Mehmet PAMAK

22 Ocak 2020

İNZAL EDİLMİŞ ADIMIZI, ÜRETİLMİŞ “İSLÂMCI” KAVRAMI İLE DEĞİŞTİRMEK SAPMALARA KAYNAKLIK ETMİŞTİR

Her din ya da ideoloji, kendini özgün taşıyıcı kavramlarıyla ifade eder, tanımlar ve mesajını insanlara ulaştırır. Temel tanımlayıcı kavramlar, nötr değildirler; zihnine girdikleri, kendilerini benimseyerek kullanan insanları, kendi arka planındaki din, düşünce, felsefe ve ideoloji istikametinde dönüştürürler. Bunlar, o din ya da ideolojinin, taşıyıcı, inşa edici ve dönüştürücü etkiye sahip olan inanç eksenli kavramlarıdır. Bir de taşıyıcı olmayan, yani dinî ve ideolojik boyutu belirleyici olmayan kavramlar vardır ki onları, her din ya da ideoloji ya olduğu gibi ya da kendine göre değiştirip yeniden tanımlayarak kullanabilir. Batıla ait olan, inanç eksenli temel taşıyıcı ideolojik kavramlar, Müslümanlar tarafından kullanılmamalıdır. Müslüman, kendi özgün temel kavramlarını kullanmakta ve kendisini onlarla tanımlamakta ısrar etmelidir. Özellikle de Rabbimizin inzal ettiği taşıyıcı kavramlar söz konusu olduğunda ise bu tür Kur’ani kavramların mutlaka oldukları gibi kullanılmaları çok daha büyük önem arz eder. Bu tür kavramların yerine başka hiçbir kavram ikame edilmemeli ve davetin muhatapları, mutlaka bu kavramların vahiyle belirlenmiş içeriğiyle buluşturulmalıdır.

Rabbimiz Bize “Müslim/Müslüman” Adını Vermiştir

Rabbimiz Kur’an’ın birçok ayetinde bizi “Müslüman” olarak, bizim için seçtiği dini de İslâm olarak tanımlamışken, hangi zaruret veya maslahattan kaynaklanırsa kaynaklansın bizim başka isimlere ihtiyaç duymamız makul ve doğru değildir. Özellikle son dönemde daha da yaygınlaşan ve dönüştürücü etkileriyle siyasal yozlaşmaya da sebep olan “İslâmcılık”la kendimizi tanımlamaktan uzak durmalıyız. Bazı kardeşlerimiz aşırı bir eğilimle İslâmcılığı o kadar sahiplenmektedirler ki kendisini İslâmcı olarak tanımlayan bazı yazarların İslâmcı olmadıklarını iddia ve ispat etme çabası bile gösterebilmektedirler. Hâlbuki üretilmiş bir kavram olan “İslâmcılığın” kişilere göre değişen içerikleri olabilir, her kişi kendisini bu kavramla tanımlarken ona farklı anlamlar yükleyerek kullanabilir. Hiç kimse de “İslâmcılık bu değildir ve sen İslâmcı olamazsın” deme hakkına sahip değildir. Çünkü “İslâmcılık” ve “İslâmcı” kavramları insan zihninin ürettiği kavramlar olarak kişi ve bölgelere göre farklı anlamlar da kazanabilir. Hâlbuki inzal edilmiş olan İslâm ve Müslim/Müslüman kavramları evrensel olup içerikleri de vahiyle belirlenmiştir. Bu sebeple, Kur’an ile belirlenmiş ölçüye aykırı olarak hiç kimse Müslim/Müslüman olduğunu iddia edemez, ederse vahyin ölçüleriyle sahih İslâm’ın ve Müslim olmanın şartları hatırlatılarak bu iddia çürütülebilir ve bu kişi gerçekten istiyorsa Müslim olma imkânıyla buluşturulabilir.

Hangi sebeple olursa olsun kendimizi “İslâmcı” gibi üretilmiş kavramlarla tanımlamak doğru değildir. Nitekim Kur’an’da “Allah, bundan önce ve bunda (Kur’an’da) size Müslim/Müslüman ismini vermiştir. Peygamber size şahit olsun, siz de insanlığa şahit olun diye. Öyleyse namazı kılın, zekâtı verin, Allah’a sımsıkı bağlanın. Sizin Mevla’nız O’dur. O ne güzel Mevla ve ne güzel yardımcıdır.”[1] hükmü yer almaktadır. Rabbimiz bu ayetiyle, Peygamber SallAllahu Aleyhi ve Sellem bize şahit/örnek/model olsun biz de diğer insanlara şahit olalım diye bize geçmiş kitaplarda olduğu gibi bu son kitapta da “Müslüman” ismini verdiğini bildirmektedir. Yani insanlara tebliğ ve şahitliğimizi/örnekliğimizi, söz ve hâl/ahlâkımız ile tebliğimizi “Müslüman” kimliğimizle yapabileceğimiz ifade edilmiştir. Başka ayetlerde ise Allah katında dinin İslâm olduğu[2] ve İslâm’dan başka din arayanların o dinlerinin kabul edilmeyeceği ve bunların ahirette hüsrana uğrayacakları[3] açıkça ifade edilmiştir. Allah’ın “İslâmcılık” diye bir dini yoktur. Evet, açıkça vurgulanarak altı çizilmiştir ki Allah bize “İslâmcı” ismini değil “Müslüman” ismini, din olarak da “İslâmcılığı” değil, tevhid dini olan İslâm’ı seçmiştir. Vahyin ilk muhataplarıyla sonraki ihya ve ıslah çizgisinin, tevhidî geleneğin müntesipleri de kendilerini hep ve sadece bu kavramlarla tanımlamışlardır.

