Mehmet PAMAK

06 Aralık 2010

HİCRET, İMANİ VE İBÂDİ BİR SORUMLULUKTUR

Hicret’in 1432. yılı hepimize, tüm Müslüman Halklara ve tüm Dünya Mustaz’aflarına hayırlı olsun, hayırlar getirsin inşallah. Kur’an’a doğru hicretimize, vahiyle fıtratın bütünleşmesine ve yeniden dirilişimize, böylece Kur’an’ı terk ederek (mehcur bırakarak, Kur’an’dan hicret ederek) içine düştüğümüz zilletten kurtulup yeniden izzetli günlere kavuşmamıza vesile olsun inşallah.

 

Hicret’in 1431. yılı münasebetiyle, Radyo Denge’nin Ankara Kocatepe Kültür Merkezinde düzenlediği Hicret Gecesi’nde yaptığım konuşmanın metnini, oraya gelememiş kardeşlerime de ulaştırmak ve yeni Hicri yılda, Hicret’in anlamı, önemi ve üzerimizdeki sorumluluklar hakkında bir daha düşünmemize ve gereğini yerine getirmek üzere hep birlikte harekete geçmemize vesile olması umuduyla paylaşmak istiyorum. Bu yıldan itibaren, bütün yılları yeniden Kur’an’a hicret yıllarına dönüştürüp, hicret bilincini sürekli gündemde tutarak, hayatı ibadet kılmaya çalışmak dileğiyle.

 

Hicretin 1432. Yıldönümünde Ümmetin ve İnsanlığın Hâli

 

Dünyaya ve Türkiye’ye baktığımızda; genelde tüm insanlığın, özelde Müslüman halkların, “insanı insanın kurdu” haline dönüştürmüş seküler, paganist modern paradigmanın kuşatması altında nasıl köleleştirildiğini görüyoruz.

 

Kapitalist emperyalizmin ve çıkarcılığı, hazcılığı, dünyevileşmeyi, lüksü, israfı, azgınlığı, tuğyanı ifade eden tüketim kültürünün, (ölçüsüz, değersiz, ahlaksız kazanım hırsının ve tüketim çılgınlığının) esiri haline getirilmiş insanlığın nasıl sömürüldüğünü, nasıl anlam ve değer kaybına uğratıldığını, insana ait her şeyin nasıl metalaştırılıp fiyatlandırılarak piyasaya sürüldüğünü, ancak nasıl değersizleştirildiğini hüzünle tespit ediyoruz.

 

Sonuçta fesadın, zulmün, adaletsizliğin, sömürünün nasıl küreselleştirildiğini, insani erdemlerin, insanlık onurunun nasıl ayaklar altına alındığını, aşağılandığını, fıtratların nasıl bozulduğunu, zihinlerin nasıl işgal edildiğini, ruhların nasıl kirletildiğini ve sonuçta insanın nasıl tüketildiğini, insanlık onurunun, insani erdemlerin ve ahlaki değerlerin nasıl çürütüldüğünü, kitlelerin nasıl edilgen sürüler haline getirilip yozlaştırıldığını acıyla gözlemliyoruz.

 

İslam coğrafyasının nerdeyse her yanındaki, ya kapitalist korsan devletlerin, silah ve petrol kartellerinin çıkarları istikametinde gerçekleştirdikleri doğrudan askeri işgallerle, ya da işbirlikçi despot oligarşilerin, monarşilerin yönetiminde ideolojik, kültürel, ekonomik işgaller ve sömürgeci politikalarla, katliamlarla, Müslüman halkların nasıl kan, gözyaşı ve sefalete mahkûm edildiklerini yüreğimiz kanayarak izliyoruz.

 

Milyonlarca masum insanın nasıl canice, vahşice soykırımlarla katledildiğini, sefalete mahkûm edilen fakir halkların zengin kaynaklarının nasıl talan edildiğini, on yıllardır mülteci kamplarında geçen, orada doğup orada son bulan, ıstırap, acı ve sefalet dolu Müslüman hayatların acısını yüreğimizde hissediyoruz.

