah yolunda gereği gibi, yani Allah’ın kitabında ifade edilen ölçülere sadakat göstererek, Allah’ı razı edecek biçimde mücadele edin. “Kâfirlere itaat etme ve onlara karşı bu Kurân’la büyük bir cihâd yifa et” (Furkan, 25/52) ayeti istikametinde küfre, şirke, zulme ve ifsada karşı Kur’an hükümleriyle ıslah çabası gösterin, onlara karşı Kur’an’la büyük cihad (cihaden kebiran) verin.
Allah’a, samimi bir teslimiyetle, tevhidi bir imanla bağlanmaya değinildikten sonra, hemen arkasından rüku ve secde çağrısıyla itaatin, inandığı Kitabın hükümlerini hayata hakim kılıp yaşamanın, emir ve yasaklara uyarak ibadet etmenin, salih ameller, hayırlı işler yapmanın zikredildiğini ve arkasından da bu kitabın hükümlerini diğer insanlara taşımanın, toplumsal sorumlulukların yerine getirilmesinin ve bu anlamda “Allah yolunda hakkıyla cihad” edilmesinin, bir başka ayetteki ifadeyle “Kur’an’la büyük cihad”ın öneminin vurgulandığını görüyoruz.
Kur’an’la büyük cihad; nefsimizde olan kötülük eğilimlerine ve şirke dayalı cahiliye toplumunun Allah’a karşı nankörlük anlamına gelebilecek bütün manevi kirliliklerine karşı durmak, onlardan hicret etmek ve cahiliye toplumunu, tebliğ, eğitim, şahidlik (vb.) yöntemlerle vahiyle ıslah etmeye, şirki izale etmeye çalışmaktır.
Cahiliye toplumunun şeytani yaşantısından ilahi rızaya uygun tevhidi bir hayata hicret eden mümin, köşesine çekilip bencilce bireysel bir tezkiye ile yetinemez, toplumsal davet ve şahidlik sorumluluklarını unutup, şirke ve münkere karşı bireysel, edilgen bir tutum geliştiremez. Her mü’minin, gücü, birikimi, potansiyeli yettiği ölçüde ve kardeşleriyle güç birliği yaparak şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı, hâl ve kâl ile büyük bir cihad içine girmesi kaçınamayacağı kulluk vazifesidir.
Yeryüzünün halifeleri olma misyonuna sadakat gösteren mü’min insanlar, Allah’ın emir ve yasaklarına uygun bir hayatı kurmak ve yaşamak zorundadırlar. Allah’ın şeriatını oluşturan bu emirleri (Casiye, 18), yani Allah’ın hükümlerini, bireysel ve toplumsal hayatımıza egemen kılmak için, maddi ve manevi anlamda gösterilen her türlü çaba “Allah yolunda cihad”ı oluşturur. Ve bu anlamda hayatımızı kuşatması gereken boyutuyla “cihad” süreklilik arz etmek durumundadır.
Rabbimiz, “Andolsun ki, içinizden cihad edenlerle sabredenleri belirleyinceye kadar sizi imtihan edeceğiz...” (Muhammed, 31) buyurmaktadır.
Seçilmiş ve Kitab’a Mirasçı Kılınmış Olmak, Kur’an’ı Kakkıyla Okuyup Hayata Hakim Kılarak Şahidliğini Yapmayı Gerektirir
Hac Suresinde “Sizi o seçti …” ifadesine yer veren Rabbimiz, Fatır Suresi 32 inci ayette de, “Sonra kitabı, kullarımız arasından seçtiklerimize miras bıraktık…” buyurmaktadır.
İşte bu seçilmişliğin ve mirasçılığın, Kitab’a varis kılınanlara bir şeref bahşetmenin yanında büyük bir sorumluluk yüklediği de unutulmamalıdır. Ancak Kitab’a iman eden, onu hakkıyla okuyan ve takvayı hakkıyla kuşanarak Kur’an’la amel edenler Kitab’a varis olma şerefine nail olabilmektedirler. Ya da, ancak varis olmanın bu anlamdaki gereğini yerine getirenler emanete riayet etmiş ve Kur’an’la gelen şereflerini korumuş olmaktadırlar.