Ey Müslümanlar! Mademki Rabbimiz, daha önce de şimdi de bize Müslüman ismini verdi, öyleyse adımız sadece Müslüman olsun. Çünkü bu ismi bize Allah verdi. Adımızı Rabbimizin koymuş olması bizim için büyük bir şereftir. Bu isim kıyamete kadar gelecek bütün İslâm dini mensuplarının ortak adıdır. Bu ismin dışında kendimize başka isim ve başka şeref aramayalım. Rabbimiz, “Ey iman edenler! Allah'tan, O'na yaraşır şekilde korkup sakının ve ancak Müslimler olarak can verin.”[4] buyurmuştur.

Rabbimiz ayetlerinde bizim için İslâm’ı din olarak seçtiğini ve dinimizi tamamladığını ve bizim için hayat tarzı olarak İslâm'dan razı olduğunu bildirmektedir.[5]

Rabbimiz (Maide Suresi 5/3’te) bize şu mesajı vermektedir: Bugün sizin dininizi kemale er­dirdim. Böylece üzerinize olan nimetimi tamamladım, din olarak sizin için İslâm’ı seçip beğendim. İslâm’ı, teslimiyet dinini sizin için hayat programı yaptım. Teslimiyet dini olan İslâm’ı sizin için hayat tarzı olarak belirledim ve sizin için sadece bundan razı oldum. Âl-i İmrân Suresi 85. ayetin beyanıyla söyleyecek olursak Rabbimiz şöyle buyuruyor: “Kim teslimiyet dini olan İslâm’dan başka bir din, İslâm’dan başka bir hayat tarzıyla Bana gelirse asla ondan razı olmayacağım. Sizin Bana karşı konumunuz kayıtsız şartsız teslimiyettir, yani İslâm’a girmek, bütün hayat alanlarında sadece Bana itaat etmek, bütün hayatınızla Bana teslim olmak, Müslim olmaktır.”

Rabbimiz, “Hiç şüphesiz din, Allah katında İslâm'dır.” beyanından sonra “Kitap verilenler, ancak kendilerine ilim geldikten sonra, aralarındaki ‘kıskançlık ve hakka başkaldırma’ (bağy) yüzünden ayrılığa düştüler.[6] hatırlatmasını yaparak dinde (aynı zamanda İslâm ve Müslüman kavramlarının içeriğinde), (bu isimleri açıklayan) içeriğini belirleyen ilme rağmen ayrılığa düşmemeye çağırmıştır. Bunu, konumuzla bağlantı kurarak ifade edecek olursak, aynı zamanda bu Kur’ani kavramların yerine anlamı tartışmalı başka kavramları ikame ederek ayrılık çıkarmamak çağrısını da kapsadığını ilave edebiliriz diye düşünüyorum. Şüphesiz bu (İslâm), tek ümmet (din) olarak sizin ümmetiniz (dininiz)dir. Ben de Rabbinizim. Onun için sadece bana kulluk edin.”[7] Rabbimiz buyuruyor ki: “Tevhid dini olan İslâm, bir tek din olarak sizin dininizdir, bu tek dine iman edenler de tek bir ümmettir ve Ben de Rabbinizim, artık Bana kulluk edin.” Kur’an’da, “ümmet” kelimesi, hem “din” hem de “aynı dine inanan insanlar topluluğu” anlamında kullanılmıştır. Rabbimiz, bizim için seçtiği tek din olan İslâm’a (ümmete) müntesip tek bir ümmet olduğumuzu hatırlatarak dinimizi ve sonuçta da ümmetimizi parçalamaktan uzak durmaya çağırmaktadır: Onlar, işlerini kendi aralarında parça parça ettiler (din konusunda aralarında bölük bölük olup parçalandılar); hepsi bize döneceklerdir.”[8] Bu ayette de Rabbimiz şu uyarıyı yapmaktadır: “Yalnız Bana itaat edin, bu dini ve müntesiplerini bölüp parçalayacak, ayrılıklar oluşturacak tutumlardan sakının. Ama insanlar, din konusunda aralarında bölüklere ayrıldılar, hepsi Bize döneceklerdir.”

