Mehmet PAMAK

05 Aralık 2018

İMAN ETTİKTEN SONRA, GÜNAHIN KUŞATMASINDAN VE İMANA ŞİRK BULAŞTIRMAKTAN KORUNMAK

Bismillahirrahmanirrahim

İman ettikten sonra, imanın gereği olan amelleri tamamen ya da kısmen ama sürekli yapmayanlar, süreklilik arz edecek biçimde bazı günahları ısrarla işleyenler, zamanla imanlarını kaybedip şirke bulaşırlar.

İmandan Sonra Günahı Kendisini Kuşatacak Duruma Gelenler Şirke Girip Ebedi Cehennemliklerden Olurlar

Kur’an’da, iman ettikten sonra günah işleyip de günahında ısrar ederek günahın kendisini kuşattığı bir konuma sürüklenen kimselerin, şirke girdikleri ve ebedi cehennemlik oldukları bildirilmiştir. Bakara Suresi 81. âyette şöyle buyrulmaktadır: “Gerçek şu ki, günah (kötülük) işleyip günahı kendisini kuşatmış (ve böylece şirke düşmüş) olan kimseler, işte onlar cehennemliktirler. Onlar orada ebedi kalacaklardır”.  Her kim bir kötülük, günah işler ve yaptığı kötülük, günah kendisini her tarafından kuşatırsa; kalbini, dilini ve diğer azalarını tamamen kaplarsa, o kötülüğü alışkanlık haline getirir ve normal karşılamaya başlarsa; işte bunlar ateş ashabıdırlar, onlar o ateşte süresiz kalıcıdırlar. İnsanı kuşatan bir tek kötülük böyle sonuç verirse birçok kötülüğe bulaşmış olanların halleri artık kıyas edilsin. İblis bir konuda isyan etmiş ve onu savunmuştu da kafirlerden olup Şeytanlaşmıştı. Şimdi “müslümanım” diyenler bile çok sayıda günah işleyip üstelik bunlarda ısrar edip kanıksamakta, buna rağmen de “müslüman” olduklarını söylemeye devam etmektedirler.

Tabii ki, işlediği günah kendisini kuşatmamış olanlar, yani süreklilik ve kanıksanma olmadan günah işleyen ve tevbe edip Rablerine dönenler cehennem ateşinde ebedî kalacaklardan olmazlar. Zaten ya günahı kendisini kuşattığı için imanını yitirmek sebebiyle cehennemde ebedi kalınacak ya da tevbe edip Allah’a teslim olunduğunda günahlar affedilip azaptan tamamen uzak kalınacaktır. Bu sebeple, kalbinde imanını koruyarak günahı günah bilenler ve onu kanıksayıp normal görür hale gelmeyenler ve sonuçta günahı kendisini kuşatmayanlar hakkında ebedî azap yoktur. (Elmalılı Hamdi Yazır Tefsiri). Bakara Suresi 82. âyette ise, “İman edip salih ameller işleyenler, işte öyleleri de cennet ehlidirler ve orada ebedî kalıcıdırlar.” hükmüne yer verilmiştir.

Ancak Zümer Suresi 53. âyette ifade edilen Allah’ın rahmet ve mağfiretini hak edebilmek için, 54 ve 55.  âyetlerde zikredilen şeyleri yapmak; yani ölmeden ve azap gelmeden önce tevbe istiğfarda bulunup Allah’a dönmek, Allah’a teslim/müslim olarak Kur’an’a uygun takvalı bir hayatı yaşamak üzere fiilî gayret ve çaba içinde olmak gerekir: “De ki: ‘Ey kendilerinin aleyhine aşırı giden kullarım! Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder. Çünkü O, çok bağışlayandır, çok merhamet edendir.” (Zümer, 39/53). “Azap size gelmeden önce Rabbinize dönün ve O’na teslim olun. Sonra size yardım edilmez.” (Zümer, 39/54). Yani 53. âyetteki “Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyin. Şüphesiz Allah, bütün günahları affeder.” hükmünün tecellisi gereğince ilâhî affa mazhar olabilmek için mutlaka azap gelmeden önce Allah’a dönmek ve O’na tam anlamıyla teslim olmak şarttır. Aksi takdirde Allah’ın yardımını hak etmek mümkün değildir. Zümer Suresi 55. âyette ise şöyle deniyor: “Siz farkında olmadan, ansızın başınıza azap gelmezden önce, Rabbinizden size indirilenin en güzeline (en güzel hükümlere-Kur’an’a) tâbi olun.” Yani, Allah’ın Kitabı’nda emrettiklerini en güzel şekilde yerine getirin, men ettiklerinden uzak durun. “Kur’an’ı hakkıyla okuyup, Allah’ın emir ve yasaklarına uyun, takvayı hakkıyla kuşanın” ki, tevbe ettiğinizde duanıza icabet edilsin ve günah sizi kuşatmasın.

