Said ALİOĞLU

09 Nisan 2010

İDEOLOJİ BAĞLAMINDA ‘İSLAMİ SOL’ MESELESİNE BİR BAKIŞ

Önce ‘din’in kuşatıcılığına bir vurgu…

İnsanın hayatını ve bizzat bir özne olan insanın kendisini ta doğum evresinden başlayıp, vefat edeceği ana kadar kayıt içerisine alan, onu rüşdünü ispat ettiği günden itibaren yaşam ve ölüm arasında başıboş bırakmayan; karşılığında ise hayatının akışına göre son raddede mükafatı ve mücazatı ona takdir edecek olan Allah’ın insana peygamberleri vasıtasıyla ve gönderdiği kitaplar çerçevesinde vahyi bir bildirim olan İslam’ın –yani din’in, daha da açıkçası ed-din’in bizlere çeşitli vasıtalarla zahir olan hikmetine baktığımızda, reel zeminde ve o zemin içre maddi planda bir hayat sürdürdüğümüzden bahisle, yüz yıllar içerisinde Allah’a iman edememe sorunu bulunan insanların uydura geldikleri seküler temelli yer yüzü dinlerinin, ya da daha doğrusu –çağdaş ya da klasik- ideolojilerinin insanı kuşatıcı bir yönünün olduğunu bir anlık varsayalım. Var sayalım ki, bu ideolojiler, daha açıkçası itikadi, iktisadi, sosyal, siyasal, kültürel ve toplumsal bağlamda yaşanan gerçeğe binaen insanlar adına bazı işleri kotarıyor olsunlar! Buna rağmen gerek o ideoloji mensuplarının ve bizlerin de çok iyi bildiğimiz gibi, yapıp edilerek kotarılan işlerin hayır ve inanç bağlamında dinle, imanla, İslam’la zerre kadar bir ilgisi yok ise eğer, ahiret hayatı kazanılmış olur mu? Tabii ki bu soruya verilebilecek en önemli cevabın dünya ve ahiret birlikteliğini yok sayan, salt bir dehrilik ve materyalistik bir algı içerisinde klasik olarak “Hayat, ancak bizim içerisinde yaşadığımız bu dünya hayatıdır. Yaşar ve ölürüz. Bizi ancak zaman helak eder…” (Casiye;54/24) yollu açıklamalar ve temelsiz cevaplar İslam dışı dinler ve ideolojiler hakkında bizlere epeyce ipucu vermektedir. Bu ise sadece bir zandan ibarettir  aslında! Ki, Allah şöyle buyuruyor; “Kåfirlerin çoğu sırf bir kuru zan ardından giderler. Ama zan hak namına hiçbir şey ifade etmez. Şüphesiz Allah onların neler yaptığını çok iyi bilir…”(Yunus;10/36) Bu hakikate ideolojiler açısından baktığımızda kendisini İslam’ın doğruya yakın bir yorumunu baz  almaktan ziyade seküler ve materyalistik algı içerisinde oluşturan tüm ideolojiler, söylemler, teoriler ve kurgulamlar kendileri ile birlikte hareket eden tüm bir insanlığı zarara, ziyana ve felakete sürüklemektedirler. Zira ‘Onlar zanda bulunurlar…” İşte bu minval üzre olaya bakar isek şu değişmez hakikati de yakalamış oluruz; “Asra yemin olsun ki insan muhakkak ziyandadır. Yalnız iman edip,yararlı/hayırlı iş görenler, birbirlerine hakkı ve sabrı tavsiye edenler müstesna…”(Asr; 103/1-3) İşte dinin kuşatıcılığı bu kadar net ve kesindir! Hiçbir ideoloji böyle bir kesinlik sunamaz. Sebebine gelince ise o ideolojilerde kendi ontolojik gerekçeleri nazarından bakıldığında insan tarafından üretile gelmiştir. ‘Hakkı ve sabrı tavsiye’  edemeyeceği gibi kendisi de fani, yani ölümlüdür. Ölümlü olan ise asla kuşatıcı olamaz! Sadece yaratıcı konumunda bulunan Allah’ın ‘bir kaderinden, bir başka kaderine’ akar, yol alır,  o kadar! Belirtelim ki ilahi yönü olmasa da işin vahyi red ve inkar ayağı sarf-ı nazar edilir ise bile sair dünya görüşlerinin de süre gelen yaşamın öznesi olan insanın yaşadığı zaman diliminde en azından maddi düzlemde ‘iyi’(Hayır değil) yaşamasına yönelik olarak, kayda değer tarafları varsın olsun. Amma bu kayda değer taraflar bir yaratıcının rahmet ve merhametini celbetmediğinden olsa gerek işin sonuna kadar adalet unsurunu içermeyecek ve adalet dahil her şey göreceli ve temel esprisi ilahi olan ilkelerden yoksunluk içerecektir. Demek oluyor ki, dinin ve onun kuşatıcılığı insanı hiçbir ideolojiye muhtaç bırakmadan ona bir yol önermekte ve onu hakka ve doğruya çağırmaktadır! Bu meyanda salt ideolojik söylemler hiç mi hiç sönmeden yana duran İslam nurunun karşısında ‘insan adına’ bir bütünselliği ve netliği sergileyememektedirler. Onlar salt dünyevi ve maddi planda ancak kalabilmektedirler. Ki, işin doğası gereği onlar ya da savuna geldikleri ideolojileri açısından öte alem diye bir olgu, bir hakikat olmadığından doğru ve yanlış her ne var ise görünen alem yani dünya söz konusudur!