Kur’an’da Peygamberlere, birbiriyle örtüşen şu kavramlar kullanılarak mümin ve Müslim olmaları emredilmiş, bazı ayetlerdeki ifadeyle “Bana müminlerden olmam emredilmiştir.”[9], “Bana Müslimlerden olmam emredildi.”[10] dedirtilmiş ve davet de mümin ve Müslim olmaya çağrı şeklinde gerçekleştirilmiştir. Rabbimiz Kur’an’da; Hz. İbrahim'in Aleyhi’s Selam şu duasını bize örnek olmak üzere bildirir: “Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş (Müslimler) kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş (Müslim) bir ümmet (getir)…”[11] İşte bu uyarı, teşvik ve yönlendirmeler üzerinde düşünmeliyiz ve “İslâmcıyız” yerine onurlu ve ilkeli bir biçimde ısrarla, en güzel söz olan “Ben gerçekten Müslümanlardanım.”[12] ve “Bana müminlerden olmam emredildi.” demeye her şartta devam etmeliyiz. Tevhidî geleneği oluşturan ve hiçbirisi kendini “İslâmcı” olarak tanımlamayan bütün Peygamberlerin, ilk Kur’an neslinin ve tüm ıslah önderlerinin yaptığını yaparak, kendimizi sadece Kur’ani özgün kavramlarımızla tanımlamalıyız. İnsanları, üretilmiş ve siyasal bir ideoloji konumuna indirgenmiş “İslâmcılığa” değil, hayatın bütününü kuşatıp teslim alan “İslâm” dinine, Müslim ve mümin olmaya, tevhid inancına çağırmalıyız.

“Müslüman” kelimesi “Müslim”in Farsça’daki karşılığı olup Türkçeleşmiş bir kelimedir. Kur’ani ölçülere uygun biçimde içi doldurulmak kaydıyla “Müslim” kavramının Türkçe karşılığı gibi kullanılmasında bir mahzur olmayacağı kanaatindeyim. Ancak maalesef pratikteki “Müslüman” kavramının içeriği Kur’an'daki “Müslim” kavramıyla asla uyumlu değildir. Ülke halklarının Kur’an eksenli olmaktan ziyade bir kültürel aidiyet ifade eden Müslümanlaşma sürecindeki kitleler, iyi niyetle kendilerini “Müslüman” olarak nitelemelerine rağmen, Kur’an'da zikredilen ölçülerde Müslim olmanın ne olduğundan bile habersiz bir hâli yaşamışlardır; hâlen de yaşamaktadırlar. Böyle olunca, Kitabi olmayan ve geleneksel ya da modern bidat ve hurafelere dayalı “Müslümanlık” Kur’an'daki “Müslimlik”le örtüşememiştir.

İnsanlardan çoğu, İslâm’a girdiklerini ve Müslüman olduklarını iddia ettikleri hâlde, Allah’a bütünüyle teslim olmuş bir hayatı yaşamazlar. Aslında gerçek anlamda İslâm olmuş/teslim olmuş değillerdir. Kur’an’ı “mehcûr”/terk edilmiş bırakıp Rasul’ün SallAllahu Aleyhi ve Sellem güzel örnekliğinden uzaklaşılınca, Müslim olmak için ne yapılması ve nasıl yapılması gerektiğini bilemez bir duruma gelinmiştir. Yapılması gereken, inzal edilmiş kavramı terk edip kendimizi üretilmiş kavramlarla tanımlamak yerine kendisini Müslüman olarak tanımlayan iyi niyetli ama bilmeyen bu kitlelere, merhametle Kur’an ve Sünnet’e göre Müslim/Müslüman olmanın şartlarının ne olduğunu anlatmaktır.

Bizler, Kur’an’ı belirleyici kılarak ve Rasul’ün mücadele sünnetini izlemek suretiyle kendimizden başlayarak içinde yaşadığımız toplumu vahyin ölçü ve ilkeleri istikametinde dönüştürmek, çağımızın Kur’an toplumunu inşa etmek ve Rasul’ün şahitliğinde tevhidî ümmeti vahyin ölçüleriyle yeniden yapılandırmak istemiyor muyuz? O halde kendimizi tıpkı Rasulullah’ın ve ilk Kur’an neslinin yaptığı gibi vahyin özgün kavramlarıyla tanımlamalıyız. Söylem ve eylemlerimizi Kur’ani kavramlarımızla ifade etmeli, kimliğimizi, amellerimizi özgün olmaktan çıkarıp bulandıracak, ilkelerimizi flulaştıracak, geleneksel ve modern cahiliyeye ait üretilmiş değer, ölçü ve kavramlardan uzak durmalıyız.