Bu sorumluluğunu yerine getirmeden, söz konusu âyetler ve benzeri başka ayetlerin açıklaması mahiyetindeki Rasûlullah’ın (s) “Allah’ın rahmetinin, gazabına üstün olduğu” hadisine istinat ederek, seyyiat (günahlar-kötülükler) ile kuşatılmış ve imanına şirk bulaştırmış olanların dahi ateşte ebedî kalmayacaklarını vehmetmek; yahudilerin “bize ateş sayılı günlerden başka dokunmayacak” (Bakara, 2/80) kuruntusuna benzer bir sapmayı yaşamaktır ki, bu ilâhî adaleti inkâr etmek demektir. Yahudiler, kendilerinin hiçbir azaba uğramayacaklarına ve azaba uğrasalar bile bunun sadece birkaç gün süreceğine ve hatta sonra Cennet’e gönderileceklerine inanarak kendi kendilerini aldatıyorlardı. “Biz ateşe çok az bir zaman gireceğiz. Sonra çıkıp Cennete gideceğiz diyorlar”dı. Rabbimiz bu inanç sahiplerine “Allah’dan söz mü aldınız? Böyle ise Allah sözünden dönmez. Yoksa Allah’a karşı bilmediklerinizi mi söylüyorsunuz.” diyerek, “sizler böyle yalan iddialarla Allah’a iftira atıp söylemediklerini mi O’na isnad ediyorsunuz?” sorusunu yöneltmektedir. Maalesef bugün, günahı kendisini kuşattığı hâlde “müslüman” olduklarını iddia eden ve bazı ibadetleri şeklen ifa eden büyük çoğunluk da, aynı aldatıcı inanca sahip bulunmaktadır.

Hâlbuki, kötülük ve günahta ısrar edenlerin durumu, onları imanına şirk bulaştırmaya sürüklemektedir. Rabbimiz bunlar için, Mutaffifin suresi 14. âyette; Hayır; onların kazandıkları (işledikleri kötülükler/günahlar), kalpleri üzerinde pas tutmuştur (kalplerini karartmıştır).” buyurmuştur. İsyankârlıkta direnip günahta ısrar eden kişinin kalbi paslanır, kararır ve körelir. Üzerini kalın bir perde örter. Vahyin aydınlığının oraya girmesine engel olur. Onu bu aydınlıktan mahrum eder. Yavaş yavaş duyarlılığını kaybettirir. Zayıflamasına ve mânen ölümüne yol açar. Rasûlullah (s) kalbin paslanmasını şöyle izah etmektedir: “Bir kul günah işlediğinde, kalbinde siyah bir leke meydana gelir. Eğer o kul tevbe ederse, bu siyah leke kaybolur. Şayet tevbe etmez ve günah işlemeye devam ederse, bu leke onun tüm kalbini sarar.” (Müsned-i Ahmet, Tirmizi, İbn Mâce, Neseî, İbn Cerir, Hâkim, İbn Ebi Hatim, İbn Hibban.) Böyle olunca da, günahın kişiyi kuşatarak tevhidî imanı yok etmesi ya da imana şirk bulaştırıp hüsrana ve kötü bir akıbete sürüklemesi kaçınılmaz olur.

