Mehmet PAMAK
İNANDIĞI GİBİ YAŞAMAYANLAR YAŞADIĞI GİBİ İNANMAYA BAŞLAR
Bismillahirrahmanirrahim
İnsanın en temel sapması, şeytanın iğvası ve teşvikiyle heva ve hevesini ya da tağutları ilah edinip onlara uyması, onlara itaat eder hâle gelmesidir. Bu sapma, aynı zamanda Allah’a itaati bırakıp şeytana uymak, hayatın tamamında ya da bazı alanlarında şeytana kulluk yapmak anlamına gelir. Allah ise sadece kendisinin ilah edinilip sadece kendisine kulluk/ibadet, itaat edilmesini ve hayatın bütün alanlarının sadece kendi hükümlerine göre düzenlenmesini istemektedir. Zaten imtihan konusu da, hayatın kimin emir ve kurallarına göre düzenleneceği, yani kulluğun ve itaatin kime yapılacağı hususudur. “Müslümanım” diyen insanların bile çoğu, iman ettikten sonra imanını tevhidî boyutta korumakta acze düşmekte ve imanlarına şirk bulaştırmaya, bazı konularda Allah’a itaat ve kulluk yaparken bazı konularda da şeytana, hevaya ve tağutlara itaat etmeye yönelebilmektedirler. Böylece, zamanla özgün İslami kimlik ve ilkelerinden uzaklaşmakta, amelleri, hayat tarzı ve itaat edilecek otorite bakımından bâtıl ehli kesimlere benzemeye başlamaktadırlar.
Hâlbuki güzel örneğimiz ve Kur’an’ı pratiğe aktarmadaki rehberimiz Rasûlullah’ın (s) önderliğindeki ilk Kur’an neslinin Mekke-Medine sürecine yayılan mücadele sünnetinde, vahye şahidlik yapan örnekliğinde, müslümanlarla müslüman olmayanlar arasında öncelikle zihnî ve imanî, sonra da ameli ve ahlakî olmak üzere, hayat tarzı ve ameller bakımından fert ve cemaat planında tam bir uzlaşmazlık yaşanmıştır. İşte bu uzlaşmazlık, akıdevî ve amelî ayrışma, daha önceki bölümlerde zikredilen ayetlerde görüldüğü gibi, kıyamete kadar gelecek bütün müslümanlara örnek olması için Kur’an’da ve Rasûlün sünnetinde özellikle ilan edilip gündem yapılmıştır. Söz konusu âyetler de ortaya koymaktadır ki, müslümanlar ve diğerleri arasında, hukukî, siyasî, sosyal, ekonomik bütün hayat alanlarında, hayat tarzı ve ameller bakımından tam bir ayrışma yaşanmıştır. Yaşanan bu uzlaşmazlık ve ayrışma Rabbimiz tarafından özellikle vahiyle yönlendirilip teşvik edilmiştir. Bu sebeple de, ilk nesil, net ve arı duru sahih İslamî anlayışını, tevhidî duruş ve istikametini koruyarak, “emrolunduğun gibi dosdoğru ol” (Hud, 11/112) emrinin uygulamasında bize muhteşem denebilecek bir model ve örneklik oluşturmuştur.
“İnandığı Gibi Yaşamayanlar, Yaşadıkları Gibi İnanmaya Başlar”
Her mü’min şahsiyetin, Kur’an’ın ölçülerini ve Rasûlün şahidliğinde ilk neslin oluşturduğu güzel örnekliğini esas alarak, iman ettiği ölçü, değer ve kuralları mutlaka hayatında yaşamak sorumluluğu vardır. İmanın ispatı da, ancak böylece yapılabilir. Eğer insan uzun süre inandığı gibi yaşamıyorsa, zamanla kanıksayarak yaşadığı gibi inanmaya başlar. Hz. Ömer’e (ra) atfedilen güzel bir söz vardır; “inandığı gibi yaşamayanlar, yaşadıkları gibi inanmaya başlar.”Hayatının tamamına veya bir kısmına Kur’an yerine başka kuralların, hükümlerin, otoritelerin ya da heva ve arzuların yön verdiği kimseler, zamanla o yaşadıklarının doğruluğuna inanmaya başlarlar. Hatta o yaşadıklarını meşrulaştırmak, doğruluğunu ispat etmek için Hakkı tahrif edip, kendi batıl hâllerini ve tercihlerini Hakk’a tasdik ettirmeyi bile zorlamaya başlarlar. Çünkü En’am Suresi 153. ayette “o yollara gitmeyin sizi Hak yoldan-sırat-ı müstakımden saptırır” denilen bâtıl yollara sapanların, yani Rasûle isyan edip mü’minlerin yolunu terk edenlerin, tercih ettikleri o bâtıl yolda bırakılacakları Nisa Sûresi 115. ayette bildirilmektedir. “Kim, kendisine hidayet (doğru yol) besbelli olduktan sonra peygambere karşı çıkar, mü’minlerin yolundan başkasına uyarsa, onu yöneldiği yolda bırakırız ve cehenneme sokarız.” Rabbimiz, böyle yanlış bir tercih yaparak “mü’minlerin yolunu terk edenleri o yolda bırakacağını ve bunları cehenneme sokacağını” bildiriyor.