“İslâmcılık” Batılı Emperyalistlerce Uydurulmuş Bir Kavramdır

“İslâmcılık” kavramını ele aldığımızda, bu kavramı ısrarla kullanan kardeşlerimizin bile, “İslâmcılık tartışmalı bir kavramdır” tespitini yaptıklarını ibretle okuyoruz. Üstelik bu kardeşlerimiz, “İslâmcılık” kavramının, Batılılaşmaya, kapitalizme, modernizme, emperyalizme karşı İslâmi uyanış ve direniş çabalarını, İslâm’a ait değerleri korumaya çalışan Müslümanları nitelemek ve “suçlamak” amacıyla, tıpkı “radikal İslâm”, “fundamentalist İslâm”, “dinci” kavramı gibi, İslâm karşıtı Batılı emperyalistlerce ve yerli Batıcı, laik ve ulusçu unsurlarca üretilip kullanılan bir kavram olduğunu da vurgulamaktadırlar. Bu kavramı kullanmakta ısrar ettikleri halde, kavramın içeriğinde çıkarcılığın, ulusalcılığın da yer aldığını ifade eden bu kişiler, birbiriyle çelişkili birçok anlayışın kendisini bu kavramla tanımladığını ya da dışarıdan birilerinin akidevi farklılıklar arz eden değişik anlayışlar için bu kavramı kullandığını da ifade etmektedirler. Bu bağlamda, “İttihat Terakki İslâmcılığı”, “Anadolu İslâmcılığı”, “Osmanlı İslâmcılığı”, “Türkiye İslâmcılığı”, “Din temelli İslâmcılık”, “Çıkar amaçlı İslâmcılık”, “Evrensel İslâmcılık” gibi hem hakkı hem de bâtılı kastetmek üzere birçok tanımlamaya gidildiğini de ortaya koymaktadırlar.

Tıpkı “dinci” kavramı gibi dışarıdan bir tanımlamayı ifade etmek üzere çoğu kere tırnak içinde yazılan “İslâmcı” kavramı, buna rağmen bazı Müslümanlarca kabullenilip “meşru” tanımları yapılarak savunulmakta, içselleştirilmektedir. Her şeyden önce “İslâmcılık” Kur’ani olmayan bid’at bir kavramdır. Bu kavramın, birçok hurafelere inanan kitlelerin kendisini Müslüman olarak tanımlaması sebebiyle, çağımızın muvahhidlerini onlardan ayırma ihtiyacı sebebiyle kullanıldığı iddia edilmektedir. Oysa bu kavram, vahiyle konulan Müslim adımıza aykırı olduğu gibi, ilk Kur’an nesli ve sonraki nesillerin de kullanmadığı bir kavram olarak onlarla bağımızı koparma riski de taşımaktadır. Üstelik Müslüman olarak adlandırılıyor olmamız, bizimle kendisini Müslüman olarak tanımlayan toplum arasında önemli bir ortak payda oluşturmaktadır. Emperyalistler de işte bu imkânı yok edip kitlelerden koparıp marjinalleştirmek ve kitlelere yönelik tebliğimizin önünü kesmek amacıyla, bizi “İslâmcı”, “fundamentalist” ya da “radikal” gibi adlarla tanımlamaktadır.

Ayrıca kimi uzman raporları istisna edilirse, “İslâmcılık” ya da “siyasal İslâm” denince bütün dünya, daha çok “milli görüş” partilerini ve onların siyasal mücadelelerini anlıyor ve onları tartışıyor. Yani sonuçta birilerinin kendisini “İslâmcı” olarak tanımlamaları da bir işe yaramamış, bekledikleri gibi kendini “Müslüman” olarak tanımlayan yanlış din anlayışlarından ayrıştıramamıştır. Çünkü aynı kavram laik demokratik siyasi çizgisi olan RP, SP, AKP vb. partiler için de kullanılmaktadır. Bu kavramı kullanmaya başlarken, sözüm ona “herkesin kendisini ‘Müslim/Müslüman’ tanımlaması sebebiyle, kendi Müslümanlıklarını hurafeci anlayışlardan ayrıştırmak amacıyla ‘İslâmcılık’ kavramını kullanmayı tercih ettiklerini” söylüyorlardı. Şimdi ise, zaman zaman aynı ayrıştırma çabasını hem de daha fazlasıyla farklı “İslâmcılık” tanımlamaları arasında göstermeye ve kendilerini bu sefer de onlardan “evrensel İslâmcılık” ya da “tevhidî İslâmcılık” vb. ilave kelimelerle ayrıştırmaya çalışıyorlar.