Okunup anlaşılmak ve gereğince amel edilmek üzere indirilmiş, müjdeleyici, uyarıcı ve yol gösterici (hidayet rehberi) kılınmış, hak ile bâtılı ayırma (Furkan) fonksiyonu görmek için indirilmiş olan Kur’an, eğer hakkıyla okunmazsa bu işlevini görebilir mi? Tabii ki göremez. Bu sebeple Rabbimiz bu anlamda Kur’an okumayanları, ondan yüz çevirmiş olarak (Kur’an’ı mehcur-terk edilmiş bırakmak konumunda) kabul etmektedir. Biz de toplum olarak, Kur’an okumayı, anlamayı ve öğüt almayı terk edeli, bir nevi Kur’an’dan yüz çevirme konumuna sürüklenerek, Allah’ın rahmetinden uzaklaşmış ve bugünkü zillete düşmüş bulunmaktayız.
Yaratılış amacının, halifelik misyonunun ve yüklendiği emanete riayetin tabii bir gereği olarak, vahye uygun bir hayatı inşa etmek durumunda olan insan, bu sorumluluğunun gereğini yerine getirmekten uzaklaşmıştır. Kur’an’ı terk edilmiş bırakarak emanete ihanet ettikçe, hayatı kuşatan iman, ibadet, cihad ve şehadet bilicinden uzaklaşılmış ve geçmişte İslam ile şereflenmiş olan toplumlar kaçınılmaz olarak çürümeye ve çok yönlü bir yozlaşma ve çöküntüye sürüklenmişlerdir. Kurtuluş yolu; insanı ve toplumu vahyin belirleyiciliğinde yeniden inşa sürecini başlatmaktan, tevhid ve adaleti ikame suretiyle emanete riayet etmekten ve hayatı kuşatan ibadet, cihad ve şehadet bilincini yeniden kuşanmaktan geçmektedir. Kurtuluşa ve izzete ulaşabilmek, ümmeti gerçek nitelikleriyle vahyin ölçüleri içinde yeniden inşa edebilmek için; bu hedefe adanmamız, Allah’ın azabından korkarak, Allah’ın ipi olan Kur’an’a sımsıkı ve topluca sarılmamız gerekmektedir.
Bu sebeple, seçilmiş ve Kitab’a mirasçı kılınmanın temel gereği, Kur’an’ı hakkıyla okumayı, anlayıp hayata hakim kılmayı, Kur’an’la ahlaklanmayı, vahyi sosyalleştirme çabası göstermeyi ve hakikatin kurtarıcı, karanlıklardan aydınlığa çıkarcı mesajını eğmeden, bükmeden, kamufle etmeden, ekleme ve çıkarma yapmadan, batılla örtmeden/karıştırmadan, Allah’tan geldiği gibi insanlara ulaştırmayı, tebliğle, eğitimle, şahidlik/şehidlik/örneklik oluşturarak yaygınlaştırmayı hedeflemektir. Yani seçilmenin ve Kitab’a mirasçı olmanın gereği, ibadet, cihad ve şehadet bilinciyle, aklı, imanı, şahsiyeti, ahlâkı ve bütüncül olarak hayatı Kur’an’laştırmaktır.
Allah Bize “Müslim”/Müslüman Adını Verdi,
Bu Sebeple İslamcı Değil, Müslümanız
Hac suresi 78. ayette devamla şu hüküm yer almaktadır: “Önceden de, bunda (Kur’an’da) da sizi ‘Müslümanlar’ diye O adlandırdı”.
Evet, çok açık olarak ifade edildiği üzere Rabbimiz bize “Müslim” adını vermiştir. Allah bize “Müslim” (Türkçe meali olarak Müslüman) adını vermişken, bu inzal edilmiş temel kavramı terk edilmiş bırakarak, tahrif edilmiş ve Kur’ani olmayan içerikler yüklemek suretiyle kendini bu kavrama nispet eden kesimlere terk ederek, kendimizi “İslamcı” olarak tanımlamamız doğru olabilir mi? Kur’an’ı merkeze aldığını iddia edenlere, inzal edilmiş Kur’ani temel bir kavramı yanlış temsillere terk edip, onu Kur’ani muhtevayla ısrarla gündemde tutma sorumluluğunu bırakıp, onun yerine üretilmiş uyduruk bir kavramı ikame etmek yakışır mı?