Bu ayetlerden anlaşıldığı üzere, Kitabın bir kısmını hayata geçirmeyenler, ona uygun yaşamayanlar bakımından, önce tek bir konuda ve bir defaya mahsus diye başlayarak işlediği kötülük başlangıçta günah kategorisine girse de, bu tek olayda Kitaba uymamak bile süreklilik arz edip kalıcı hâle geldiğinde, kanıksandığında hevanın ilahlığı başlamış demektir. Böyle tek konuda vahye aykırılıktaki tekrarlar ısrarla yaşandığında ve zamanla başka konularda da Kitabın hükümlerine uymamalar gerçekleşip günahlar kişiyi kuşatır hâle geldiğinde artık imanı da yok eden ve şirke yol açan bir sapma gerçekleşmiş demektir.

Günahı kendisini kuşattığı için imanına şirk bulaştıran kimselerin akıbetinin, içinde ebedi kalacakları cehennem olduğu vurgulanırken, iman edip sâlih ameller işleyen, yâni günahın kuşatmasından korunup Kur’an’a uygun bir hayat yaşayan takvalı kimselerin ise, cennet ehli, cennet ashabı oldukları ve o cennette ebedî kalacakları bildirilmiştir.

Güvende olanlar ve Hidayete ulaşanlar, Ancak İman Ettikten Sonra Onu Koruyanlar, İmanına Şirk Bulaştırmayanlardır

Kehf Suresi 110. âyette; “…Artık her kim Rabbine kavuşmayı arzu ederse (umuyorsa), salih amel işlesin ve Rabbine ibadette hiçbir şeyi ortak koşmasın.” Rabbimiz kullarından, Kur’an’daki emir ve yasaklarına itaat edilerek salih amel işlenmesini istemekte ve böylece sadece kendisine itaat/ibadet edilmesini emretmektedir. Sonuçta, kendisi dışındakilere, yani şeytan, heva ve tağutlara da itaat/ibadet edilmemesini emretmektedir. İbadet ve itaatte tevhidin sağlanmasını ve ibadet/itaat konusunda hiçbir şeyin Allah’a şirk koşulmamasını istemektedir. Çünkü iman ettikten sonra imanın gerektirdiği amelleri hakkıyla yerine getirmeyip işlediği günahlarda ısrar ettikleri için günahı kendisini kuşatanlar, Allah’tan başkalarına da ibadet/itaat ederek imanlarına şirk bulaştırma konumuna sürüklenirler.

Rabbimiz Fussilet Suresi 30. âyette; “Şüphesiz: ‘Bizim Rabbimiz Allah’tır’ deyip sonra dosdoğru bir istikamet tutturanlar (yok mu); onların üzerine melekler iner (ve der ki:) ‘Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vadolunan cennetle sevinin.” buyurmuştur. Yani onlar, “Rabbimiz Allah’tır.” demekle kalmayıp, O’na ortak koşmamışlar, imanlarına şirk bulaştırmamışlar, tevhidi kabul ettikten sonra da hiçbir akideye iltifat etmeyerek, başka şeyleri tevhid akidesine karıştırmamış ve böylece hayatlarını tevhide göre düzenlemişlerdir. Tevhid üzerinde sebat edenler (istekâmû) ifadesini Rasûlullah (s) ve sahabeler şöyle açıklamışlardır: Hz. Enes (ra) Rasûlullah’tan şöyle bir rivayette bulunmuştur: “İnsanlar içinde öyleleri vardır ki Allah’ı ‘Rab’ kabul ettikten sonra bile O’na ortak koşarlar. Sebat edenler, ancak tevhid üzerinde son nefeslerine kadar direnenlerdir.” (İbn Cerir, Nesei, İbn Ebi Hatim). Hz. Ebu Bekir Sıddık, sebat eden kimseyi, “Allah’a ortak koşmayan ve hiçbir sahte ilaha iltifat etmeyen kimse” olarak izah etmiştir. (İbn Cerir). Hz. Ömer bir gün mezkûr ayeti minberde okuduktan sonra şöyle konuşmuştur: “Allah’a yemin ederim ki sebat eden kimseler, Allah’a itaatlerinde sadık olan ve tilkiler gibi bir oraya bir buraya dönmeyenlerdir.” (İbn Cerir).