Varlık anlamında durulan zeminin mahiyeti…

Yukarıda bir yerde İslam dışı dünya görüşlerinin de bazı noktaları  itibarıyla –o da sırf istisnasız maddi düzlemde- kayda değer bir taraflarının bulunabileceğini belirtmiştik. Bu kayda değer taraflar haliyle o dünya görüşlerinin de çerçevesini çizmektedir! Ya liberalizm gibi ‘birey’i temel özne kabul eden bir yaklaşım, ya faşizm gibi insan tekini ve toplumu devletin bila kaydu şart kulu kölesi olarak değerlendirmek veyahut ta ‘proleterya diktatörlüğü’ sloganıyla salt kolhoz içre dönüp dolaşan ekonomik varlıklar/canlılar şeklinde bir yerlere oturtmak! Dikkat edilirse her üç yaklaşım da aydınlanma ve akabinde modernizm bağlamında neşvünema bulan ilerlemeci mantık örgüsü içerisinde insanın yaratılış özelliğini dikkate almadan, onu halden hale sokma ameliyesinin izlerinden eser taşır… Halbuki insan, o öngörülen seküler temelli ilerlemeci mantık örgüsü içerisinde ve salt maddi düzlemde dönüp dolaşan bir varlık olmaktan ziyade; alemlerin yaratıcısı olan Allah’ın “OL!” emri mücibince yaratılmış bir varlık olarak kuvveden fiile çıkmış ender özelliklere sahip değerlerle mücehhez bir varlıktır. İnsan böyle bir varlıksa eğer, onun Rabbine karşı, yaratıcısının hesapsız ama bir imtihana binaen verdiği nimetlerden dolayı sürekli bir şükrü söz konusu olmayacak mıdır? Eğer, hakikaten olmayacaksa, insanın Rabbine karşı varlık sebebinin anlamı söz konusu bile edilemez! Ama eğer onun Rabbine karşı şükür ve şükürsüzlüğü bir imtihanı gerektirecekse işte o zaman, insanın sözde özgürlüğü ve ‘iyi’ refleksine dayalı bir hayatı, sair o ideolojilerin hafsalasının alamayacağı kadar derin, geniş ve hikmet dolu yönü ve yönleri vardır demektir! Saymaya çalıştığımız hikmet dolu yön acaba nasıl bir şeydir? Bir defa insanın yoktan yaratıldığını imanen kabul eder isek;  insanı hayatının her evresinde imtihanla bir ilişkisi mutlaka karşımıza çıkar! Bir varlık olarak insan, her yapısal durumda olduğu gibi, doğumdan mezara kadar Allah’ın değişmeyeceğini bildiğimiz yasalarına yani Kur’ani ifadeyle söylersek Sünnetullah’a tabi olarak doğar, yaşar ve ölür… Öldükten sonra ise öte alemde, yapıp ettiklerinin hesabını vermek için diriltilir ve terazi kurulur… İşte insanın yaratılması, yaşadığı süre içerisinde Allah’ı inkar veya kabul edip etmemesinden yola çıkarsak eğer sair ideolojilerin salt dünya bağlamında bir atımlık barut misali gücü olabileceğini, ve o gücün gerek düşünsel ve gerekse de eylemsel planda tedavülde kalması bir yığın insanı etkilemiş olsa bile zihni berrak, aklı saf, düşüncesi yerinde olup Allah’ın vahyine inanan ve o inanç uğruna tutarlı bir şekilde yaşamaya azmetmiş Müslümanlara pek bir etkisi olmayacaktır.  İşte, salt dünya temelli bir algı içerisinde şekillenen hayat anlayışları, gerek Kur’ani ve gerekse de seküler temelli kavramları zihninde ve aklında yerli yerine oturtamamış insanların acziyetleri kendisine hissetirmektedir. Müslüman bile olsa seküler ve laik temelli hayat anlayışlarını hakikatin ta kendisi olarak görmeye çalışan insan için ideoloji vurgusu önem arzetmektedir.