Üstelik “İslamcılık” kavramı Allah’ın tevhid dini İslam’ın hayatı kuşatan ubudiyet bütünlüğünü parçalayıp, onu bir siyasal ideoloji boyutuna indirgeme riskini taşımakta ve bu sebeple de, sosyal, deruni, kalbi, ahlaki ve ibadi boyutu ihmal eden ve kulluk bütünlüğünün denetiminden uzak abartılı ve ilkesiz bir siyasallaşma bu kesimleri kuşatmaktadır. Bu yüzden sisteme entegre olan eğilimlere da kolayca yol açabilmektedir.
Ayrıca, “Müslim kavramı Kur’ani olmayan tahrif edilmiş anlayışlar tarafından da kullanıldığı için biz kendimizi ayrıştırmak ve İslam’ın siyasal iddiaları da olduğunu gündemleştirme farkımızı anlatmak için bu kavramı kullanıyoruz” diyenler büyük bir çelişkiyle bu iddialarını bizzat kendileri çürütmektedirler. Çünkü bu kesimler, aynı zamanda tahrif edilmiş din algısına sahip olup sırf siyasal çabalar içinde olan diğer sentezci kesimler için de “İslamcı” kavramını rahatlıkla ve sürekli kullanmaktadırlar. Mesela şu adlandırmalar bu kesimlerin medya ve yazılarında yer verdikleri diğer İslamcılıklardan bazılarıdır: “Sağcı İslamcılık”, “Muhafazakar İslamcılık”, “Türkiye İslamcılığı”, “Anadolu İslamcılığı”, “İttihat ve terakki İslamcılığı”, “AKP İslamcılığı”, “HAS Parti İslamcılığı”, “Liberal İslamcılık”, “Sosyalist İslamcılık” vb.
Kendi “İslamcı”lığımızı bütün bunlardan ayrıştırmak için, “tevhidi İslamcılık” olarak isimlendiriyoruz deme çelişkisini yaşayanlara diyoruz ki, “madem böyle bir ayrıştırma çabası göstermek gerekiyor, yani madem başına bir ek getirerek farklı adlandırma çabası, bu üretilmiş kavram için de söz konusudur, o halde neden bu çabayı inzal edilmiş temel Kur’ani kavramımız konusunda göstermiyorsunuz? Kıyamete kadar geçerli evrensel bir boyut taşıyan Kur’ani “Müslim” kavramımızı sahiplenip, onu yanlış içerikler için kullananlara, Allah’ın bu kavrama Kur’an’da yüklediği anlamı ve sorumlulukları hatırlatma çabası göstermek, hem daha kolay, hem daha doğru, hem de Kur’an ve sünnete daha uygun olmaz mı?
Müslüman Olmanın Kur’ani Gereği;
“İman, Rüku, Secde, İbadet, Cihad ve Şehadet”tir
Müslim/Müslüman olmanın gereği, Kur’an ile ahlâklanmak, yani vahye “şahid”, Allah yolunda “şehid” olmaktır. Hayatın bütün alanlarını vahiyle inşa etmek, bütüncül ve kuşatıcı ubudiyet algısıyla hayatı ibadet kılmaktır.
Rabbimiz, Hac Suresi 78’de “O size Müslimîn (Müslümanlar) adını verdi” hükmünü beyan etmiştir. Müslim olmanın gerektirdiği sorumluluk hakkında ise, Kur’an bütünlüğünde kapsamlı açıklamalara yer verilmekle beraber sadece Hac suresinin aşağıdaki iki ayetinde bile çok kuşatıcı sorumluluklara işaret edilmiştir.
Hac 77’inci ayette bu sorumluluklara dair;
- “ Allah’a boyun eğme,
- secde (itaat) etme,
- yalnız O’na ibadet etme,
- hayır ameller yapma” emredilir.