Ama yukarıda ifade edildiği ve referandum sürecinde yaptıkları gibi çoğu zaman bu ayrımı da unutup kendi tanımlamalarıyla “siyasal İslâmcı laik demokratik partiler”le “yerli, milli, Türk İslâm’ı, Türk-İslâm sentezi” söylemleriyle oluşturulan kargaşa zemininde ve ortak seküler siyasal söylemlerde buluşuveriyorlar. Bütün bu risklerine rağmen, üretilmiş bir kavram alanında bunca enerjiyi harcayarak, kendilerini İslâmcı olarak tanımlamakta ısrar ediyorlar. Hâlbuki üretilmiş bir kavramın peşinde sürüklenenler, diğer “İslâmcılık”lardan kendini ayrıştırmak için bunca yazıp konuşmaya çabalamak yerine, doğrudan, Rabbimizin inzal ettiği vahiyle bize verdiği “Müslim” adını kullanmakta ısrar etseler daha anlamlı, daha değerli ve ilkeli bir tutum sergilemiş olmazlar mı?

Ama maalesef, “Müslim” kavramının içini Kur’ani ölçülerle doldurup, kendini Müslüman olarak tanımlayanları, ortak tevhid kelimesine ve ortak kitap Kur’an’a davet etmek varken, halkın da tanımadığı, ilahi iradenin de onaylamadığı üretilmiş bir kavram peşinde kargaşa çıkarılmaktadır. Emperyalistler de işte bu imkânı yok edip kitlelerden kopararak marjinalleştirmek ve kitlelere yönelik tebliğimizin önünü kesmek amacıyla bizi “İslâmcı”, “fundamentalist” ya da “radikal” gibi adlarla tanımlamaktadır.

“Müslim” yerine “İslâmcı” kavramıyla kendilerini tanımlayanlar, sadece bu tanımlamayla bile, hem Kur’ani bir kavramı devre dışı bırakarak, Allah’ın bereketinden uzaklaşmaya yol açmaktadırlar; hem bu üretilmiş yanlış adlandırmayla, İslâm’ın, hayatı kuşatan bütüncüllüğünü parçalamaya ve onu siyasal bir söyleme, neredeyse siyasal bir ideolojiye indirgemeye yol açmaktadırlar ve böylece bu üretilmiş kavramla zihinlerin bulandırılmasına, tevhidî kesimde savrulmalara müsait bir zemin oluşmasına sebep olmaktadırlar. Hem de içeriği tartışmalı, tevhidî olmaktan çok uzak demokratik, muhafazakâr çevrelerin bile içine girdiği, hatta daha çok onları tavsif eden, üstelik de başlangıçta düşmanın yakıştırması olan bu üretilmiş kavramı kullanarak, davetin muhatabı kitlelerde kafa karışıklığına yol açmaktadırlar. Bu sebeple de, tevhidî davetin, ahiret ve kulluk eksenli Kur’ani bir zemine oturmasını engelleyecek, zaaflı bir temsil ortaya çıkmaktadır.

Bu sebeple, “İslâmcılığı” özümseyip kullananların çoğunluğunda zamanla önemli değişimler ve sistem içi siyasete doğru savrulmalar yaşanmış bulunmaktadır. Medyada yer alan, yazıp konuşan çoğu “İslâmcı” aydınlar, Allah’ın verdiği ismin altını Kur’an’la doldurarak, tagûtî şirk sisteminden ve ona hayat veren cahiliye toplumundan bağımsız tevhidî toplum ve İslâmi sistem hedefli bir düşünce ve söylem üretmek ve bu minvalde örgütlenip şahitlik yapmaktan uzak duruyorlar. Vahyin sosyalleştirilmesini ve kulluk bütünlüğünü ihmal eden abartılı ve sloganik bir siyasallaşma içinde oyalanıyorlar. Böyle olunca da, tamamen sistem içi değişim kodlarıyla belirlenip sınırlanmış, sistemi demokratikleştirmeye endekslenmiş düşünceler üreterek, topluma bunları yaymakla meşgul bir konumu kanıksamış bulunuyorlar. Kur’ani kavramları gündemleştirmekten çok uzak bir üslup ve içerikle, “İslâmcılık” adı altında, “kent dindarlığını”, “muhafazakârlığı”, demokrasiyle uzlaşmış, seküler bir söylemle ifade edilen “liberal bir Müslümanlığı” ya da “yerli, milli, Türk İslâmı”nı konuşuyorlar. “İslâmcılık” adı altında AKP, Saadet Partisi vb. sistem içi siyasetleri tartışıyorlar.