 

İşte bu büyük seküler, laik kuşatma, zalim, ahlaksız, hayvandan aşağı küresel uygulamalarla, kapitalist sömürü ve köleleştirme projeleriyle bunalan insanlık, vicdanın sesine, fıtri erdemlere kulak vererek itiraz ediyor. Yeşiller ve küresel karşıtları gibi isimler altında, bizzat Batı içinden milyonlarca mazlum insan meydanları doldurup, bu büyük kuşatma ve sömürüye karşı “yeni bir dünya mümkün” sloganıyla yeni bir dünya arayışı içinde olduklarını haykırıyorlar. Ancak vahiyden kopuk oldukları için, zihinleri modern paradigmanın kodlarıyla şartlandırıldığı için, yeni bir dünya alternatifini bir türlü üretemiyorlar / üretemezler.

 

Biz Müslümanların elinde ise, işte bütün bu dünya insanlığını kurtaracak, karanlıklardan aydınlığa çıkaracak, zulümden ve sömürüden kurtarıp adalete ulaştıracak mesajı taşıyan, Allah’ın koruması altındaki muhteşem kitabımız Kur’an var. Bu sebeple sorumluluğumuz büyük. İşte Hicret’in 1431. yıl dönümü olan bugünlerde, ilk neslin bu büyük sorumluluğun gereğini nasıl yerine getirdiğini, insanlığı zulümatın / karanlıkların kuşatmasından kurtarıp Kur’an’ın aydınlığına nasıl çıkardığını düşünmeye, o kutlu neslin muhteşem örnekliğiyle ortaya konan “yoldaki işaretleri” bir daha hatırlayıp, kendimizi ve halimizi sorgulayıp, aynı izzetli yolu takip etmeye azmederek, sorumluluklarımızı kuşanmaya çalışmalıyız.

 

HAYAT, İMAN VE CİHAD

 

Hicret Nedir? Muhacir Kimdir?

 

İnsanlık tarihi boyunca, istikametini kaybeden, tevhid inancından sapan, fıtratın yolundan uzaklaşan ve bu sebeple “esfele safiline” (aşağıların aşağısına) “hatta hayvanlardan aşağı” konumlara sürüklenen insanlığa; insani onurunu tekrar kazandırmak, yeniden fıtratın yoluna, tevhidin aydınlığına çıkarmak üzere indirilen vahyin mesajı ile Peygamberler gönderilmiştir.

Peygamberler, çeşitli zindanların karanlıklarına gömülmüş insanlığı, vahyin aydınlığına, iç dünyada, kalplerde yaşanacak inkılapla şirkten tevhide hicrete, tağuttan içtinap edip (uzaklaşıp-kaçınarak) sadece Allah’a kulluk yapmaya çağırmışlardır. “Andolsun, biz her ümmete: "Allah'a kulluk edin ve tağuttan kaçının" (diye tebliğ etmesi için) bir elçi gönderdik.” (Nahl 36)

Hicret yolunda ilk aşama, işte bu zihni ve imani hicrettir. Kalbi arınma ve imandır. Yüreklerde yaşanan inkılapla şirkten tevhide hicrettir. Aslında bu anlamdaki hicret iman demektir. Tevhidi bilincin oluşumu demektir. Peygamberlerin Kur’an’daki ifadesiyle manevi anlamdaki bu ilk hicret Allah’a hicrettir: “Ben de Rabbim’e muhacirim / toplumsal yaşamın bütün kirliliklerini terk edip Allah’a hicret ediciyim…” (Ankebut,29/26.)

Hicretin ikinci aşaması, ameli hicrettir. Bu, cahiliye davranış ve amellerinden, tevhidi salih amellere hicrettir. Şirkten tevhide hicretle iman edenler, iman ettikleri değerleri hayata taşımak suretiyle cahiliye amellerini terkle sâlih amellere hicret etmeye ve böylece Kur’an ahlakıyla ahlâklanarak vahye şahidlik yapmaya, daveti hal ve kâl ile insanlara taşımaya çağırmışlardır. Bu anlamda hicret, iman-amel bütünlüğü içinde hayatı vahiyle inşa etmektir. Bireysel ve toplumsal hayatın pratiğinde vahyi sosyalleştirmek, cahiliye hayatından İslami tevhidi hayata hicret etmektir. Yani iman edip söylediklerini önce kendi hayatında yaşayarak tutarlı olmaktır.

İşte bu ilk iki aşama, aslında Müslüman şahsiyetin inşası anlamına da gelmektedir. İman eden birey mü’min, imani ve ameli bir ayrışmayla cahiliyeden kopmakta, aklı, imanı, tasavvuru ve hayatı vahiyle inşa olan Müslüman şahsiyet haline gelmektedir. İşte böylece iman eden ve iman ettiği değerleri hayata taşıyan Müslüman şahsiyet, söylem ve eylemleriyle, iman ve amelleriyle cahiliye toplumuna bireysel planda örneklik oluşturmak ve vahye şahidlik yapmak sorumluluğunu da yerine getirmiş olmaktadır.