Ardı ardına sıralanan rükû, secde, ibadet ve hayır ameller, bütün hayatı kuşatan manalara sahiptirler. Rüku ve secde ile hayat Allah’a boyun eğdirilecek, secde ve itaat bütün hayatı kuşatacaktır. Öyle ki, “hayat, iman, rükû ve secdedir” dense yeridir. Ayrıca hayır işler ve Allah’ın bütün emir ve yasaklarına itaatle gerçekleşecek ibadet söz konusu olacaktır. Rad 15. ayette, “Oysa göklerde ve yerde kim varsa ister istemez kendileri de gölgeleri de sabah akşam Allah'a secde ederler” buyrulur. Hicr Suresi 98 ve 99. ayetlerde “Sen şimdi Rabbini hamd ile tesbih et ve secde edenlerden ol! Secde edenlerle birlikte secde et…Ve sana yakîn (ölüm) gelinceye kadar Rabbine ibadet et!” buyrulmuştur. Evrendeki bütün varlıklar Allah’a secde halindedirler, sizler de ey insanlar secde edenlerle birlikte secde edin denilmektedir. Bu sebeple secdeyi bütün hayat alanlarına yaymak gerekir. Fetih 29. ayette ise, “… Onları rükûa varırken secde ederken görürsün. Allah'tan lütuf ve rıza isterler. Onlar, yüzlerindeki secde izi ile tanınırlar. (Yüzlerinde secdelerin izinden nişanları vardır.)” hükmü yer alır. Yüzümüz varlığımızdır, hayatımızın bütünüdür. Bu sebeple, hayatınızı Allah’a secde (itaat) ettirin, secdenin (Allah’a itaatin) izi bütün hayat alanlarınızda görülmeli, secde (itaat) hayatınızı kuşatmalı. Böylece (kamu-özel, bireysel ve toplumsal ayırmadan) hayatınızın bütün alanlarında Allah’ın hükümlerine itaat hali yaşandığında, secdenin (Allah’a itaatin) izi bütün hayatınızda görülecek, sonuçta hayatınız ibadet kılınmış ve vahye şahidlik/şehidlik yapmış olacaktır. İşte mü’min ve Müslim olmanın temel gereği bu teslimiyet ve kuşatıcı itaat halidir.
Hac 78’inci ayetin başında ise;
- “Allah yolunda hakkıyla cihad etme” gibi temel mükellefiyetlere ilaveten şunlara da vurgu yapmıştır:
“Ta ki, Rasul size şahid olsun, siz de insanlara karşı şahidlik edesiniz.”
“Şimdi namazı dosdoğru kılın, zekâtı verin”.
"Ve Allah’a sarılın (Allah’ın kitapta indirdiği hükümlerle ahlâklanıp korunun, hayatınızı bu hükümlerle düzenleyip, Allah’ın rengiyle boyanın)…”
“O, sizin mevlânızdır. Ne güzel mevlâdır, ne güzel yardımcıdır!” O’ndan başkalarını veli, sahip ve yardımcı edinmeyin, sizin için O’ ne güzel sahip ve ne güzel yardımcıdır.
Sadece Hac suresinin yukarıda zikredilen iki ayetinde ifade edilenler bile “Müslim” kavramının nasıl kuşatıcı bir tevhidi anlam ve içeriğe sahip olduğunu açıkça ortaya koymaktayken ve bunu Kur’an’dan kalkarak insanlara açıklamak hem çok kolay, hem de Allah’ın yardım ve bereketlendirmesine sebep olacakken; nasıl oluyor da, hem anlam itibariyle bu derece kuşatıcı olmaktan uzak, hem tebliğin muhataplarınca kabulü zor, hem de Allah’ın inzal ettiğini terk etme sonucunu doğurduğu ve üretilmiş olmak bakımından evrensel de olmayan ve ölüme mahkûm olan bir kavramda ısrar edilir, anlamak mümkün değildir.
Onun için, Peygamber bize şehid olsun, bizler de diğer insanlara “şehid/şahid/örnek/model” olalım diye, Allah’ın bize verdiği “Müslim” dışında başka adlarla kendimizi tanımlamaktan, inzal edilmiş evrensel adımız yerine üretilmiş adları ikame ederek zulme sebep olmaktan uzak durmalıyız. Ancak, “Müslim” olmanın gereği olan Kur’ani içeriği kuşanarak, vahye “şahid”/”Şehid” olarak, bu içeriği hâl (ahlak) ve kâl (söz) yoluyla, kendisini Müslüman olarak tanımlayan kitlelere ulaştırabiliriz. “Gelin Müslim olmanın gereğini, onun kitabı olan Kur’an’dan öğrenip yaşayalım” diye davette bulunduğumuzda meydana gelecek etki çok yüksek olacaktır. Aynı kolaylık ve bereket, aynı ilkeli duruş ve etkileyici muhteva, dinde isabet kaydeden yaklaşım, “gelin İslamcı olun” davetinde asla oluşmaz.