Günübirlik siyasal gündemlere yoğunlaşıp, yakın vadeli siyasal tercih ve taktik hesaplarla oyalanınca, uzun vadeli stratejik yürüyüşümüz zaafa uğramaktadır. Çünkü bu tür siyasal tercih ve hesapların merkezinde, daha çok seküler sistem içi geçici hedefler gözetilmekte, kalıcı olması gereken İslâmi birikimin, şahsiyetleri ve toplumu topyekûn inşa boyutu ihmal edilmektedir. Kalp, ahlak, kardeşlik hukuku ve toplumsal ilişkileri vahiyle inşa anlamında vahyin sosyalleştirilmesi ve bütüncül ibadet algısı ihmale uğrayınca, entelektüel boyutu yüksek, siyasi söylemi güçlü, ama İslâmi kimlik ve Kur’ani daveti, bütüncül olarak ve hakkıyla temsil etmekten uzak kalan, vahye şahitliği kuşatıcı biçimde yapamayan müntesiplerimiz çoğalmaktadır. Bu sebeple de, tevhidî davet ve şahitlik açısından sorunlu davetçilerin çoğalması ve kuşatıcı, olgun bir ahlaka sahip örneklerin azlığı sebebiyle de, toplumsal dönüşüm bakımından etkisiz ve temsil zaaflı bir konuma sürüklenmekteyiz.

Kitap Ehli ve Müşrikler Kendilerini “İbrahim’in Dini”ne Nispet Ettiklerinde Müslümanlar Bu Kavramı Onlara mı Bıraktılar?

Köken itibariyle tevhid dini müntesibi “Müslüman”lar oldukları halde, dinlerini ve kitaplarını tahrif ederek bu kökten uzaklaşıp sapmış ve “Kitap Ehli” olarak nitelenenlere, Rabbimiz, köklerindeki İslâmi inanca dönme çağrısı yapılmasını, tevhidin esaslarına dönerek tekrar Müslüman olmaya davet edilmelerini son elçisine emretmiştir: “De ki: ‘Ey Kitap Ehli, bizimle sizin aranızda müşterek (olan) bir kelimeye (tevhide) gelin. Allah’tan başkasına kulluk etmeyelim, O’na hiç bir şeyi ortak koşmayalım ve Allah’ı bırakıp bir kısmımız (diğer) bir kısmımızı Rabler edinmeyelim.’ Eğer yine yüz çevirirlerse, deyin ki: ‘Şahit olun, biz gerçekten Müslümanlarız.”[13] Görüldüğü üzere, kendilerini hak din mensubu olarak gördükleri halde sapmış olanlara, hak din İslâm’ın ve tevhid akidesinin esasları hatırlatılıp tekrar bu öze dönüş yapmalarına vesile olunmaya çalışılması emrediliyor. Ancak, direnirlerse, “Müslim” kimliğine sahip çıkarak onlardan farklılığın vurgulanması gündeme getiriliyor.

Diğer taraftan, Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem’in davetinin muhatabı olan toplumda yer alan neredeyse bütün kesimler, Yahudi ve Hıristiyanlar ile müşrikler, kendilerini “İbrahim’in dininin müntesibi” olarak niteliyorlar, Hz. İbrahim Aleyhi’s Selam’a nispet ediyorlardı. Allah vahyini gönderirken, “madem ‘İbrahim’in dini’ nitelemesi anlam kaybına uğradı ve başka anlamlarda kullanılıyor, kâfir olmuş kitap ehli ve müşrikler de bu isimle kendilerini tanımlıyorlar, o halde sen kendini bu isme nispet etme!” demiyor tam tersine; İbrahim Peygambere ve “İbrahim’in dini” nitelemesine sahip çıkıyor, onun dininin aslının ne olduğunu tanımlıyor ve kitap ehli ile müşriklerin bu dinin müntesipleri olmadıklarını, ama bu dine davet edilmeleri gerektiğini bildiriyor. “İbrahim, ne Yahudi, ne de Hıristiyan idi; fakat o, Allah’ı bir tanıyan dosdoğru bir Müslim idi; müşriklerden de değildi.”[14]

İslâm ve Müslim gibi inzal edilmiş kavramlar hem evrenseldir hem de taşıyıcı, dönüştürücü, bütünleştirici etkisi ile tanımlayıcı ve kuşatıcı niteliği kıyamete kadar devam edecektir. O halde, insanlık tarihiyle başlayıp kıyamete kadar devam edecek tüm süreçlerde bizi tanımlamak üzere Rabbimizin inzal etmiş olduğu evrensel temel kavramlarımıza ısrarla sahip çıkarak, muhtevasını vahyin ölçüleriyle tanımlayıp toplumun önüne bu sahici içerikleriyle tekrar koymalıyız. Ayrıca, cahiliye toplumunu, ancak bu tür inzal edilmiş taşıyıcı Kur’ani kavramlarımızı kullanmakta ısrar ederek tevhidî istikamette dönüştürüp aydınlığa ve hidayete kavuşturabileceğimizi unutmamalıyız.