Hikmet ve ideoloji olgusu…

Yukarıda “Müslüman bile olsa seküler ve laik temelli hayat anlayışlarını hakikatin ta kendisi olarak görmeye çalışan insan için ideoloji vurgusu önem arzetmektedir…” demiştik. Bu ifadelerden yola çıkarak yukarıda önemine binaen yer yer yaratıcı-yaratılmış açısından ‘Allah-insan ilişkisi’ne atıfta bulunduk. Ve yaratıcının çerçevesini çizdiği fıtrat yani yaratılış özelliği açısından gerek Kur’an’da dahil olmak üzere tarih boyuca süre gelen vahiyler ve kesin bir değişmezliği içeren sünnetullah bütünlüğünde insanın hayatını tanzim etmesi gerçeği söz konusu olur. Bu şu demektir; insanın dininden, inancından ve algısından kaynaklanan bir dünya görüşü, hayat telakkisi olabilir mi, olamaz mı?! Bu sorunun cevabı zaten sorunun içerisinde gizli;eğer bir din ve müntesibinin dünya görüşünü, hayat telakkisini oluşturamıyorsa, ona esaslı bir katkı sunmuyorsa, onun ‘ed-din’ vasfı yok olmuş demektir! Yani o din sonuçta Allah tarafından tevdi edilenden farklı vecheye bürünmüş demektir! Bu izahtan sonra en başta şunu belirtelim ki, din kesin bilgiyi içerir. Yani olması gereken yapılar muhkem üzerinden oluşturulur. Ör. İktisadi bağlamda bir görüngü olan zekat olayının kesin bilgi, yani Kur’an’da bildiğimiz üzre mutlak ve tartışmasız bir yeri vardır. (Bkz. Bakara suresi ilk ayetler…)…/Bu çerçeveden baktığımızda dinin hikmetine mebni olarak, insanlar aynı amaca ters düşmeden düşünceler elde edebilirler. Ki, zaten başta itikad temelli ve fıkhi formlu mezhepler vs. böyle bir şeyin ürünüdür haliyle… Burada esas olan insanın kendi hevasından ziyade, olayın mantığında gizli hikmete mebni olarak düşünce üzre olmak gerekir. Hikmet karşımıza tanımlanan yönüyle şu biçimde çıkabilir ki, bu tanım konumuzu da aydınlatmaktadır;  “Hikmet ‘sebep, gizli sebep. Öğüt, felsefe’ gibi derinlikli bir olgudur. Buna bağlı olarak ideoloji ise; “Kendi içinde bütünlüğü olan siyasi, iktisadi, sosyal/içtimai sistem düşüncesine sahiplik bağlamında ‘inanç, fikir ve his bütünü’ olarak çıkar…” O zaman insanlar kendi dünya görüşlerini, hayat telakkilerini ve tasavvurlarını ‘inanç, fikir ve his bütünlüğü’ bağlamında oluşturabilirler. Sadece bir farkla, seküler temelli yapılanmalar istisnasız materyalist/maddeci bir zeminde kaziyede bulunurlar. Zamanla yıpranan parçalarını karşıtları gibi görünen seküler temelli diğer ideolojilerden kotararak bir bütünlük oluşturmaya çalışırlar. Ör. Liberal sol veya demokratik sosyalizm vs… Ama, söz konusu olan şey Kur’an temelli bir parçayı oluşturmaksa eğer, vahyin bir bütün oluşu kendi içerisinde çelişmezliği, zaman ve mekan olayını da aşarak –tarihselciliğe inat- evrensel ve çağlar üstü oluşu ve şer’i çerçevede olması gerektiği şeklinde ise var olan bilginin Hikmet, müminin yitik malıdır…” hakikatine binaen var olan İslami, Kur’ani damarın yaşatılması, veyahut ta aynı amaca matuf olarak ‘bilginin İslamileştirilmesi’ söz konusu olmalıdır. Yani, herkes kendi telakkisi içerisinde kavramlarından yola çıkarak sair dünya görüşünü şekillendir. Ör. İslam çizgisinde bulunan entelektüel ve alimlerin tevhidi dünya görüşü ekseninde ‘İslamcılık’ adı altında bilginin belli bir hikmet çerçevesinde ‘islamileştirilmesi’ ameliyesini sürdürdükleri gibi… Burada bir keyfiyete binaen bir kesinlik varsa –ki, vardır- sair çeşitli dünya görüşlerine mensup insanlar, yapılar birbirleriyle ilişki içerisine giremezler mi? Mutlaka girerler! Aksi ise, eşyanın tabiatına aykırılıklar içerir. Ama burada sadece şöyle bir fark göze çarpar; Salt insan aklının ürünü olan seküler temelli düşünce biçimleri yer yer din, İslam gibi argümanlara baş vurabilirler. Ör. Hikmet