Hicrette üçüncü aşama, yapısal hicrettir. Vahyin yönlendirmesiyle Peygamberler, sadece cahili inanç ve değerlerden hicrete değil, cahili yapıdan İslami yapıya hicret etmeye de çağırmışlardır. Cahiliye toplumundan, inanç ve amel bakımından ayrışmaya ilaveten velayet ilişkileri bakımından da koparak, iman kardeşliğiyle bütünleşmiş mü’minlerin kaynaşma ve dayanışmasıyla alternatif tevhidi cemaati oluşturmaya ve cahiliye toplumuna cemaat planında da şahidlik yaparak, örneklik teşkil ederek onu dönüştürmeye davet etmişlerdir.

İşte bu yapısal plandaki hicret, cahiliye toplumuna alternatif İslam toplumunu oluşturmak ve bu anlamda cahiliye toplumundan İslam toplumuna hicret etmektir. Büyük, güçlü ve egemen cahiliye toplumunu, sistemini ve cahiliye otoritesi tağutları terk ederek Allah Resulünün oluşturduğu İslami otoriteye ve küçücük, güçsüz İslami topluma doğru hicret etmektir. Bu aynı zamanda, Dar-un Nedve’den Dar-ul Erkam’a hicret etmekti. Cahiliyeden kopan mü’minlerin oluşturduğu bu küçük ama alternatif yapıda, artık kan ve soy bağının yerini güçlü akıde ve iman bağı alıyordu.

 

İşte bu manevi hicret; Mekke’deki ilk neslin örnekliğinde görüldüğü üzere, imani, ameli ve yapısal planda şirkten, şirk amellerinden ve şirk toplumundan zihni ve ahlaki bir ayrışma, uzaklaşma anlamına geldiği gibi, şirk sisteminden beraatı, ona itaatsizliği ve uzlaşmazlığı da gerektirmektedir. Bunu kavrayabilmek, yoldaki işaretleri fark edip yolumuzu bulabilmek ve bu yolda ayaklarımızı sabit kılabilmek için, bugün içinde yaşadığımız cahiliye sistemi ve toplumunda takip etmemiz gereken yolun işaretlerini bize sunan Mekkî sureler ile Allah Resulü (s)nün ve eğittiği ilk Kur’an neslinin yolumuzu aydınlatan ilkeli, onurlu pratiğini hayatımıza yön vermek amacıyla dikkatlice ve hakkıyla okumalıyız.

 

Bu anlamda hicret; imtihan sebebiyle dünyaya muhacir ve misafir olarak gelen fıtratın, yine kendisi gibi Allah’tan gelen vahiyle yeryüzünde buluşup bütünleşmesidir. Evet bu anlamda hicret şirkten, cahiliyeden ayrılışken, vahiyle buluşmaktır. Dünyada kirlenen aklın, yozlaşan fıtratın, başta şirk olmak üzere bütün akıdevi ve ahlaki pisliklerden temizlenme, arınma ve ayrışma amacıyla vahiyle bütünleşmesidir.

 

Hicrette dördüncü aşama ise, mekânsal hicrettir. Bu hicret, bir dava önderinin davasına yeni hamleler yaptırmak, yeni açılımlar ve imkânlar kazandırmak için attığı stratejik bir adımdır. İmkânların tükendiği alandan, yeni imkânların, enerjilerin, projelerin üretildiği, mücadeleye yeni soluk kazandırılan ve yeni güç katılan alana hicret etmektir.

 

Evet mekansal hicret, bir yandan Müslüman’ca yaşama imkanı elde etmek, davete yeni zeminler aramak, yeni imkânlar kazandırmak, yeni alanlar açmak için yola çıkmak, diğer yandan bu yeni imkânlarla güçlenip, plan ve projeler yapıp geri dönmek, gasp edilen haklarımızı geri almak ve insanlık onurunu yeniden yüceltmek amacıyla hazırlanmaktır. Sonuçta karanlıkları kovarak aydınlığı ikame etmektir. Şirki, zulmü ve ifsadı, izale ve ıslah ederek tevhid ve adaleti ikame etmek üzere ıslah amaçlı plan, proje yapmak, imkanlar hazırlamak, enerji ve güç biriktirmektir. Allah rızası için hak ve adalet uğrunda en sevdiklerimizi terk edebilmeyi, sevdiğimiz her şeyi feda edebilmeyi göze alabilmektir. Bu anlamda samimi bir adanmışlıktır. Hicret, büyük ve onurlu bir sorumluluk, fedakarlıklarla yoğrulan yorucu ve yıpratıcı bir süreçtir.