Müslüman Olmak, Fert ve Cemaat Planında Hayatı Vahiyle İnşa Etmek, Yaşarken Şehid/Şahid/Örnek/Model Olmaktır
Hac 78. ayetten çıkan bir sonuç da, “Müslim” olmanın temel bir gereği olarak, Peygamber’lerin ilk önemli vasıflarından birisinin “ŞAHİDLİK”/ “şehidlik” olmasıdır.
“... Peygamberin size ŞEHİD/ŞAHİD olması, sizin de insanlara ŞEHİD/ŞAHİD olmanız için, O (Allah), gerek daha önce (gelmiş kitaplarda), gerekse bunda (Kur’an’da) size ‘Müslümanlar’ adını verdi. Öyle ise namazı kılın, zekatı verin ve Allah’a sımsıkı sarılın...” (Hac, 78)
Müslüman adını almanın ve mü’min olmanın en temel gereklerinden birinin de, Peygamber’in insanlara örneklik ve şahidlik yapması gibi, mü’minlerin de diğer insanlara “vahyin şahidliğini” yapmaları ve güzel örneklik teşkil ederek vahyin mesajını yaymaları olduğu hatırlatılmaktadır. Müslüman fert olarak bu şahidlik, şehidlik sorumluluğumuz olduğu gibi, cemaat planında da aynı sorumluğu omuzlarımızda taşımaktayız.
“Böylece sizi insanlara ŞAHİD olmanız için vasat bir ümmet kıldık. Peygamber de size ŞAHİD ve örnektir.” (Bakara, 143)
Demek ki, mü’minler/müslimler ve onların teşkil ettiği İslam ümmeti, Allah’a kulluk etmek ve diğer insanların da hidayetine vesile olmak için, Peygamber’in, ilk şahidliğini/örnekliğini/ modelliğini yaparak kendilerine ulaştırdığı vahyin şahidliğini üstlenmek, yani Allah’ın hükümlerini, şeriatını, dinini hayata egemen kılmak, yaşamak, hem fert, hem de cemaat planında hayatlarında örneklemek, modelleştirmek zorundadırlar. Ancak böylece “şahid” vasfını kazanabilir, “şehadet” kavramının içerdiği anlamla nitelenebilirler. Mü’min/Müslim olabilmek ve mü’min kalabilmek, ancak Allah’ın hükümlerine, şeriatına tavizsiz iman edip, onları hayatına geçirmekle, yaşamakla, yani onların şahidliğini üstlenmekle, kısaca şehadetle mümkündür.
Bu şahidliği gerçekleştirmeyenlerin, yani Allah’ın tüm emir ve yasaklarını, hükümlerini, şeriatını bireysel ve toplumsal hayata hakim kılmayanların ya da hakim kılmaya çalışmayanların, bu uğurda her türlü bedeli ödemeyi göze alıp mücadele vermeyenlerin, pasif kalıp hakka karşı bir mücadele vermemeleri halinde bile “şahid” (örnek, model) ve dolayısıyla “şehid” olmaları mümkün değildir. Ancak, tebliğ ve eğitimle, hayatıyla, ahlakıyla, vakti ve naktiyle cihad ederek yaşarken “şehid” olanlar, aynı yoldaki çabaları sebebiyle öldürülürlerse, ölümleriyle de “şehid” olurlar. Yani Allah’ın hükmünü hayata hakim kılmaya yönelik mücadele sebebiyle ya da Allah’ın hükmünün hakim olduğu bir beldeyi ve Müslümanları savunmaya yönelik kıtal anlamıyla cihad sürecinde öldürülürlerse, işte o zamanda canıyla da “şahid” olmak konumuna yükselerek, “şehidliğin” zirvesine erişirler.