Kıvılcımlı’nın meşhur Eyüp Sultan konuşması; ya da şu an cılızda kalsa gündemde seyrede duran İslami Sol’ paradoksu vs… İslam’a inanan bir insan, yada yapılar da sair insanlar ve yapılar gibi bilgiye ihtiyaç hissederler ve uygular. (Ör. Hz. Ömer(ra) ilk İslam devletini yapılandırırken ‘bilginin İslamileştirilmesi’ ameliyesinden hareketle başta hazine olmak üzere birçok kurumu Kur’an’ın mantığına uygun bir tarzda yeniden yapılandırmıştı. Sadece ona adalet unsurunu ekleyerek olayı İslamileştirmişti. Yoksa o kurumları İran’dan ve Bizans’tan olduğu gibi alıp, öylece bırakmamıştı!) Önemli olan bu bilginin kutsal kaynakları ve o kaynakların maddi düzlemde bir izdüşümleri olsun! Eğer böyle ise bizlerin salt beşeri bir ideoloji olan sol’a, dolayısıyla da sosyalizm’e  vs. bir ihtiyacımız var mıdır? Eğer var ise,  bu nitelik açısından mı, yoksa nicelik açısından mı ele alınmalıdır? Bizce, bu nicelik açısından ele alınmalıdır. Şayet, nitelik söz konusu olacaksa hem İslam’ın ve hem de ona, yani İslam’a yamanmak istenen, ya da İslam’ı o ideolojik yapılara yamamaya çalışan yapılar bir birleriyle temelden farklı olmaları itibarıyla uyuşmazlar… Biri ilahi, diğerleri ise beşeridir sonuçta! Kaldı ki İslami muhayyile vahiyle tenakuz halinde olmayan bir aklı öngörür. Konumuza binaen bir örnek vermek gerekirse; İslam’a göre ticaret helal, yasal/şer’idir. Sosyalizm ve sol ise İslam muhayyilesi dışında duran, aynı zamanda da gerçekliği teste muhtaç ve hayatın her alanına yönelik hakikate muğayır yani aykırılıklar içeren bir toplumculuğu vazeder. İslam’ın helal ve meşru gördüğü ticaret olgusu, hep pratiğinde de olduğu gibi sosyalizm ve ona bağlı olarak sol tarafından bir eşitsizlik olarak değerlendirilmiştir. Bir kıyaslama yaparsak Allah’ın meşru gördüğü bir olgu sol ideoloji tarafından yasaklanmaktadır. ‘Bundan gayrı farklılık olabilir mi?’ diye soramaz mıyız…  O halde alt başlığımız şu olsun;

‘İslami Sol’a ihtiyaç var mı?!

Yirmi üç yıl boyunca peyderpey Rasulullah(s)’a inen ayetleri nüzul yani iniş sırasına göre incelediğimizde Allah’ın kendisine hiç mi hiç inanmayan bir topluma değil de;  inandığı halde putları vs. şeyleri aracı kılarak iman etmeyi asırlardır tevarüs ettiren insanları uyardığı görülecektir. Bu uyarı en başta asırlardan beri devam eden dini algının yenilenmesi, unutulanın hatırlanması ve bozulanın ıslah edilmesi hadisesidir. Bu unutma ve bozulma hayatın sadece bir alanında olmayıp, birbirine bağlı birçok alanında süre gidiyordu. Kısacası ‘tevhid inancı’ dediğimiz inanç, düşünce ve yaşam bütünlüğü kendi olağan doğasını yitirince, insanların anlam dünyası ve algı bütünlüğü değişime uğramış, buna bağlı olarak ta insanlar heva ve arzularını haliyle putlaştırmışlardı. Rabbi ile olan ilişkisi bile menfaat kokuyordu! Kadına atfedilen değersizlik, kız çocuklarının diri, diri gömülmesi gibi bunlarla birlikte servet ve sermaye konusunda da zalim, kalantör ve aynı zamanda da bir nevi aracılık görevi gördüğünü düşündükleri putlar üzerinden elde ettikleri dini(!) gücü din baronluğuna devşiren bir sınıf oluşmuştu. Mekke şirk düzeninin ekonomisi zulüm temeli üzerine kurulmuştu. Kur’an’da anlatıldığı gibi ‘bahçe sahipleri’ kıssadan somuta evrilmişti adeta! İşte bu dönemde ve düzlemde risalet görevi kendisine Allah tarafından tevdi edilen Hz.Peygamber(s) şirk koşanları bir tek olan Allah’a iman etmeye çağırırken, aynı zamanda da servet ve sermaye sahiplerini de adil olmaya, deyim yerindeyse servetin üzerini küllendirmemeye ve ayrıca buna bağlı olarak ta  sermayeyi tüm toplumsal katmana yaymaya ve paylaşıma çağırıyordu. Yani dikey değil