 

Bir Bakıma Mü’min, Sürekli Muhacir Olmayı Başarabilendir

 

Evet, bir bakıma insan sürekli muhacir sayılır. Sadece Allah’a kulluk amacıyla dünyaya gelmesi de, imtihan süresini / ömrünü tamamladıktan sonra ahirete dönmesi de bir anlamda hicreti hatırlatmaktadır. Peygamber'in (s), "bu dünyada bir garip yolcu gibi ol" uyarısı, aslında insanın bu sürekli muhaceretinin ifadesi gibidir. Bu yolcunun takip etmesi gereken yol fıtratın yoludur, vahyin belirlediği, Resullerin şahidliğini yaptığı tevhid yoludur. Bu yol, geçici olarak gelinen bu imtihan dünyasında kulluk, arınma, tekâmül ve tekrar Allah’a dönüş yoludur. “İnna Lillahi ve İnna İleyhi Râciun”.  (Doğrusu biz Allah’a aidiz ve sonunda yine O’na döneceğiz). İşte muhacir bu bilinci sürekli diri tutan ve gündeminin birinci maddesi yapmakta ısrar edendir.

Bu anlamda hicret, Allah’ın tertemiz yaratışıyla dünyaya gelen fıtratın, yeryüzünde yine Allah’tan gelen vahiyle bululup, bütünleşmesi ve bilahare bu vahiy istikametinde sorumlu yürüyüşünü tamamlayıp Rabbine dönmesidir. Bu sebeple Rabbimiz bu çok önemli buluşma ve bütünleşmeye dikkat çekerek, “Allah’ın birleştirilmesini emrettiği iki şeyin arasını kesmeyin” (fıtrat ve vahiy arasındaki bağın koparılmaması, bu ikisinin birleştirilmesi ve böylece tevhidi imanla bağın sürekli kılınması) uyarısını yapmakta, bu ikisinin arasını keserek dünyada buluşup bütünleşmelerini engelleyenlerin arzda fesad çıkaracaklarını ve sonlarının hüsran olacağını bildirmektedir. (Bakara 27) Önemli olan, insanın dünyadaki muhaceretinde kat edeceği bu hicret yolunda yürürken, yoldaki işaretlere ve işaretçilere dikkat etmesi, akıdevi ve ameli kazalara sebep olmaması, her şartta ve her zamanda tevhidi istikameti korumakta titiz, ilkeli ve tavizsiz olmasıdır.

İşte bu anlamdaki hicret bilincinin varlığı, kulluk amacını unutup dünyayı belirleyici kılan dünyevileşmenin önündeki en büyük engeldir. Çünkü, muhacir, bu imtihan dünyasında misafir olduğunun, geçici olarak ve imtihan için bulunduğunun farkında ve bilincinde olunca, şeytani iğvaların, dünyanın haz ve süslerinin onu yolundan şaşırtması çok daha zordur. Çünkü bu bilinci taşıyan mü’min inanmaktadır ki; imtihan sebebiyle dünyaya doğuyor ve az bir geçimlikten ibaret olan kısacık ömrünü, dünyanın süsüne kapılmadan, ahret ve hesap bilincini kaybetmeden, Allah’ın yaratış gayesine ve koyduğu hudutlara riayetle ve tevhidi istikameti koruyarak tamamlamak suretiyle, ahiret yurduna, arınarak ve vahye şahidlikle tekâmül ederek hicret etmesi gerekiyor.