Meleklerin İslâm için mücadele eden mü’minlere yönelik ‘Korkmayın ve hüzne kapılmayın, size vaadolunan cennetle sevinin.” ifadeleri ise dünyada şu anlama gelmektedir: “Bu dünyada kafirler ne kadar güçlü olurlarsa olsunlar korkmayın ve Hak adına ne kadar büyük zahmetlere ve mahrumiyetlere katlanırsanız katlanın üzülmeyin. Çünkü sizleri istikbalde öyle büyük nimetler beklemektedir ki, dünyadaki nimetler onların yanında bir hiç mesabesindedir.”Meleklerin aynı sözleri mahşer meydanında ise şu anlama gelir: “Dünyada çektiğiniz gam ve keder artık bitti. Burada sizler için hep rahatlık vardır. Ahirette sizlere hiçbir surette korku ve zahmet yoktur. Biz size, vaadedilen cennete gireceğinizi müjdeliyoruz.” (Mevdudî-Tefhim).

Rabbimiz, Fussilet Suresi 33. âyette de Allah’a davet eden, tevhide çağıran, davet ettiği inancı önce kendisi yaşayıp salih amel işleyen ve ancak ondan sonra müslim/müslüman vasfı kazanarak bu kimliğini ifade eden kimseden daha güzel sözlü kimsenin olmadığını beyan etmiştir: “Allah’a çağıran, salih amel işleyen ve ‘Kuşkusuz ben müslümanlardanım’ diyenden daha güzel sözlü kimdir?”

Fussilet 30. âyette, mü’minlere, İslâm’ı kabul ettikten sonra sebat göstermenin başlı başına salih bir amel olduğu ve bu yüzden meleklerin dostluğuna ve cennete hak kazandıkları bildirilmişti. Burada ise, bundan daha üst bir derece olduğu buyruluyor. O derece, salih amel işleyen bir kimsenin, başkalarına tebliğ yapması, şiddetli tehlikeler karşısında bile, müslüman olduğunu açıklamaktan çekinmemesi ve musibetlerin gelip gelmediğine bakmadan, İslâm üzerine sebat göstermesidir. Bu ilahi tavsiyeyi yeterince kavrayabilmek için, ayetin nazil olduğu zamanı göz önüne getirmek gerekir. O dönemlerde bir şahıs müslüman olduğunu ilan ettiğinde, adeta kendisini her an parçalayabilecek vahşi hayvanlarla dolu bir ormanda gibi hissediyordu. Hele bu şahıs daha da ileri giderek İslâm’ı tebliğ etmeye kalkıştığı takdirde tehlike çok daha büyük boyutlara ulaşıyordu. İşte böyle bir durum muvacehesinde, “Bir kimsenin bu şartlar altında İslâm’ı kabul etmesinin ve sebat göstermesinin salih amel olduğu” buyruldu. Ayrıca bir şahıs, müslüman olduğunu ilan ettikten sonra, başkalarını da İslâm’a çağırır, Allah’a tevekkül ve ibadet eder ve başkaları, yaşadığı hayat hakkında bir şey söylemesin, dolayısıyla da İslâm’a bir leke gelmesin diye amellerine titizlikle önem verirse, bu, o müslümanın vardığı en üst derecedir. (Mevdudî-Tefhimu’l Kur’an).

Kendisi Allah’a Allah’ın istediği biçimde inanan ve insanları inandığı Allah’a imana çağıran, insanları kendisinin kulluk yaptığı Allah’a kulluğa çağıran insandan daha güzel sözlü kim vardır? Âyetten anlıyoruz ki, Allah’a yapılan dâvet kuru bir laftan ibaret olmamalıdır. Dâvetçinin, dâvet ettiği şeye bizzat kendisinin iman etmesi gerekmektedir. Yâni dâvetinin kendi hayatında eserinin görülmesi gerekmektedir. İnsanları çağırdığı şeyi bizzat kendisinin yaşaması ve salih amel sahibi olması gerekmektedir. Dâvet ettiği şeyle kendi hayatı ayrı ayrı vadilerde olmamalıdır. Dâvet ettiği şeye kendi hayatı bizzat şahit olmalıdır. Özetle dâvetçi, müslüman olmalıdır. Allah’a teslim olmalıdır. İradesini Allah’a teslim etmeli ve yaptıklarını sadece O’nun hatırına yapmalıdır. Bir de muhataplarının zihinlerinde herhangi bir kuşkuya mahal bırakmamak için de: “Ben müslümanım! Benim adım, benim kimliğim ve hayatım müslümandır! Ben sizi sadece Allah’a çağırıyorum! Bunun dışında herhangi bir şeye çağırmaktan ona sığınırım,” demelidir. (Ali Küçük Tefsiri).