Aslında insan, üç sebeple tercih ettiği bâtıl yolda kalıcı hâle gelir, zamanla onu kanıksar ve sonuçta da yaşadığı gibi inanmaya başlar: İşte o üç sebep; 1-Neml Suresi 24. Âyette ifade edilen, “şeytanın süslü göstermesi”. 2- Nisa Suresi 115. Âyette beyan edildiği üzere, kişinin “tercih ettiği o yolda bırakılması”. 3- Leyl Suresi 10. Âyette bildirildiği gibi, bâtıl yolu tercih edenlere, “en güzel sözü (kelime-i tevhidi) yalanlamaları” sebebiyle, Rabbimiz tarafından “zorun kolaylaştırılacağı” / (aslında zor olan bu bâtıl yolun kolaylaştırılacağı) hükmünün tecelli etmesidir.
İslam’a aykırı davranmak, fıtrata uygun olan vahyin ölçülerine aykırı ameller yapmak, hevaya uymak, tağutlara itaat edip destekçi olmak ve bunlara benzer daha birçok günahları işlemek fıtrî olarak çok zor olandır. Böyle olmakla beraber, bâtıl tercihlerle, vahye aykırı hayat tarzı ve amellerle günaha koşan, günahta ısrar eden kimseler için bu zor kolaylaştırılmakta ve artık bunları kolayca yapar hâle gelmektedirler. İşte önce bazı “maslahatlar”, “gerekçeler” üreterek ya da birtakım “kazanım” beklentileriyle tevhidî, Nebevi yoldan, yani mü’minlerin yolundan ayrılarak girilen bâtıl yollarda, söz konusu ettiğimiz bu tür sebeplerin de etkisi sonucunda, en azından birçok kişi tercih ettiği bâtıl yolda kalıcı hale gelir ve yaşadığı gibi inanmaya başlayarak akıdevi olarak da sapma noktasına ulaşır.
Bu sonucu doğuran şey, Müslümanların iman ettikten sonra, imanlarının gereği olarak mutlaka yapmaları icap eden kulluk görevleri ve amellerinde ısrarlı ve istikrarlı olamamaları, istikameti korumakta zaaf göstermeleridir. Türkiye’de özellikle son 10 yılda bu konuda çok üzüntü verici kötü bir örneklik yaşanmış ve önce birtakım “maslahat”lar adına laik sistem içi siyasete destek olmak için bâtıl siyasete bulaşan kesimlerde büyük bir yozlaşma ve kirlenme yaşanmıştır. Bu kesimler, bir süre sonra da önceden olmadığı kadar laik siyasi iktidarı ve liderini sahiplenmeye ve onu savunabilmek ve bu tercihlerini haklı gösterebilmek için, İslami ölçü, kavram ve değerlerimizi yeni konumlarını onaylatmak üzere eğip bükmeye bile başlamışlardı. Gelinen noktada ise, durum çok daha kötü bir hâle gelince, laik siyasi iktidarı destekleyen kesimlerin içindeki insaf ve vicdan ehli olanlardan, acı feryatlar yükselmeye başlamış bulunmaktadır. “Ne oluyoruz? Nereye gidiyoruz? Ne hâle geldik? Mahvolduk…” feryatları ve “inandığınız gibi yaşamazsanız, yaşadığınız gibi inanırsınız” sözüne ardı ardına yapılan atıflar gündem olmaya başlamıştır. Gerçekten de yaşananlar, “inandıkları gibi yaşamayanların yaşadıkları gibi inanmaya başlayarak” büyük bir yozlaşma sürecine girdiklerinin acı göstergesi gibidir. Tabii ki, bu feryatları yükseltenler de, henüz çevrelerindeki ya da gruplarındaki insanların bu yanlış yönelişlerindeki kendi sorumluluklarını gündeme alıp bir özeleştiri yapma erdemliliğini gösterebilmiş değildirler. İnşaAllah gecikmeden bu özeleştiri ve sorgulama yapılır da, aynı yanlışların bir daha tekrarlanmaması için, ibret alınacak örnek bir davranış sergilenmiş olur.