Hicret; Tağuttan Kaçınıp Yalnız Allah’a Kulluk Yapmak, Şirkten, İfsaddan, Zulümden Uzaklaşıp, Tevhidi, Adaleti İkame Etmek ve Islah Çabasını Sürekli Kılmaktır

 

Hicret "kişinin herhangi bir şeyden bedenen, lisanen veya kalben ayrılıp uzaklaşması" demektir; Rasulullah, "muhacir, Allah'ın kendisine yasakladığı şeyleri terk eden kişidir" buyurmaktadır. Allah Resulü (s), “Hicret nedir?” sorusuna, “Kötülüğü terk etmendir.” (Ahmed b. Hanbel) cevabını verirken “Muhacir kimdir?” sorusuna ise; “Hata ve günahları terk edendir.” (İbn Mace) şeklinde cevap veriyor. Bu ifadeler, hicretin zaman, mekan ve toplumlar üstü bir iman, cihad ve ibadet olduğunu ortaya koymaktadır.

Allah, Bakara 257. ayette “Allah, iman edenlerin velisi (dostu ve destekçisi)dir. Onları karanlıklardan nura (aydınlığa) çıkarır; inkâr edenlerin velileri ise tağut'tur. Onları nurdan karanlıklara çıkarırlar...” buyurmaktadır.

İşte ilk hicret bu istikamette yaşandı. Tağutlara itaat ve ibadet etmekten kaçınıp, yalnız Allah’a kulluk yapmak, zulumattan nura, karanlıklardan aydınlığa çıkmak anlamında hicret. Cahiliyenin ilahlarından ve şirk dininden, Vahid-ul Kahhar olan Allah’a ve O’nun tevhid dinine doğru hicret. İşte bu kurtarıcı hicret, insan üretimi cahiliyenin renginden arınıp Allah’ın rengiyle boyanmaktır. Üretilmiş ipleri terk edip Allah’ın ipine sarılmaktır.

Nerede, ne zaman ve ne şartlarda olursa olsun küfür ve şirki terk eden, uzaklaşan kimse muhacirdir. Fıskı, küfrü, şirki olduğu gibi modern tüketim kültürünü, kapitalist yaşam tarzını, seküler hayatı terk etmek de müminler için zor olsa bile kesinlikle bir zarurettir, farzdır ve hayatı kuşatıcı hicretin kaçınılmaz bir gereğidir. Ahlaki ve ameli olarak nefsimizde, ailemizde ve çevremizdeki her bir ıslah (düzeltme) çabası bizim takva yolunda, hicret yolunda atılmış bir adımımız olarak algılanmalı ve bu ıslah bilinci hayatımızı kuşatmalıdır.

 

Ali Şeriati’nin ifadesiyle "Hicret, ilk önce nefislerimizdeki her türlü gayri İslami anlayış ve duygulardan arınmak, amellerimize yerleşen gayri İslami davranış ve alışkanlıkları terk etmektir.”“Hicret bir kaçış değildir. Aksine kafirlere ve zalimlere terk edilen haklarımızı geri almak, mücadelenin şartlarını yerine getirmek için hazırlanmaktır. Yani geri dönüş ve hesap sorma eylemidir hicret…”  Hicret ne bir pes ediş, ne de bir küfürden kaçış idi. Fakat hicret, imkanların tükendiği yerden yeni imkânların üretileceği, yeni açılımların gerçekleştirileceği, yeni projelerin uygulamaya konacağı yere intikal etmek idi.

 

İslam Tarihini anlatan kitaplara baktığımızda Mekke küfür devletindeki baskı, işkence, boykot, ve çok boyutlu zulümlerden bunalan Müslümanların zulümden kaçmak için hicreti gerçekleştirdikleri savı ön plana çıkarılmıştır. Eğer böyle olsaydı, ilk Habeşistan hicretine katılanlar, korumaya en muhtaç en zayıf ve arkasız mü’minler arasından seçilirdi. Halbuki ilk Habeşistan hicretine katılanlar, cahiliye içinde güçlü arkası ve kabilesi olan, ama temsil kabiliyeti ve daveti taşıma potansiyeli yüksek olanlar bu hicrete katılmışlardır. Tabii ki, özellikle bütün mü’minlere hicretin farz kılındığı Medine hicreti bakımından, baskı ve işkencelerden kurtulmak, daha hür ve güvenli bölgeye hicret etmek niyetlerini göz ardı etmesek de, Hicrette asıl amaç, İslami Mücadeleyi Mekke dışına taşıyıp, Allah'ın hükümlerinin geçerli olduğu yepyeni bir düzene oturtarak, Müslümanları edilgen (pasif) konumdan çıkarıp, etken (aktif) unsur kılma yolunda adım atmaktır. Sadece riskten kaçış olsaydı, gidilen yerlerde yeni riskleri davet eden tevhidi duruş ve direnişler gerçekleştirilmezdi. (Hz. Cafer’in Necaşi huzurundaki tavizsiz tebliğini düşünelim).