de yatay gelişim… Mekke döneminde aşağı yukarı bu minval üzre devam eden toplumsal yapı ve bu toplumsal yapının ekonomik görüngüsü belirgin bir zulmü içerdiğinden olsa gerek peygamberlerin sonuncusu olan Hz.Muhammed(s) kendisine inen ilk ayetler bağlamında insanları, çıplak gözle görülmezse bile maddi temelli bir putçuluğa karşı uyarıyor, tenkid ediyor, karşı çıkıyor ve ıslaha çağırıyordu. Bunu yaparken de maddi-manevi bir gerçek olan mustazaf, müstekbir ikileminde ikincilerini icra ettikleri zulümden alı koymaya ve aynı zamanda da tedrici olarak bir ıslaha; birincilerini ise Allah’ın kelamıyla “İstedik ki onları, yani mustazafları –her açıdan ezilenler- yeryüzünde önderler kılalım, varisler yapalım…”  (Kasas -5.ayet) diyerekten imana, ıslaha; değişim ve dönüşüme çağırıyordu! Müstekbirler, istikbar sahipleri, yani her türden gücü ellerinde bulunduranlar; mustazaflar ise, aynı minval üzre her türden zulme düçar olanlar… Burada şuna dikkat çekmek isteriz; mustazaf, sadece günümüz diliyle söylersek, salt emeğiyle geçinen insan grupları olarak algılanmamalı… Sol temelli sınıflı bir algı dışından söylersek eğer, belli bir servet ve sermayeye sahip, ama çeşitli açılardan sistem dışında duran ve sistem dışında durduğu içinde imkanlarını sağlıklı bir işleyiş içerisinde kullanamayan ekonomik gruptaki insanları da kapsar. Burada imani çerçevede belli oranda bir zaafa düşmüş, düşürülmüşlük anlamında bir mustazaflığı konumuz dışında tuttuğumuzu belirtelim. Buraya kadar ele aldığımız konulara bir baktığımızda her şeyin yaratıcısı, gözeticisi ve yaratılmışların rızk vericisi konumunda olanın bizlere önerdiği İslam ve onun somut bir kaynağı olan Kur’an’ın kendi içerisinde çelişkisizliği ve bi hakkın uygulandığında ise dünya ve ahiret mutluluğunun teminatı olabilecek olan pratiğinin seküler batı mantalitesince üretilen ideolojilerin hiç birisinin zerre miskal bir adalet çerçeveli pratiği süre gelen örneklerinde de görüldüğü gibi parçalı olmayak, aksine hayatın parçalanmazlığı ilkesi mucibince bir bütünlük içerecektir. İşte bu noktadan yola çıkarsak; üretile gelen ideolojilerin, ideolojik çevrelenmişliğin ve olası formatlarının ciddi anlamda sadra şifa iyilikler, daha doğrusu hayır sunmayacağı aşikårdır… Belki birbirleriyle kıyaslandığında birbirlerine karşı olarak üstünlükleri söz konusu olabilirler. Ör. Yer yer ve dönem dönem şartlar çerçevesinde sosyalizm kapitalizmden; kapitalizm sosyalizmden;  Liberal politikalar göreceli de olsa yine şartlara göre sol, sosyalist uygulamalardan, politikalardan daha iyi sonuçlar verebilir, günümüzde örnekleri olduğu gibi… Yani gelecekte ne olup biteceğini bilmeden, bilemeden, tarihi kişinin kendi ideolojik akışı içerisinde maddeci bir kalıba sokarak ve yönünü kwsinkes belirtmek! Kısacası sözde bunca aleniliğe ve temel kriter olarak baz alınan bilime rağmen kadercilik! Ki bu ideolojilerin hepsi seküler batının kendisiyle birlikte tün insanlık için bilinmeyen geçmişten buyana öngöre geldiği ‘sınıflı bir toplumun, kendisinden önce oluşan diğer bir sınıflı toplumu yok edeceği, önüne geçeceği ve ondan sonra da gelecek sınıflı bir toplumun, ortadakini ortadan kaldıracağı savı’ çerçevesinde zincirleme olarak dönüp dolaşmaktadırlar Marksist anlayışa göre… Zaten bundan dolayıdır da yaklaşık üç yüz yıldır kendi dışlarında ve kendilerine özgü temeller üzerine yükselmiş olan batı dışı toplumları ilericilik adı altında modernize etmeye, onları sözde çağdaşlaştırmaya yönelik çabalar, buna karşılık batı dışı toplumların artarak süre gelen acılarına karşın tüm bu ideolojik zeminler açısından karşılık bulmamaktadır. Sadece