Davetin Muhataplarıyla Aynı Müslim/Müslüman Adını Kullanıyor Olmak Tebliğde Önemli Bir Avantaja Dönüştürülebilir

Özellikle de, “Müslim/Müslüman kavramı gibi çok önde, sık kullanılan, tanımlayıcı ve mesajı taşıyıcı niteliği olan inzal edilmiş bir kavramın yerine, “İslâmcı” gibi üretilmiş, üstelik tanımlama ve ayrıştırmada da çok yetersiz kalan bir kavramı, kullanmakta ısrar etmek büyük yanlıştır. Ayrıca, bu tercihte ısrar, ilâhî kaynaklı olan kavramın desteğinden, bereketinden yoksun kalmaya da sebep olmakta, üretilmiş bir kavrama nispet edilen tebliğ ve şahitliğin muhataptaki tesirini azaltıcı, bu davete icabeti anlamsızlaştırıcı sonuçlar da doğurmaktadır. Çünkü bu davete muhatap olanlar“Kur’an’ın davet ettiği ‘Müslüman’lardan olmak bize yeter, ayrıca bir de ‘İslâmcı’ olmamız gerekmez” diye bakabilmektedir. Sonuçta da, kendini İslâmcı olarak tanımlayıp İslâmcılığa davet edenler, muhatabın kendini severek nispet ettiği “Müslim/Müslüman” kavramının oluşturduğu ortak paydayı, ortak zemini kullanmak ve bu kavramın Kur’an’daki karşılığını anlatarak tevhidi tebliğ etmek imkânını da büyük oranda kaybetmektedirler. Hâlbuki kitlelerin İslâm ve Kur’an ile irtibatları kesilip yozlaşmış oldukları halde kendilerini Müslüman olarak tanımlıyor olmaları başlangıçta bir dezavantaj gibi görünse de, aslında onları, bu ortak paydayı kullanarak ortak kitabımız olan Kur’an’ın tanımladığı gerçek Müslümanlığa davet etmek için avantaj haline dönüştürülebilecek bir imkân da sunmaktadır.

Bu konuda bir hatıramı paylaşmak isterim. Mazlum-Der’in kurulduğu 1991 yılı başlarında, ilk yönetim kurulu olarak, bizden 5 yıl önce sosyalistlerce kurulmuş bulunan İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) Genel Merkezi’ne bir ziyaret gerçekleştirmiştik. Bu ziyarette iki derneğin yönetim kurulları olarak insan hakları yaklaşımlarımızı birbirimize aktarmıştık. Doğal olarak onlar Batılı referanslarla, biz ise İslâmi kimlik ve referanslarımızla insan hakları yaklaşımlarımızı ortaya koymuştuk. Mazlum-Der olarak görüşlerimizi açıklarken İslâmi kimliğe ve vahyin ölçülerine atıfta bulunmamız ve “Biz Müslümanlar” diye başlayan sunumumuzda; insan, hak, adalet ve zulüm gibi kavramlara ve insan hakları mücadelesine vahyin ölçüleriyle nasıl yaklaştığımızı aktarmıştık. Bunun üzerine, İHD yönetiminden birisi“Siz düşüncelerinizi açıklarken, ‘Biz Müslümanlar insan hakları konusunda böyle inanıyoruz’ diyorsunuz, peki biz Müslüman değil miyiz?” sorusunu yöneltmişti.

Onlara şunu söylemiştik; “Af edersiniz biz sizi sosyalist ve laik biliyorduk, tabii ki herkes İslâm’ın evrensel ilke ve ölçülerini benimseyerek Müslüman olabilir, bundan ancak memnun oluruz.” Bunun üzerine Tabii ki biz sosyalist ve laikiz, bu durum Müslüman olmamıza engel midir?” demişlerdi ve onlara cevabımız tebliğ mahiyetinde olmuş, hem laik ve sosyalist hem de Müslüman olmanın neden mümkün olmadığını ve Müslim/Müslüman olmanın Kur’ani ölçülerini ve İslâm’ın insan hakları yaklaşımını anlatmıştık. Bu diyaloga İHD’nin o günkü Genel Başkanı Nevzat Helvacı müdahale etmiş, kendi arkadaşlarını haksız bularak konuyu kapatmıştı.

Eğer biz kendimizi “İslâmcı” olarak tanımlamış olsak ve “İslâmcılığın” insan hakları yaklaşımı olarak vahyî ölçüleri bile anlatsak, onlar bizi “ideolojik bir siyasal kesim” olarak algılayıp aynı tepkiyi vermeyeceklerdi. Sonuçta da, kendilerini “Müslim/Müslüman” saymaya, bulundukları gayri İslâmi konumun da “Müslümanlık”la çelişkisi olmadığını düşünmeye devam edeceklerdi. Hâlbuki bizim kendimizi “İslâmcı” olarak değil de “Müslim/Müslüman” olarak tanımlamamız ve vahye dayalı insan hakları yaklaşımımızı da Müslümanlığın bu konudaki ölçüleri olarak sunmamız, bir hayra vesile olmuş, onlar kendi konumlarının Müslümanlık olmadığını ve Kur’an’ın tanımladığı Müslümanlığın ne olduğunu öğrenme imkânına kavuşmuşlardı.