Bilinmelidir ki, kulluk için yaratılan insan, yapıp ettikleriyle, hayat tarzı ve yaşantısıyla hayatının bütününde Allah’a kulluk etmiyorsa, yani Allah’ın Kitabına göre bir hayat yaşamıyorsa ya da bazı hayat alanlarında Allah’tan başkalarına tâbi oluyorsa, o alanlarda mutlaka başkasına kulluk ediyor demektir. Allah’a ve Rasûlüne itaati terk edip mü’minlerin yolu olan sırat-ı müstakim dışında başka yollara uyanlar da, o yollarda şeytan, heva ve tağutları ilah edinip onlara kulluk yaparak hüsrana sürüklenirler. İşte bu yazımızdan itibaren takriben dört yazımızda, dünya imtihanında, En’am Suresi 153. âyetteki ifadeyle, Müslümanları “sırat-ı müstakimden uzaklaştırıp başka yollara sürükleyecek” olan şeytan, heva ve tağutların saptırmalarına dikkat çekmeye ve bu konularda Kur’an’da yer verilen hatırlatma ve uyarıları gündem yapmaya çalışacağız inşaAllah.
Allah (c), “Topluca İslam’a Girmeye” Çağırmakta, “Şeytanın Adımlarını İzlemekten Kaçınmayı” Emretmektedir
İnsanlar, şeytan için çoğunlukla sözleriyle lanet okudukları ve hakaret ettikleri halde, tercih ettikleri hayat tarzı ve yaptıkları amelleriyle şeytanı memnun ederek ona kulluk/ibadet yapma konumuna sürüklenirler. İman ettikten sonra istikameti koruma zaafı gösterip vahye aykırı tercihler yapanlar, tevbe etmeyip bu tercihlerinde ısrar ettiklerinde, zamanla bulundukları bâtıl hâli kanıksarlar ve kalpleri kararıp katılaşır. Şeytan da bu tür sapkın amellerini süslü ve güzel göstererek, onları o yolda teşvik eder.
Bakara Suresinin 205-207. âyetlerinde bir taraftan vahiyden yüz çevirerek günahıyla böbürlenen, günahta izzet ve şeref arayan, ekini ve nesli bozan ve işi gücü yeryüzünde bozgunculuk yapmak olan, ekinlere de insanlara da hayat hakkı tanımayan, onların dengesini ve düzenini darmadağın eden ve de kendisine “Allah’tan kork” denildiği zaman da günahıyla övünüp gururlanarak cehenneme giden bir insan tipinden bahsedilmiştir. Öbür tarafta, her şeyini ve tüm dünyasını Allah için yaşayan ve Allah’ın rızasını kazanmak üzere her şeyini fedâya hazır olan bir müslüman tipinden söz edilmiştir. İşte yeryüzünde belirgin bu iki tip özelliğe işaret edildikten sonra gelen 208. Âyette ise şöyle buyrulur: “Ey iman edenler, hepiniz topluca (bütün varlığınızla) “barış ve güvenliğe (Silm’e, İslam’a, kurtuluşa) girin ve şeytanın adımlarını izlemeyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.” Bu âyetin açıklaması şöyledir:“Ey iman edenler, ‘silm’e, selâmete, İslâm’a bütünüyle girin. Hayatınızı, tamamıyla Allah’a teslim edin. Hayatınızın tümünde Allah’ı söz sahibi bilin. Hiçbir hayat alanında Allah’ın kulu olduğunuzu unutmayın. Hayatınızın tümünde müslüman olun. Hayatı parçalamayın. Yâni hayatınızın bazı bölümlerinde Allah’ın kulu, bazı bölümlerinde de başkalarının kulu olmayın. Bazen Allah’ı, bazen de başkalarını razı etmeye çalışmayın. İslâm’ı bir bütün olarak kabul edin. İslâm’ı parçalamaya kalkmayın. Şeytanın adımlarına uymayın.”
Bu âyetinde Rabbimiz, “Ey iman edenler” hitabının ardından, iman ettiğimiz değerleri, ölçüleri, hükümleri, yani Kur’an’ın bütününü hayatımızın bütününe hâkim kılıp yaşayarak imanımızı ispata çağırmaktadır. Yani imandan sonra, bütün varlığımızla, bütün bir hayatımızla Müslim olmaya (Allah’a teslim olmaya) çağırmaktadır. O hâlde mü’minler, bütünüyle Allah’a teslim olmalı, varlıklarını tümü ile O’na adamalıdırlar. Bu teslimiyet, yüce Allah’a boyun eğmeyen, O’nun hükmüne ve yazgısına razı olmayan en ufak bir düşünce, duygu, niyet, eylem, arzu ve endişe kırıntısını geride bırakmayan, hayatın hiçbir alanını Allah’tan ve dininden soyutlamayan kesin bir teslimiyet olmalıdır.