Hayat, Ubudiyet, Din Parçalanıp,
Kavramlarımız Tahrif Edilmeye Çalışılıyor
Bugün gelinen noktada, küresel ve yerel müfsid statüko tarafından hayat kamusal ve özel diye parçalanmakta, ubudiyet/kulluk, din ve kitap da parçalanmak istenmektedir. Cihad, şehadet ve hayatı kuşatan anlamda ibadet gibi temel kavramlarımızdan vazgeçmemiz istenmektedir. Ya da bu kavramlarımız, içleri boşaltarak statükonun razı olacağı boyutta yeniden tanımlanmaya ve bu saptırılmış yeni tanımlarıyla statükonun yeniden üretilmesinde elverişli bir malzeme olarak kullanılmaya çalışılmaktadır.
İslam ile savaşanlar, bunun sonuç vermediğini gördükleri için, İslam’ı içinden vurmak, dine karşı din stratejisini yürürlüğe koymak ihtiyacını duymuşlar ve bunun için harekete geçmişlerdir. Tevhidi imanı olmayan, Kur’ani anlamda cihad, şehadet ve ümmet bilincine yer vermeyen, tagut, müstekbir, mustaz’af gibi kavramları gündeminden çıkaran ve böylece ılımlılaşan bir İslam algısı oluşturulmak istenmektedir. Bütüncül bir ubudiyet algısından koparak, ideolojik entelektüelizme ve altını vahiyle dolduramadığı abartılı bir siyasal söyleme yönelerek kulluk içindeki dengeyi kaybeden, hayatı kuşatan bir sosyalleşmeyi de ihmal ettiği için, İslami ilkelere dayalı siyaset üretme zaafına düşen, bu sebeple de sistem içi siyasal mücadelede taraf olmaya, demokratikleşmeye (kimileri de liberalleşmeye ve sosyalistleşmeye) sürüklenen “İslamcı”lar da, kitlelere hitap edilen alanlarda ve medya ortamındaki temsilde, artık temel Kur’ani kavramları ya tamamen ihmal etmekte, ya da yeni statüko ile sıkıntıya yol açmayacak tahriflerle kullanmaktadırlar. Tağuta tağut demeyi bile hor gören, tevhid, cihad ve şehadetten bahsedildiğinde yüzü buruşan ve “hâla orada mısınız?” diyen “İslamcılar” dahi çıkmaktadır.
Küresel ve yerel statüko değişiyor. Statüko kendini yeniden inşa ederken “Ilımlı İslam”ı malzeme olarak kullanmak istiyor. Sürekli sömürü, zulüm ve adaletsizlik üreten ve sonuçta tıkanan, yozlaşan, çürüyen ve çökmeye yüz tutan modern paradigma ve seküler kapitalist sistem, küresel ve yerel boyutta yeniden üretilmeye çalışılırken, yeni statüko, on yıllarca savaştığı İslam ile barış yapmak zorunluluğunu duyuyor. Ama onu, “Ilımlı İslam” adı altında Protestanlaştırarak, dini parçalayıp, kitabı bölerek, kitabın bir kısmını alıp diğerlerini gündem dışı bırakarak seküler sisteme uyumlu hale getirmek istiyor. Böylece, İslam’ı, siyasi, ekonomik, hukuki toplumsal, kamusal alanları düzenleme iddialarından vazgeçip, bireysel ibadetler alanına çekilmiş bir boyutta yeniden tanımlayarak, onunla uzlaşmaya ve bu suretle İslam ile barıştığı imajını vererek kitleleri Allah ile aldatmak suretiyle yanına çekmeye çalışıyorlar. Yani dine karşı din stratejisiyle, Allah’ın dini adına uydurdukları statüko diniyle aldattıkları kitleleri yanlarına çekip, düşman, radikal ya da terörist olarak tanımladıkları tevhid dinini ve muvahhidleri tasfiye etmek istemektedirler.
Yeni statükonun dini olan “Ilımlı İslam”da, bir kısım Kur’ani kavramlar dışlanmakta, bir kısmı da sistemin işine elverişli bir boyutta yeniden tanımlanıp kullanılmak istenmektedir. Bugün yeniden inşa edilmeye çalışılan küresel ve yerel şirk statükoları, İslami hayatı kuşatan tevhidi din ve ibadet algısını parçalayarak, cihad ve şehadet bilincini yok ederek ya da yeniden tanımlayıp İslam’ı modern paradigma içine hapsetmeye, liberalizmle, laik demokrasiyle ya da sosyalizmle sentez edilmiş bir alt kültür konumuna indirgemeye ve insanlık için tek kurtuluş yolunu alternatif olmaktan çıkarmaya çalışmaktadırlar.