Fatır Suresi 10. âyette ise şöyle buyrulmaktadır: “Kim izzeti istiyorsa, artık bütün izzet Allah’ındır. Güzel söz O’na yükselir, salih amel de onu yükseltir…” Kim bu dünyada izzet ve şerefe ulaşmak istiyorsa, kim âhirette izzet ve şerefe ulaşmak istiyorsa bilsin ki bu Allah’a Allah’ın istediği şekilde imanla, Allah’a Allah’ın istediği şekilde kullukla mümkündür. Bunun dışında asla izzet ve şeref yoktur. Eğer Allah’a itaat ederseniz böyle bir izzet ve şerefe nail olursunuz. Yüz çevirdiğiniz takdirde ise zillet içinde kalırsınız. İzzet ve şerefi elde edebilmek için söylenmiş ifsad edici ve habis söz hiçbir zaman yükselmez. Allah indinde ancak en doğru pak, temiz ve hakîkate mebni söz, samimi ve salih itikad yükselir. Bu sözü yükselten insanın amelleridir. Şayet söz ile birlikte amel yoksa, o söz Allah’ın indinde makbul olmaz. Sözün yükselebilmesi için salih amellerin kuvveti gerekir. Kur’an’a göre salih söz ile salih amelin birbirine sıkı bir şekilde bağlı olması çok dikkate değerdir. Hiçbir amel arkasında salih bir akide olmadıkça makbul değildir. Yine hiçbir salih akide, onu tasdik eden salih bir amel olmadıkça makbul değildir. Güzel sözün Allah’a yükselebilmesi, Rabbimiz tarafından kabul edilebilmesi için bu sözün amele dönüşmesi, hayata yansıması, hayatın onunla düzenlenmesi gerekmektedir. “La ilahe illallah” güzel bir sözdür. Bu sözün Allah’a yükselebilmesi ve Allah katında makbul olabilmesi için, bu söze uygun bir hayatın yaşanması, tevhide uygun amellerle hayatın ibadet kılınması gerekir. Ama sadece amel de bir değer ifade etmez. Mücerret bir amel de Allah’a ulaşmaz. Amel, salih olmadıkça, sahih bir akideden, sahih bir imandan kaynaklanmadıkça bu imkânsızdır. Rabbimiz ne sözü amelsiz, ne de ameli imansız kabul ediyor.  Bu sebeple bir kimse sözleriyle, “Allah’tan başka ilah yoktur ve ancak O ibadete layıktır” diyor, fakat yaşantısında Allah’tan başka şeylere kulluk ve itaat ediyorsa, bu söz onun amelini yalanlar. (Mevdudî-Tefhim’ul Kur’an, Ali Küçük-Besair’ul Kur’an). Allah’tan başkasına itaat şeklindeki bâtıl ameli de, onun söylediği Hak sözün Allah’a yükselmesini engeller, geçersiz hâle getirir.

Hidayete ve kurtuluşa erecek olanlar ise, En’am Suresi 82. âyette “iman ettikten sonra imanlarına şirk bulaştırmayanlar” olarak tanımlanmıştır: “İman edip de imanlarına zulmü (şirki) bulaştırmayanlar (karıştırmayanlar/giydirmeyenler)var ya; işte güven onların hakkıdır. Doğru yolu bulmuş (hidayete ulaşmış) olanlar da onlardır”. Abdullah b. Mes’ud diyor ki: “İman edip imanlarına zulüm karıştırmayanlar…” âyeti gelince, Rasûlullah’ın (s) ashâbı üzülmüşler, güçlerine gitmiş ve Rasûlullah’a şunu sormuşlardır. “Ey Allah’ın Rasûlü, bizden, kendi nefsine zulmetmeyen kim var ki?” Rasûlullah (s) şöyle cevap vermiştir: “Bu, Allaha ortak koşmak manasınadır. Lokman’ın, oğluna nasihatte bulunurken: ‘Yavrum, hiçbir şeyi Allah’a şirk koşma. Şüphesiz ki Allah’a şirk koşmak büyük bir zulümdür.’ (Lukman, 31/13) dediğini duymadınız mı?” (Buhari, Enbiya, 41; Ahmed b. Hanbel, Müsned, 1/424).