Yüce Allah burada müminleri topyekûn varlıkları ile silm’e/barışa/İslam’a girmeye çağırırken aynı zamanda onları şeytanın peşinden gitmemeleri hususunda uyarmaktadır. Yani ortada sadece iki istikamet vardır. Ya topyekûn barışa girmek ya da şeytanın izinden gitmek. Ya doğru yol ya sapıklık. Ya İslâm ya cahiliye. Ya Allah’ın yolu ve şeriatı ya Şeytanın yolu ve nefsin hevası. Ya Allah’ın rehberliği ya Şeytanın kışkırtması. İşte müslüman durumunu böylesine bir kesinlikle kavramalı ve bu kavrayışın sonucu olarak sağa sola yalpalamamalı, tereddüde düşmemeli, değişik yollar, değişik istikametler arasında şaşırıp kalmamalıdır. Kim bütün varlığı ile silm’e/barışa girmez, kim kendini bütünü ile yüce Allah’ın ve O’nun şeriatının hâkimiyetine teslim etmez, kim diğer bütün düşüncelerle, diğer bütün sistemlerle ve inisiyatifi olduğu ve gücü yettiği kadar diğer bütün yasal düzenlemelerle ilişkisini kesmez ise bu kimse Şeytanın yolundadır, onun adımlarını izlemektedir.
Rabbimiz, “Hem Allah’a iman ettiğinizi iddia edip hem de şeytanın adımlarını izlemeyin, şeytan sizin düşmanınızdır” hatırlatması yapmaktadır. Yüce Allah (c), mü’minleri ilk plânda bütün varlıkları ile silm’e/barışa/İslam’a girmeye çağırmakta ve daha sonra da onları şeytanın adımlarını izlememeleri hususunda uyarmaktadır. Hemen arkasından da, şeytanın kendilerine düşman olduğunu hatırlatmaktadır. Bu öyle açık ve bariz bir düşmanlıktır ki, onu ancak gafiller hatırlarından çıkarabilirler. Oysa gaflet ile iman birbiri ile bağdaşmaz.“Hayatınızı ve dininizi Allah ve şeytan arasında bölmeyin, parçalamayın, bütün varlığınızla ve hayatınızın bütünüyle İslam’a girin” diyor Rabbimiz. Çünkü hem Allah’a hem de şeytana kulluk/itaat edilmesi hâlinde, arzda fesad çıkarıp barışı yok edecek, kendine ve Rabbine yabancılaşmış insan türü ortaya çıkacaktır. O zaman da, zulüm ve zillet kaçınılmaz olacaktır.
Âyette yapılan “barış” vurgusunu da şöyle anlamalıyız: İmanlarınızla, iddialarınızla hayatınızı ve amellerinizi barıştırın. İman-amel bütünlüğü içinde İslâm’a girin. İddia ve ispat, iddia ve eylem bütünlüğüyle İslam’a girin. Fıtrat, evren ve hayatınız arasında bütünlük ve barış olsun. Evrene ve fıtrata yön veren kevni ayetlerden oluşan Hilkat kitabı ile hayatınıza yön vermek üzere inzal edilmiş vahyî ayetlerden oluşan Hakikat Kitabını birlikte okuyarak barışa ve huzura girin. Bir başka ifadeyle imanlarınızla amelleriniz barışsın. Kalplerinizle kafalarınız barışsın, düşüncelerinizle hareketleriniz barışsın ve böylece kendi içinizde tutarlı mü’minler olarak barışa girin diyor Rabbimiz. Allah şu evreni Hakk’a dayalı olarak yaratmış, evrende bulunan her şeyi belirli bir takdire, bir hikmete bağlı olarak vazetmiştir. Şu insan denen varlık bilerek yaratıldı, o asla başıboş bırakılacak değildir, onun varoluşu için bütün elverişli evrensel şartlar hazırlanmış, yeryüzünde bulunan her şey onun emrine verilmiştir. O yüce Allah katında değerlidir, bu yüzden yeryüzünde halife kılınmıştır. Allah, bu halifelik görevinde ona yardımcıdır, çevresini kuşatan evren de onun dostu, samimi arkadaşıdır. Her ikisi ortak Rabbleri olan Allah’a yönelince ruhları birbiriyle uyuşur, bağdaşma halinde olur. İnsan, göklerde ve yeryüzünde düzenlenen bu ilâhi dengeye, muhteşem âhenge uyum sağlamaya, ilâhi emre tam bir itaat ve teslimiyet hâlinde bulunan evren ve fıtratla dostluğa ve kaynaşmaya çağrılmıştır. İnsan, bu koca varlık âleminde kendisi gibi bu muhteşem düzen ve âhengin çağrılıları olan varlık âlemindeki her canlı ve her şey ile anlaşmaya, kaynaşmaya, barış içinde olmaya çağrılmıştır. Mü’min, bütün evrenle birlikte yüce Allah’ın tabiî kanunları uyarınca yaşadığının bilincindedir. O halde, evrenle arasında çatışma ve uyumsuzluk söz konusu değildir. (Seyyid Kutup Tefsiri).