 

Hicret; Toplumsal Tevhidi Dönüşüme Zemin Hazırlamak İçin

Yüreklerde ve Hayatta Vahyi İnkılabı Gerçekleştirmektir

 

Bilmeliyiz ki, öncelikle ve bir an önce, bu uzun yolculuğumuzda ihtiyaç duyacağımız yakıtımız, güç ve motivasyon kaynağımız olacak içimizdeki/özümüzdeki değişimi/hicreti gerçekleştirmemiz gerekmektedir. Unutmayalım ki, ‘Bir topluluk kalplerindeki, özlerindeki durumu, değerleri değiştirmedikçe, Allah onlar üzerine verdiklerini ve onların durumunu değiştirmez…’ (Rad 11, Enfal 53)

 

İçlerinde, özlerinde bir hicreti yaşamayanlar, gerçekleştiremeyenler, coğrafi olarak yer değiştirebilirler ama asla hicret edemezler. Çünkü maddi plandaki hicret özde yaşanan manevi bir hicretin dıştaki tezahüründen başka bir şey değildir. Yani maddi plandaki hicret, manevi, imani hicretin bir sonucudur. Yüreklerdeki işgale son verilmedikçe, şirk başta olmak üzere yüreklerdeki tüm kirlilikleri sona erdirip karanlıkları aydınlatacak olan inkılâp öncelikle yüreklerde yaşanmadıkça, toplumsal alandaki ve coğrafi bölgelerdeki işgal ve kirlilikler sona erdirilemez. Anlaşılmaktadır ki, maddi coğrafyadaki mekânsal hicret zaruretinin doğabilmesi için, öncelikle yüreklerdeki manevi coğrafyada harekete geçmek, şirkten arınarak tevhide doğru manevi bir hicreti gerçekleştirmek gerekmektedir. Öncelikle yüreklerin şirkten tevhide, cahiliye karanlığından vahyin aydınlığına doğru inkılâp ettirilmeleri ve bu hicrete süreklilik kazandırılması gerekmektedir.

 

İşte insanlık serüveni boyunca; Allah’tan gelen mesaj Resulleri tarafından toplumlara götürülmüş, zalim ve cahil cahiliye toplumları Allah’tan gelen bu mesajı yalanlamış, inat edip davete icabet etmeyi reddetmiş, sonuçta vazife yerine getirilmiş ve artık yapacak bir şey kalmadığında ise o bölgeyi terk etme (hicret) zamanı gelmiş ve peygamberler gece yürüyüşüyle şehirlerini terk etmişlerdir. Çünkü, insanları karanlıklardan aydınlığa çıkaracak mesaj, karanlıklardan beslenen müstekbirleri, tağutları rahatsız eder. Bunun üzerine, tevhidi mesajı taşıyan mü’minlere yapılan baskılar, işkenceler, cinayetler sonucunda kaçınılmaz olarak yeni imkânlara ulaşma çabası, adalet ve özgürlük arayışı mekânsal hicretle sonuçlanır.

 

Resulullah (s) de, bütün Peygamberlerin yaşadığı aynı serüveni yaşadı. İlk inen surelerde, cahiliye inancından ve cahiliye toplumundan ayrışıp uzaklaşarak, önce tevhidi imana doğru, sonra da “kalk uyar” emriyle gerçekleştirdiği tevhidi davete icabet edenlerle İslami toplumu oluşturarak alternatif yapıya doğru hicreti yaşadı. Sonuçta Mekke’de, Resulün şahidliğinde ilk Kur’an neslinin öncülüğünde, hem cahiliye inancından hem de cahiliye toplumundan tam ve kesin bir ayrışma yaşandı.