İman edip kendilerini bütünüyle Allah’a adayanlar, kulluk, boyun eğme ve yöneliş noktasında bu inançlarına zulmü/şirki bulaştırmayanlar… İmanlarının gereğini yerine getirmekte istikrarlı ve sürekli biçimde çaba sarf edip hayatlarını ibadet kılmaya çalışanlar… İşte güvencede olma bunların hakkıdır, doğru yolda (hidayet üzere) olanlar da bunlardır. İşte bu özellik, Allah’a (c) tam manasıyla iman eden, hakkıyla teslim olan, itaati/ibadeti sadece O’na tahsis edip şirkin her çeşidinden uzak duran, büyük günahları işlemeyen ve ibadetleri tam anlamıyla yerine getiren kimselerde bulunur.

İman edip de sonra onu koruyamayıp imanına şirk bulaştıranlara hem süreklilik arz eden hem de güncel olandan somut bazı örnekler verelim: Süreklilik arz eden örneğin birincisi, iman ettikten sonra günahında ısrar sebebiyle günahın kendisini kuşattığı kişiler, ikincisi ise, imanından sonra tevhidî akıdeye açıkça aykırı olan tercihlerde bulunan ve akıdeye aykırı amelleri ikrah olmadan yapan ve bu yaptığının doğru olduğuna inanan kimselerdir. Ayrıca Allah’ın emir ve yasaklarını ihlal edip hevasının arzularını esas alarak hevasını ilah edinenler (Casiye, 45/18, 23). Bireysel ibadetlerinde Allah’ı ilah edindikleri hâlde siyasal ve toplumsal alanda isteyerek ve benimseyerek tağutlara da itaat edenler (Bakara, 2/256; Nahl, 16/36; Zümer, 39/17). Ve Allah’ın kitabını hakkıyla okumayı bırakıp şeyhlerinin, hocalarının ve üstadlarının Kur’an’a aykırı hurafelerle dolu kitap ve sözlerini din kabul edip kör bir teslimiyetle onlara itaat edenler (Tevbe, 9/31) de imana şirk bulaştırma konusunda yaygın yaşanan örneklerdir. Siyasal alandan güncel somut örnekler verecek olursak; iman ettikten sonra hükmetme makamında görev alıp şirk hükümleriyle hükmedenler, yani laik demokratik parlamentolarda hevaya göre yasa yapanlar, ilâhi vahye dayanmayan teşriî işlev görenler (vahye aykırı kanun yapanlar) ve vahye aykırı hükümlerle hükümet edenler (yönetenler) imanına şirk bulaştıranlara en somut örnektirler.

Sonuç olarak ifade edelim ki; ahiretteki olumlu ya da olumsuz akîbeti belirleyen de, sözlü olarak ifade edilen iman iddiası değil, iman ettikten sonra imanın ispatı anlamında Allah’a teslim olup imanın korunması ya da aksi yapılarak imanın korunmamasıdır. Evet, Ahiretteki akîbeti belirleyen, iman ettim demekle yetinmeyip iman edildiği iddia edilen Kitaba uygun bir hayatın yaşanıp yaşanmamasıdır. Yani önemli olan iman ettikten sonra onun korunması ve tevhidî imana uygun amellerle hayatın ibadet kılınmasıdır.  O hâlde, mü’min ve müslim olmak ve Rabbimizi razı etmek istiyorsak; Kitaba imanın ön şartı olan “hakkıyla okuyup anlamak ve öğüt alıp yaşamak” sorumluluğumuzu yerine getirmek üzere süreklilik arz eden bir çaba göstermeliyiz. Bunun gereği olarak da, hiçbir boşluk bırakmadan hayatımızın bütününe Kur’an’ın bütününü hâkim kılmak için seferber olmalıyız. İbadetlerimizde ihlâslı, ısrarlı ve sürekli olmalı, günahların bizi kuşatmasına fırsat vermemeli ve imanımıza şirk bulaştıracak konumlara düşmekten özenle sakınmalıyız. Rabbimiz yardımcımız olsun ve bu istikamette ayaklarımızı sabit kılsın inşaAllah.