bir dönem eksen dışında kalan ideolojik çevreler, kendilerinin de payı bulunan doğu toplumlarına reva görülen acıları, karşıtlarını yıkmak için kullanmaktadırlar o kadar! Ör. Soğuk savaş dönemiyle birlikte, bu post modern döneme baktığımızda aynı mantık silsilesi çerçevesinde oluşmuş bulunan tüm ideolojik yapılar, bir birlerine karşı batı dışı toplumların çektikleri acıları alabildiğince istismar etmektedirler. Ama nihayetinde hepsinin de temel amacı seküler temelli batı düşüncesini tüm yeryüzünde hakim kılmak; Liberal, vahşi kapitalist, faşist, sol ve sosyalist vs. Zaten dile getirmeye çalıştıklarımızın özeti mahiyetinde şunu açıkça söyleyebiliriz; Bu ideolojilerin hepsi, kendi aralarındaki bazı nüans farklarına ve çeşitli algı biçimlerine rağmen temelde belli bir tarihsellik içerisinde ‘ilerlemeci tarih ve toplum olgusu’nu tek hakikat olarak gördüklerinden olsa gerek, ha bire savunmakta ve uygulama yoluna gitmektedirler. Zaten var olan acılarda buradan sadır olmaktadır…

Eksen dışında kalan ideolojik formlar, kendilerini yeniden kurabilmek için çeşitli yolları denemekte, atraksiyonlarda bulunmaktadırlar… Bazen bunu kendi bilgisel imkanlarıyla yapmaya çalıştıkları gibi bazen de kendileriyle uyuşması asla mümkün olmayan –İslam gibi- dünya görüşleri yoluyla yeniden kurmaya gayret sarfetmektedirler. Ör. İslam serbest piyasayı önerir…’ öngörüsü; ya da ‘İslam sosyalizme yakındır…’ gibi nötr ifadelerde olduğu gibi… Birde İslam’ın sol’a, ya da sosyalizme yakınlığı kabilinden yeni bir ideoloji türetmeyi üzerinde bulundukları zemine bir dönem de olsa şahit olunan bazı Müslüman şahsiyetlerin ideolojik takıntılarından yola çıkarak, karşılıklı çıkar ilişkisine bağlı olarak oluşturmaya çalıştıkları yapılarda olduğu gibi ‘İslam, sosyalizme benzer!’ bağlamında meydana geldiği gibi… Bu şahıslara örnek olarak günümüzde Mısır’dan Hasan Hanefi’yi, Muhammed Halefullah’ı ve Sudan’da bu işi kotarmaya çalışan Mahmud Muhammed Taha’yı verebiliriz. Birde bunlara örnek kabilinden ülkemizden İslami Sol benzeri olmasa da cumhuriyetin ilk dönemlerinde kendine özgü muhafazakarlık içerisinde Nurettin Topçu’nun ‘Anadolu Sosyalizmi’ adıyla düşünsel planda kalmış çabalarını örnek verebiliriz. Bu minvalde Türkiye’den batı tandaslı muhafazakar ideolojinin en önemli adamı sayılan ‘Anadolu sosyalisti’ Nurettin Topçu dışında kırklı yılların en önemli sol düşünürlerinde olan ‘Sosyalist Müslüman(!)’ Hikmet Kıvılcımlı ile birlikte, günümüze dair ‘Müslüman Sosyalist(!)’ tandaslı bazı isimleri de sayabiliriz… Burada şunu belirtmeden geçmemek gerekir; İslam’ı eksen alır isek kendi çapında düşünce üreten ve olası düşünce namusunu korumaya, yaymaya ve insanlarla paylaşmaya çalışan insanların bulundukları noktadan hareketle hakikati arama ve bulma çabası sonucunda din temelli bir noktaya varması, onu anlamaya çalışması- eğer bir hinlik yok ise- mutlaka takdire şayandır. İşe bu noktadan bakarsak eğer; tanımlama yanlışta olsa Hikmet Kıvılcımlı vb. bağlamında kendilerini, yapıp ettiklerini bir açıdan İslam’la ilişkilendirmeleri nötr olarak anlaşılır bir şeydir. O kişi biz Müslümanlarca başta itikadi bağlamda İslam’la ilişkilendirilmese bile çabalarına bir göz atılabilir. Ama vahiyle tanışmış, Kur’an’la hayatını yönlendirme uğraşısı içerisinde bulunmuş bir Müslüman’ın geldiği noktanın tabiri caizse İslam’ın sol yorumu gibi handikaplarla dolu olması şaşırtıcı olmakla birlikte, hayret vericidir aynı zamanda… Demek oluyor ki; İslam yeterince mesajlar sunamıyor, evrensel olduğunu bildiğimiz mesajı bir hayalden, bir vehimden ve çağdaş bir zorlamadan ibaretmiş! Her şey değiştiğine, flulaştığına