 

Rasulullah'ın (s), dünyevi iktidar ve zenginliklerle ilgili her türlü “cazip” teklifi reddedişi, şirke karşı tavizsiz ve uzlaşmaya yanaşmayan ilkeli tavrı, onun hepimize, kıyamete kadar gelecek tüm mü’minlere hitap eden çağlar üstü en büyük sünnetidir. Resulullah (s) ve ashabı en ağır zulüm ve işkencelere, ekonomik, sosyal kuşatma ve boykotlara rağmen, hatta iman eden bir avuç mü’minin yok olması tehlikesine rağmen, tavizsiz bir direnişle istikameti koruyup, ilkeli bir tutumla tevhidi daveti yaygınlaştırma mücadelesinden vazgeçmediler. Ateş çemberinden geçmelerine rağmen manevi, imani ve ahlaki hicrette tavizsiz ve ilkeli duruşlarını ısrarla sürdürdüler. Bu hicreti kalıcılaştırdılar. Kur’an’la cihadı en güzel bir biçimde gerçekleştirdiler. Ancak artık yapacak fazla bir şeyin kalmadığı, İslamı yaşamanın ve tebliğ etmenin imkânları tamamen tükendiği noktada, Rabbimiz onlara mekânsal hicretin yolunu açtı. Meta nasrullah” diyecek hale gelene kadar darlandılar, büyük bedeller ödediler ve Allah’ın vaat ettiği yardıma müstahak oldular, ondan sonra Allah’ın izniyle “zorlukların rahmindeki kolaylık tohumları” yeşermeye ve önlerinde yeni ufukların, umutların, imkânların yolları açılmaya başladı. 

 

Hicret; Ruczdan Arınmaya Süreklilik Kazandırmak,

Kur’an’la Büyük Cihadı Gerçekleştirmektir

 

İman bilincini ve sorumluluğunu kuşanan mümin şahsiyet, toplumdan uzaklaşma ve topluma karşı sorumluluklarını terk edecek kadar şiddetli bir yalnızlık isteği duysa da, bunu “kalk ve uyar!” emri gereği aşmak durumundadır. Ancak bu yalnızlık ya da marjinallik duygusunu toplumun cahili değerlerini taklit ederek gidermeye de kalkışmamalı, tam tersine toplumu cahiliyeden uzaklaştıracak vahyi daveti her şartta sürdürmelidir. “Verucze fehcur” (Müddessir 5) emri gereğince, cahiliye toplumunun cahili inanç, değer ve davranışlarını terk etmeli, “vehcurhum hecran cemile” (Müzzemmil 10) emri gereğince de onlardan en güzel bir şekilde uzaklaşmalı; hicret etmelidir.

 

Allah rızasını kazanmak üzere, akıl ve irademizi kullanıp önce iman için Allah’a yönelmeli, sonra da iman eder etmez hemen işe koyulup, nefsimizi kötülüklerden arındırmayı, toplumun kirliliklerine bulaşmamayı, günahlardan kaçınmayı, manevi pisliklerden uzaklaşmayı, hicret etmeyi başarmalıyız. Manevi hicretin genel ilkesi; “toplum içinde var olmaya devam etmek, ancak cahiliye toplumunun cahili değerlerine savrulmadan, hakka uygun yaşamaktan asla taviz vermeden, cahiliye toplumuna örnek olmak üzere vahye şahidlik yapmayı ve ıslah sorumluğunu yerine getirmeyi ısrarla sürdürmektir”.

 

Aslında nefsin fücura yönelişinden kaynaklanan manevi kirlilikleri arındırmanın yolu dahi, “verrucze fehcur” emri gereğince şirk dahil bütün akıdevi ve ahlaki kirliliklerden arınmayı sürekli kılmanın imkânı dahi, toplumsal hayat içindeki kirliliklere karşı mücadele etmekten ve bu mücadeleyi hiç durdurmamaktan geçmektedir. Topluma taşıyacağımız hakikate dair değerleri önce kendimiz yaşamalı, iç dünyamızda ve amellerimizde şirkten tevhide doğru manevi hicreti gerçekleştirmeliyiz. Cahiliye toplumuna, cahili inançlara ve münkere karşı tevhidi daveti, Kur’an’la cihadı ve ıslahı esas alan mücadelenin sürekliliğinden kopanlar, mü’minlerle birlikte olmaktan uzaklaşıp bireyselleşerek nefsiyle baş başa kalanlar, uyarma sorumluluğunu terk edip yalnızlığa çekilenler tersine bir hicretle cahiliye toplumuna ve değerlerine savrulma riski altında kalırlar.