Kur’ani Temel Kavramlarımız, Terk Ettirilmek, Unutturulmak
ya da Tahrif Edilerek Taguti Sistemin Hizmetine Sunulmak İsteniyor
Halkı Müslüman olan birçok ülkede, küresel emperyalistlerin proje ve istihbarat raporları ekseninde eğitim programlarına müdahale ediliyor, cihad, şehadet, tağut gibi kavramlar çıkartılıyor ya da tahrif edilerek sisteme uyumlu yeni tanımlara kavuşturuluyor. Bu bağlamda, Türkiye’de de 2005 yılında İçişleri Bakanlığının çıkardığı genelgeyle valiliklere talimat verilerek “tevhid, şirk, tağut, mustaz’af – müstekbir, şeriat, şura, cihad, şehadet vb” temel Kur’ani kavramların eğitim kurumları bünyesinde kullanılması yasaklanmış, kullanan öğretmenlerin aylık raporlar halinde bakanlığa bildirilmesi istenmişti.
Tevhid, şirk, tağut, cihad ve şehadet kavramları dışlandığında ya da tahrif edildiğinde Allah’ın dininden bahsedilebilir mi? Hayat ve din kamusal ve özel diye bölünür mü? Hayatı kuşatan kitap ve ubudiyet parçalanır mı? Allah, hayatın bir kısmına karışmasın denebilir mi? Kendilerini Müslüman olarak niteleyenlerin, hatta önder, yazar, aydın konumunda olanların bile önemli bir kısmı bugün bunları yapmıyor mu? Mekke müşrikleri ve bütün statüko dinleri, Allah’ın göklerde ve kozmik alanda ilah olduğunu kabul ettikleri halde, yeryüzündeki siyasi, ekonomik ve hukuki toplumsal hayatta, insanlar içinden tağut konumundaki bazılarını ilah edinmiyorlar mıydı?
Musa ve İsa (as)’ın tebliğini yaptığı tevhid dini de, bu tür çabalarla bölünüp parçalanarak, kavramlar ve din algısı tahrif edilerek, hahamlar ve ruhban ilah edinilerek, Pavlus zihniyetiyle “tevhid ve şeriat boyutu yok edilerek, yeryüzü ilahlığı Sezarlara bırakılarak” egemen statükoların emrine verilen şirk dinlerine dönüştürülmediler mi? Hıristiyanlaşma ve Yahudileşme serüveni bugün maalesef Müslümanları kuşatmış bulunuyor. Halbuki Resulullah (s) “onların izinden gitmeyin” diye uyarmamış mıydı?
Bugün, biryandan küresel ve yerel statükolar, “Ilımlı İslam” algısı oluşturup kitleleri Allah ile aldatarak sisteme eklemlemeye çalışırken, diğer yandan da, çıkar ve maslahat hesaplarıyla, yozlaştırıcı bir pragmatizmle, statükonun rahatsız olacağı kavramları kendiliğinden kullanmaktan vazgeçen ya da statükoyu sevindirecek tahrifatla yeniden tanımlayan cemaat önderleri, yazarlar, aydınlar çıkmaktadır.
Kimileri şirk sistemi içindeki laik demokratik mücadele içindeki partilere destek olmayı, bu bağlamda sandığa gidip oy vermeyi cihad ilan ederken, kimileri de şirk anayasasına aktif destek vermeyi ibadet, takva ve Allah’a teslimiyet olarak sunabilmektedir. Kendini İslam’a nispet eden medya ve yazarları bile, on yıllardır İslam şeriatıyla, İslami hayat tarzıyla, tesettürle savaşan laik Kemalist ulus devlet emrinde savaşırken ölenlere “şehid” payesini kolayca verebilmektedirler.