göre Kur’an ve mesajı da kendine özgü ve aynı zamanda da determinist/cebriyeci/zorlayıcı bilimsel(!) bir çizgi üzre mutlaka değişecekti! Din, miadı dolduğundan olsa gerek(!) yerini ‘ilerlemeci tarih ve toplum öngörüsüne binaen salt rasyonel akla ve bilimsel kaziyelere bırakacaktı. O anlayışa göre değil din, sair ideolojiler bile rasyonellik çerçevesinde oluşturulan ‘ilericilik-gericilik’ retoriğine uygun olarak birbirlerinin önüne geçebiliyordu! Seküler batı düşüncesinde bunun bir anlamı olsa bile, hayata vahiy penceresinden bakan bir Müslüman için bu böyle midir?! Tabii ki hayır! Bir defa Kur’an’dan yola çıkarsak, asla ve asla kadercilik olarak tanımlayabileceğimiz bir zorlamacılık söz konusu bir kere! Bu kriter –yani kadercilik- seküler temelli batı düşüncesinin zımmen kabul ettiği, fakat ikrar edemediği bir hakikati de ele verir! Ör.Das Kapital’ sahibi Karl Marks bile, sanayi devrimi sonrası sömürgecilik ve aynı menfur amaca hizmet edici sözde ‘coğrafi keşifler’ bağlamında sömürgeci İngiliz ordusunun Hindistan’ı işgalinde dokuma ustalarına yönelik saldırılarını –yani dokuma ustalarının ellerinin kesilmeleri hadisesini- ilerlemeci tarih ve toplum anlayışı içerisinde değerlendirdiği söylenir! Buradaki mantık kısaca şu; Aydınlanmacı felsefe icabınca tarihin ve toplumun ilerlediği varsayılarak toplumları birbirlerini alt edici ve aynı zamanda da naksedici bir ilerleme mitosu içerisinde batılı insanı, yani beyaz adamı dünyanın geri kalanından önde görmek üzerine kurulu bir farkındalık yöntemiyle öncelemek! Zira batılı insan bunu layıkıyla hak ediyor ve aynı zamanda da hakkıdır!  Bu işleyişi devam ettirmenin yegane yolu da özellikle de ‘din’ temeline dayalı üçüncü dünya anlayışını gözden düşürmek için ellerinde oluşturdukları bir retorikleri de vardı; ‘İlericilik-gericilik…’ Bu retorik öyle efsunkar idi ki; dünden bugüne solcusundan, sosyalistine, liberalinden, kapitalistine sair batıcı düşünce kalıplarına sahip tüm ideolojik çevrelerin adeta mihenk taşı olarak yer etmiş bulunmaktadır. Bize göre ise, ‘herşey bir kader üzer gideceği noktaya doğru akmaktadır; gece-gündüz… Birde Allah’ın değişmez yasası olarak bildiğimiz Sünnetullah Müslüman veya değil tüm toplumların ve insanların her davranışında kendini yüzlerce yıldır ortaya koymaktadır. Zira o yasada değişiklik nedir bulunmaz! İşte aydınlanmacı zihin yapısı ilerlemeci mantıkla malul olduğundandır bu maluliyet aynı yol ve yöntemi kabul edip izleyen günümüzün bazı Müslüman aydınını da hayli etkilemiş ki, neredeyse her şey tarihsel olmuş; Sünnetullah ise hak getire! İşte temel böyle atılınca  önce Kur’an’daki kıssalar didik, didik edilir, her şey birer sembole atfedilir; sembolizm sonucunda ise haliyle ‘din’ ilahi ve eski bir değer olarak kutsanır, yani rafa kaldırılır tabir yerinde ise! Onun yerine ise durumuna göre ideolojiler istihdam edilirler; muhafazakarlık, liberallik ve belki de en son numara olarak ta ‘İslami sol!’ Dikkat edilirse İslami sol’da dahil sair diğer ideolojilerde aynı ilerlemeci mantığın birer yansımasıdırlar. Temel özellikleri tarihi kendileri ile başlatmaları, kendilerini eksen almaları, kendi dışında duran yapıları ise arızi olarak tanımak, tanımlamak ve mahkum etmek! Sadece İslami sol, bir ucundan vahye –o da tartışmayı gerektirir son raddede- bir ucundan da ilerlemeci, aydınlanmacı batı düşüncesine dayandırıldığından diğerlerinden farklılık arzeder, ama sonuçta da hizmet ve işleyiş adına karşı cenaha bir lütuf olarak takdim edilir muhataplarınca…