 

İşte bu büyük önemi dolayısıyla Rabbimiz, cahiliye kirinden arınıp “elbisesi temiz” olanların, “kalk uyar” emri gereğince yaptıkları dışa, topluma, insanlığa dönük mücadeleyi büyük cihad olarak isimlendirmektedir. ( Furkan,25/52.)  Evet Kur’an’la büyük cihad; nefsimizde olan kötülük eğilimlerine ve şirke dayalı cahiliye toplumunun Allah’a karşı nankörlük anlamına gelebilecek bütün manevi kirliliklerine karşı durmak, İbrahim (as) daki güzel örnek olarak bize sunulan bütün Peygamberlerin yolunu takip ederek, “sizden ve Allah’tan başka taptıklarınızdan da beriyiz, sizi reddediyoruz” (Mümtehine 4) haykırışıyla onlardan ve cahili inanç ve amellerinden hicret etmek ve cahiliye toplumunu vahiyle ıslah etmeye, şirki izale etmeye çalışmaktır.

 

Cahiliye toplumunun şeytani yaşantısından ilahi rızaya uygun tevhidi bir hayata hicret eden mümin, köşesine çekilip bencilce bireysel bir tezkiye ile yetinemez, toplumsal davet ve şahidlik sorumluluklarını unutup, şirke ve münkere karşı bireysel, edilgen bir tutum geliştiremez. Her mü’minin, gücü, birikimi, potansiyeli yettiği ölçüde şirke, küfre, zulme ve ifsada karşı büyük bir cihad içine girmesi kaçınamayacağı kulluk vazifesidir.

 

Hicret, İman, İbadet, Cihad, Şehadet Bilinciyle

Mekke’sini İnşa Edemeyenin Medine’si Olamaz

 

Hicret sünneti olmasaydı, tevhidi mesaj çağları aşıp bugünlere gelemezdi, tüm dünya insanlığına ulaşamazdı. Hicret sünneti sayesinde, Müslümanlar sıkıştırıldıkları yerden "huruç" ettiler. Medine kılacak yeni Yesrib'ler arayıp buldular. Oralardan yola çıkıp, kayıp Mekke'lerini yeniden kazandılar. Yeni manevi hicretler, imani, ameli ve yapısal hicretler, yeni Medinelerin kadrosunu inşa ederek yeni Medinelerin kapısını açacak, yeni Medinelerde oluşacak birikimler ve imkanlar ise inşallah yeni Mekkelerin fethini sağlayacak ve sonuçta ortaya çıkan tevhid ümmeti yeni medeniyetleri inşa edecektir.

 

Mekke; imani, ameli, yapısal hicretle cahiliye inancı, amelleri ve toplumsal yapısından ayrışarak, şirk sisteminden beraatını ilan edip, şirk sistemine itaatsizliği ve uzlaşmazlığı esas alan İslami şahsiyetin, İslami cemaatin oluştuğu ve olgunlaştığı yerdir. Medine’yi ve medeniyeti inşa edecek İslami kadronun, mücadelenin zorlu şartları içinde, cahiliyenin baskı, işkence ve amansız zulümleri ortamında yetiştirildiği yerdir. Bu sebeple böylesine kuşatıcı bir hicret bilinciyle, iman, ibadet, cihat, şehadet bütüncüllüğü içinde Mekke’sini inşa edemeyenin Medine’si olamaz. Medine ve medeniyet bir sonuçtur. Öncelikli ve esas olan, Medine’yi inşa edecek kadroyu Mekke’nin zorlu şartlarında imanının imtihanını vererek yetiştirmek, yine Medine’nin bir sonucu olan medeniyeti oluşturacak olan Kur’an toplumunu, ümmet nüvesini de öncelikle Mekke’nin çetin şartlarında inşa etmektir.

 

Bilmeliyiz ki, hayat; hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadettir. İman maddi ve manevi hicreti de kapsamaktadır. Aslında bu anlamıyla, hicret, iman, ibadet, cihad ve şehadet kavramlarının iç içe geçtiğini, örtüştüğünü ve hayatımızı kuşatan bir anlam bütünlüğü oluşturduğunu tespit ediyoruz. İşte Mekke, bu bilinç ve kavramsal bütünlük içinde, Allah yolunda Kur’an’la büyük cihad gerçekleştirilerek ve en zorlu şartlarda imanın imtihanı verilerek inşa edilmiş ve Medine’ye hicret hak edilmiştir. Evet hicret, böyle manevi ve maddi boyutları olan, imandan amele, cihaddan şehadete bütün imani ve ibadi unsurları kapsayan uzun soluklu, zorlu bir yürüyüş, Mekke’de başlayan, ancak Medine’de de yeni boyutlar kazanarak devam eden ve hayatı kuşatan imani ve ibadi bir süreçtir.