Laik ulus devlet, şeriat ve tesettürü düşman ilan eden ordunun emrinde savaşırken ölenler için, laiklik tercihiyle büyük çelişki bahasına, haksız olarak ve din istismarı yaparak, ilahi vahye ait “şehid” kavramını kullanmaktadır. Ancak, Allah’ın emrinden oluşan İslam şeriatının yürürlükten kaldırılıp düşmanlaştırılmasına itiraz edip kıyam ettiği için merhum Şeyh Said’i zulmederek katleden aynı laik devlet, Allah yolunda öldürüldüğü için Kur’an’ın şehid dediğini ise “hain” ilan etmek suretiyle, bir başka zulme imza atabilmiştir. Bu ulusalcı laik devlet, emperyalizmin katil ordusu NATO içinde bulundurduğu askerlerini, aynı emperyalistlerin kendi topraklarını işgal etmesi sürecinde yardımına koşan mazlum Afgan halkının topraklarını zulmen işgale gönderebilmektedir. Üstelik orada kâfir, tağut, müstekbir emperyalizmin emrinde, Müslüman Afganlıya karşı, onların topraklarında savaşırken ölen askerlerine de kolayca “şehid” unvanını verebilmekte, bu emperyalist işgale karşı bağımsızlık savaşı veren Müslümanları, mücahidleri ise, emperyalist jargonla “terörist” ilan edebilmektedir. Üstelik İslam şeriatına açık düşmanlık yapan radikal laik Kemalist statükonun bu zulmünü yaklaşık on yıldır, geçmişte şeriata saygılarıyla tanınmış yeni “Ilımlı İslamcı” kadrolar sürdürmekte ve bilinen şeriat düşmanlığı iyice açığa çıktığı bir dönemde bile TSK’yı “Peygamber Ocağı” olarak nitelemekten geri durmamaktadırlar. Bugün kendini İslam’a nispet eden yandaş medya ve yazarları, hatta tevhidi uyanış sürecinden gelen kimi eklemlenmiş cemaat önderleri, aydınlar ve yazarlar da, yaşarken de “şehid” olma vasfı taşımayan, ölürken de İslam karşıtı laik devlet uğrunda savaşırken öldürülenlere “şehid” deme zulmünü kanıksayarak, hatta belki de artık öyle inanarak, bu tahrifatı ısrarla sürdürmektedirler.
Görülen odur ki, laik demokratik sistemin laik demokratik partilerine oy vermek üzere sandığa gitmek “cihad” olarak nitelenirken, laik ulus devlet adına savaşırken ölen de “şehid” olarak nitelenebilmektedir. Böylece, Kur’ani kavramlarımız tahrif edilerek, İslam şeriatının düşmanı olan laik sistemin yeniden inşasında malzeme olarak kullanılıyor ve bu din istismarıyla halkın Allah ile aldatılarak sisteme eklemlenmesine zemin hazırlanıyor. “Müslim/Müslüman” kavramıyla muharref din temsilcileri de kendisini tanımlıyor diye, bu temel Kur’ani kavramı onlara terk edip, kendilerini üretilmiş “İslamcı” kavramıyla tanımlamaya başlayanlar, şimdi de “cihad” ve “şehidlik” kavramlarını da onlar anlam değişikliği/tahrifi yaparak kullanıyorlar diye, aynı mantıkla bu kavramları da mı onlara terk edecekler? Hayır, tam tersine, bizler “İslamcılık” kavramını kabullenmeyip, kendimizi Kur’ani “müslim” kavramıyla tanımlamaya devam ettiğimiz gibi, diğer Kur’ani kavramlarımıza da sahip çıkmayı sürdürmeliyiz. Bu sebeple, kimi kavramlarımızı unutturmak ya da kimilerini tahrif edilmiş anlamlarla yeniden tanımlayarak, şirk sistemlerinin hizmetine sunmak isteyenlerin, bu zulümlerine karşı itirazımızı yükseltmeliyiz. Bu tür tanımlayıcı, taşıyıcı temel kavramlarımıza sahip çıkarak, Kur’ani muhtevalarıyla gündemleştirmeye çalışmalı, imanımızı, şahsiyetimizi, aklımızı, tasavvurumuzu ve hayatımızı onlarla inşa ederek, Kur’ani bir inkılabı yaşamalı ve adil “şahidliğini” yaparak yaygınlaştırmalıyız.