Mü’minlere şu söylenmektedir: İnançlarınızla hayatlarınız başka başka olup içinizde ve dışınızda bir savaş ve çelişki yaşamayın. Nasıl ki, evren ve evrendeki bütün varlıklar tek bir ilâha secde/itaat hâlinde oldukları için, evrende muhteşem bir denge ve barış varsa, siz de tek bir ilah olarak yalnız Allah’a kulluk ederseniz sizin hayatınızda da aynı şekilde barış ve huzur olur. Hem Allah yolunda hem de şeytan yolunda yürüyerek, hayatınızın bir bölümünde Allah’a itaat/kulluk, öteki bölümlerinde de başkalarına itaat/kulluk yaparak, denge, düzen ve barıştan uzaklaşıp bir çatışma ve savaş içine düşmeyin.
Dikkat ederseniz sözünün başında Rabbimiz; “Ey iman edenler!” diye hitap ediyor. Sonra da “İslâm’a girin!” buyuruyor. Eğer bu iman edenlerden kasıt mü’minlerse zaten mü’min olan bu insanlardan niçin yeniden mü’min olmaları, İslâm’a girmeleri isteniyor? Öyleyse anlıyoruz ki; “ey iman gösterisinde bulunanlar, ey inandığını iddia edenler, inandıklarını zannedenler” denmek isteniyor. Veya “ey dilleriyle inandıklarını söyleyen; ama kalpleriyle inanmayan münâfıklar” veya “ey sadece iman iddiasında bulunup da inançlarını salih amelle hayatlarında ispat etmeyenler” diye hitap edilerek bu kesimlere “amelinizle de bu imanlarınızı ispat edin” denmek isteniyor. “Hepiniz Allah’ın dinine girin ve yaşadığınız dünya hayatında da topyekûn birlikte hareket edin! İslâm’ın tümünü kabul ederek, hayatı parçalamadan ve kendinizi de parçalamadan tam müslüman olun” diyor Rabbimiz. (Ali Küçük Tefsiri). İşte ancak böyle yapanlar ve hayatın bütününe Kur’an’ın bütününü hâkim kılanlar, günahın kendilerini kuşatmasından ve imanlarına şirk bulaştırmaktan korunabilirler. Hayatın siyaset, ekonomi vb. bazı alanlarında, kimi “maslahatlar” ya da “kazanımlar” adına Allah’tan başkasının (hevanın ya da tağutların) istek ve kurallarına uyanlar, bu bâtıl yolda ısrar ettiklerinde, zamanla yaşadıkları gibi inanmaya başlayıp akıdevî olarak sapmaktan da kurtulamazlar.
İslam’ın hayatın bütün alanlarına hâkim kılınmadığı, birçok ilahın hayatın farklı alanlarında hükmettiği bir toplumda, barış ve adalet yerine savaş, kaos, kargaşa, adaletsizlik, sömür ve zulüm kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Dinin ve hayatın parçalanmadığı ve İslam’ın hayatın bütün alanlarına hâkim kılındığı İslamî bir toplumda ise; bütün insanların Rabbi olan Allah’ın, bütün kullarının hukukunu gözeten hükümleriyle hükmedileceği için, barış, huzur ve adalet egemen olacaktır. Çünkü Allah’ın bütün kullarına, bütün evrene ve evrendeki bütün varlıklara, ilâhi hukukla, adalet ve merhametle muamele edilince, sonuçta barış egemen hâle gelecektir.
Rabbimiz, bizlere bütün varlığımızla silm’e/İslam’a girmeyi nasip etsin. Şeytanın apaçık bir düşmanımız olduğu bilincini diri tutarak onun adımlarını izleme gafletine düşmekten hepimizi muhafaza buyursun inşaAllah.