Sanayi devrimi sonrası feodalitenin ve derebeyliğin şahsında hızla kabuk değiştiren kıta Avrupası’nda biriken sermayeye bağlı olarak gelişen kapitalist sınıfa karşılık gelecek şekilde iş gücü bağlamında işçi sınıfı adı altında bir sınıf oluşmuştu. Ekonomik temelli bu sınıfın elbette karşı tarafça gasbedilen özlük haklarının elde edilmesi uğruna bir özgürlük alanının açılması gerekirdi ve bu gereklilik o haklarla birlikte o toplumlarda yüzlerce yıldır süre gelen birtakım haksızlıkları da ortadan kaldırmalıydı! İşte aynı ilerlemeci mantık silsilesi çerçevesinde vücuda getirilen Marksist söylemin Avrupai işleyişi hayata geçirdiği gibi aynı döngünün bir tarafında –karşısında- yer alan sınıfında haklarına sahip çıkma bağlamında bir özgürlük söylemi sunması gerekirdi! Hakkaniyetli olmak gerekirse bu özgürlük alanı belli bir karşılık bulmuştu. Bulduğu içinde on sekizinci, on dokuzuncu ve yirminci yüz yılın başlarında pey der pey işçi sınıfı oluşmuş ve bir açıdan da birkaç deneme sonrası yirminci yüzyılın başlarında proleter devrimin her ne kadar İngiltere gibi görece daha gelişkin bir batı diyarında olacağına, ‘köylü’ diyebileceğimiz Rusya’da oluştuğunun görüyoruz. Amma ‘her devrim kendi çocuklarını yer!’  hikmeti mucibince devrim kitlelerini oluşturan işçi ve köylü sınıfının ekonomik alanda özgürlüğü, eşitliği baz alıp, ileriye taşıyacağına kaba Marksist bir tarzda oluşan proleterya sınıfı bağlamında ontolojik eşitsizlikler oluştu. Sosyalizmin uygulandığı hemen her ülkede Komünist Parti politbüro üyeleri alt katmandaki hemcinslerine rağmen nimetten alabildiğine yararlandı/rıldı/lar.  Buda yönetici konumunda olduklarımdan dolayı normal bir şeydi belki de! İşte eşitlik adı altında sergilenen bu durum, aslında bir nevi sonun da başlangıcı olmuştu bir tercihe binaen… Bir de buna ilaveten  sosyalist uygulamaların yürürlükte olduğu ülkelerde var olan ve kısmen de sonradan oluşturulan halklar sorunu sonun başlangıcının pekişmesini sağlamıştı! Adı sosyalistte olsa tıpkı Oryantalist bir bakış açısı içerisinde oluşturulan halklar sorunu ve sözde bu sorunları çözümüne yönelik ‘Doğu Halkları Kurultayı’ benzeri çalışmalar sömürünün bu kez özellikle de Orta Asyalı -Türki halklar vs.- bağlamında ilerlemeci tarih ve toplum çerçevesinde yine bir kader gibi telakki edilip uygulandı durdu yetmiş küsur yıl… Yine adil ve hakkaniyetli olmak gerekirse; tarihe baktığımızda bizzat Rasulullah’ın kurup, dört halifenin geliştirmeye çalıştığı ilk İslam devleti sayılabilecek komplike yapı daha sonra iktidarı kılıç zoruyla ele geçiren Emeviler tarafından icra edilen uygulamalar neticesinde tanınamaz hale gelmişti! Bilahare bir ihtilalle Emevi zulmüne haklı çıkışlarla karşı duran Abbasilerde aynı makus tarihi, uygulamalarıyla devam ettirdiler! Daha sonra da  uygulanan yönetim şekilleri hiçte iç açıcı olmadı! İşte dünyamız  bize İslam’dan miras kalan kısmi güzellikler istisna edilirse inançtan, düşünceye; ekonomik işleyişten, devlet ve aile ilişkilerine kadar, vahiy temelli ve adalet eksenli ilkeler vazeden, vazetmeyle de kalmayıp, onları pratik alanda faaliyete sokan İslami uygulamaların sonrasında  tekrardan cahiliye olarak vasfedeceğimiz uzun asırlar sonucunda tedavülde kalan vahşi uygulamalara  sahne oldu! “Aklın yolu birdir…” hikmeti mucibince sanayi devrimi sonrası Avrupa’da oluşan ve görece de olsa özgürlükçü yönü olan sol anlayış mensupları bağlamında ferden, ferden bir iyi niyet gözlense bile, o ideolojinin seküler temelli bir projeye bağlı olarak üretilmesi ve uzun zaman diliminde var olan uygulamaları onu biz Müslümanların nazarında hak ettiği noktaya oturtmamaktadır! Zira bizi kuşatması gereken bir yapı en başta gaybe iman temelli olunca bir anlam kazanır…