Merhum Mevdudi de dirayetle yaptığı mücadeleyi, Müslüman olduğunu iddia edenleri “Müslüman olmaya” çağrı olarak tanımlıyor ve “Gelin Müslüman Olalım” adıyla yayınladığı kitabı Türkiye’de ilk yayınlandığında hemen yasaklanıyordu. Aynı şekilde, merhum şehidimiz Seyit Kutup da, kendisini Müslüman zanneden insanları, kendisini Müslüman olarak tanımlayan cahiliye toplumundan ayrışmaya, Kur’an’a ve Kur’an’ın teklif ettiği anlamda Müslüman olmaya, ilk Kur’an neslinin oluşturduğu örnekten hareketle vahyin ölçüleriyle çağın Kur’an neslini, Kur’an toplumunu oluşturmaya çağıran “Yoldaki İşaretler” kitabını kaleme aldığı için idam edilmiş ve bu kitabı Türkiye’de de ilk yayınlandığında yasaklanmıştı. Bu örneklerden de anlaşılmış olmalı ki, tağuti sistemler bile İslâm’a ve halka yabancı “İslâmcılık” kavramından ziyade, insanların şok edici bir Kur’ani içerikle Müslüman olmaya davet edilmesinden rahatsız oluyorlardı. dildo

Zaten Müslümanları, tebliğin muhatabı halktan koparmak, davetin önünü kesmek amacıyla “İslâmcılık” kavramını tevhidî daveti yaymaya çalışan Müslümanları karalamak, suçlamak üzere bizzat Batılı ve yerli tağuti sistemler ve onların payandası Batıcı entelektüeller de özellikle kullanıyorlar. Bir yandan, İslâm’ın ve Müslümanlığın Kur’an bütünlüğü içinde doğru algılanıp hayatın bütününü kuşatıcı anlamda sosyalleştirilmesi, “Kur’an toplumu” ve “İslâmi adalet sistemi”nin inşası çabalarını, içeriğiyle istedikleri gibi oynayabilecekleri bir kavram olan “İslâmcılık”la damgalayıp halka, yani davetin muhataplarına, Kur’ani ölçülere ve tevhidî geleneğe yabancılaştırıyorlardı. Diğer yandan da, “İslâmcılığa” yönelttikleri eleştirileri ve saldırıları, baskı ve zulümleri, İslâm’a ve Müslümanlığa değil de, dinin ideolojileştirilmiş insan üretimi bir versiyonu olarak “İslâmcılığa” karşı yapılmış gibi göstererek, halkı aldatmaya ve bu tür saldırılara haklılık kazandırmaya çalışıyorlardı. Bu sebeple de, “İslâmcılığı” eleştirip hedef alanlar, İslâm’ı ve Müslümanlığı hedef alanlar kadar tepki almamışlardır.

İslâm, Müslüman, mü’min vb. Kur’ani kavramlar, Kur’an var oldukça kıyamete kadar geçerliliklerini koruyacak ve mekânları, zamanları aşarak bütün ümmeti birleştirecek, tüm ümmetin ortak paydasını oluşturacak çağlar üstü evrensel ve kalıcı kavramlardır. O halde, belli maksatlarla üretilmiş ve unutulmaya mahkûm geçici kavramlarla kendimizi tanımlamaktan, evrensel davamızı bu tür yerel ve geçici kavramların içine sığdırmaya çalışmaktan uzaklaşıp inzal edilmiş ve korunmuş özgün, evrensel ve kalıcı Kur’anî kavramlarımızla kendimizi tanımlamayı ve ifade etmeyi tercih etmeli ve bu tercihte ısrarlı olmalıyız. Böylece, kendisini iyi niyetle “Müslüman” olarak nitelendiren ancak Kur’an’daki Müslim/Müslüman olmanın şartlarından haberdar olmadığı için hayatı gerçek Müslümanlıkla örtüşmeyen insanlarımızı, inşaAllah ortak kitabımız Kur’an’da buluşmaya ve Kur’an’ın şartlarını belirlediği biçimde gerçek Müslümanlar olmaya davet edebiliriz.


[1] Hacc 22/78.

[2] Âl-i İmran, 3/19.

[3] Âl-i İmran, 3/85.

[4] Âl-i İmran, 3/102

[5] “…Bugün sizin dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım ve sizin için din olarak İslâm'dan razı oldum.” (Mâide, 5/3)

[6] Âl-i İmran, 3/19.

[7] Enbiya, 21/92.

[8] Enbiya, 21/93.

[9] Yûnus, 10/104.

[10] Yûnus, 10/72.

[11] Bakara, 2/128.

[12] Ahkâf, 46/15; Fussilet, 41/33.

[13] Al-i İmran, 3/64.

[14] Âl-i İmran, 3/67.

(Not: Bu makale, Köklü Değişim Dergisi'nin Aralık 2019 sayısında yayınlanmıştır.)